Sonbaharda umutları yeşertmek
Uzun sürecek gibi görünen bir gelecekte de giderek hoyratlaşan bir vatanseverliğin, bu memleketin evlatlarına daha çok belalı acılar çektireceğini görebilmek için Nostradamus olmaya gerek yok. Peki ne için umutlanacağız ve bu umut nerede yeşeriyor? Toplum dediğimiz devasa ve meçhul, öngörülemez ve hesaplanamaz yapının görünmeyen derinliklerinde bir şey kımıldıyor...
Gökhan Yavuz Demir
“Mücadele sürdükçe, kaybetmenin zafer sayıldığı durumlar vardır.”
Robert Harris, Subay ve Casus
Kendini güvende hissedecek kadar kenarda soğanı bulunmasa, hatta işsiz ve kimsesiz de kalsa, insanın enseyi karartmamak ve kırılmamak için bir sebebi olabiliyor. Bugün tek tek hepimiz için umut olmasa da hâlâ umut diye bir şey var. Kendini öyle zamanlarda gösteriyor ki bu umut, insan arenanın ortasında bir başına çıplak elleriyle boynuzlarından tuttuğu boğaya diz çöktürebileceğine dahi inanıyor. Nereden mi biliyorum? Güzün yerini kara bir kışa bırakmaya başlamasına rağmen inadına ılık ve güneşli olan o gün ben de oradaydım da oradan biliyorum.
24-25 Kasım’da Hukuk Kuramı ve Eskişehir Okulu işbirliğiyle düzenlenen “Hukuk ve Distopya” sempozyumu için bu hafta sonu Eskişehir’deydim. Birbirini belki tanıyan belki de tanımayan, aynı inanç dünyasına sahip olmayan ama ortak entelektüel dertleri olan insanların, sunumlarıyla yahut soruları veya mütebessim yüzleriyle bir araya gelerek sararan, solan ve dökülen yaprakların arasında geleceğe, memlekete ve kendilerine dair bir umudu nasıl yeşerttiklerine şahit oldum.
Sıkıcı gündemimize, yani yerel seçimlere veya enflasyonun düşeceğine dair bir umuttan bahsetmiyorum. Bunun için bir umut yok. Seçim, herkesin oy kullandığı ama sandıklar açıldığında Cumhur İttifakı’nın ezici bir çoğunlukla kazandığı oyunun adı olmaya bir süre daha devam edecek gibi görünüyor. Kısa vadede ne ekonomik ne de sosyal bir yumuşama yahut barış ufukta görünüyor. Uzun sürecek gibi görünen bir gelecekte de giderek hoyratlaşan bir vatanseverliğin, bu memleketin evlatlarına daha çok belalı acılar çektireceğini görebilmek için Nostradamus olmaya gerek yok.
Peki ne için umutlanacağız ve bu umut nerede yeşeriyor? Toplum dediğimiz devasa ve meçhul, öngörülemez ve hesaplanamaz yapının görünmeyen derinliklerinde bir şey kımıldıyor; bütün görülmezliklerine ve ötelenmelerine rağmen madunların sesi silinip gitmiyor. Ve ilk defa bu sesin dillendirdiği bilgi veya düşünce, üniversiteye ihtiyaç duymadan, hatta üniversitenin mevcut yapısına rağmen muhataplarının kulağında kendisine yer bulabiliyor.
Kısıtlı imkânlarla, kurumların salon veya malî desteği olmaksızın bir sempozyum düzenlemek ne kadar mümkündür? Mümkünse bile böyle bir etkinliğe kaç konuşmacı ve dinleyici katılır ki? İşte bu sorulara vereceğiniz olumsuz cevabı silip atan bir umut yeşerdi. İki gün boyunca üç ayrı kafede altı oturumda yirmi dört tebliğ sunuldu. Bu tebliği dinlemek için İstanbul’dan, İzmir’den, Kırıkkale’den, Kayseri’den, Çorum’dan, Antalya'dan, Bursa’dan gelen lisans, yüksek lisans, doktora öğrencileri, gencecik araştırma görevlileri, öğretim üyeleri, avukatlar, muhreç hâkimler ve akademisyenler çoğu kez oturumlarda oturacak yer bulamadılar. O kadar ki fizik kurallarına meydan okuyacak denli mütevazı büyüklükteki salonları doldurdular.
Peki ama neden böyle akademik etkinlikleri bugün akademide göremiyoruz? Neden öğrencisi ve hocasıyla akademi mensupları soluyabilecek taze havayı akademi dışında arıyorlar?
Muhreç bir akademisyen olarak hep söylediğimi bir kez daha söyleyeyim. İhraçtan önce de akademi çok matah bir yer değildi. İhraçlardan sonra da mahvolmuş ve bitmiş değil. Üniversite için belki, şahtı şahbaz oldu denilebilir. Yoksa alanında yetkin, kıymetli hocalar hâlâ görevlerinin başında. Ama diğer taraftan üniversite denen cadı kazanı nasıl kaynıyorsa, aklı başında olan herkes - ya emekli olarak yahut da bir yurtdışı bursu alarak - oradan kaçmayı düşünüyor. Bu aradaysa üniversitenin yegâne derdi ve faaliyeti, vatanseverliğini ispat etmekten ve vatanseverliği sürekli taze tutmaktan ibaret. Ama vatanseverliğin, bütün erdemlerine ve faydalarına rağmen bugüne dek bilgi ve düşünce üretebildiğine şahit olunamamıştır.
İşte bu nedenle ülkenin dört bir yanındaki hukuk fakültesi öğrencileri insan hakları öğrenmek için Kasım Akbaş’ın tercümelerini okumak zorundalar. Tam da bu sebeple derslerde adını duydukları Kelsen ve Dworkin’le tanışmak için Ertuğrul Uzun’un tercümelerine müracaat etmeye mecburlar. Yine aynı gerekçelerle sınıfta dersini dinledikleri “Hukuk Başlangıcı”nı bir de YouTube’da Ertuğrul Uzun’dan dinlemeyi tercih ediyorlar. Aynı insanlar, aynı bilgi açlığıyla bunun için Eskişehir’deydiler.
Derinde, görünmez, etkisiz, yalnız ve azınlıkta olan bu insanlar, sözün ve düşüncenin özgürleştirici gücüyle geleceği belirleyecek kadar koyu bir çizgiyi tarihin akıntısına çektiler. Unutmayalım veya Octavio Paz’ı hatırlayalım; kültür kalabalıklar üzerinden değil, bu görünmez azınlıkların üzerinden geleceğe aktarılır. İşte buna ilk kez bu kadar yakından şahit olmanın umuduydu yeşeren.
Bu hafta sonu Eskişehir’de iki şeyi çok net öğrenmiş olduk. Birincileyin, insanların işlerini yapabilmeleri için bir işleri olması gerekmiyormuş ve insanlar işlerini iyi yaptıkları sürece de birbirlerine ilham verebiliyormuş. İkincileyin, üniversitenin düşünceye ve bilgiye ihtiyacı kalmamış olsa dahi toplumun düşünceye ve bilgiye ihtiyacı olabiliyormuş; bu nedenle üniversitenin ihtiyaç duymadığı hocalarının da aslında üniversiteye hiç ihtiyacı yokmuş.
Merhum Çetin Altan’ın meşhur ettiği o ifadeyle söylemek gerekirse, enseyi karartmayın efendim. İşini iyi yapan insanlar ve onların yaptığı işleri takip eden başka iyi insanlar olduğu müddetçe bir memleketten umut kesilmez.
Amatör bir muhabir olarak bütün heyecanımla Eskişehir ayazında bu hafta sonu bizim için değilse de geleceğimiz için bir umut yeşerdiğini bildiririm.