Her şeye rağmen insanlık ve sivil dayanışma galip geldi, tek güç ve umut burada. İmkanı olan olmayan pek çok kişi ve kuruluş deprem bölgesine yardım için elinden gelenin ötesini yaptı. Vicdanı ve aklı olan hemen herkes, kendi şahsi sıkıntılarını bir hafta için olsun paranteze alıp “başkalarının acısı”na baktı.
Zaman insan icadı olsa da hayatımızın çoğu sayılar etrafında dönüyor. Biz maalesef matematikle arası çok iyi olan bir toplum değiliz. Bu ayrım çok sevilse de sözel ve sayısal zeka olabildiğince bir arada işletilmedikçe bu çok zor hayatı anlamak daha da zorlaşıyor. Söz, yerine göre teselli, anlama ve anlaşılmanın başlıca yolu, çaresizler için tünelden çıkıştır; insanlar ve toplumlar arasında köprü. Dilimiz dünyamızdır.
Havada uçan uçaktan insanı hayatta tutan vücut ısısına, şiddetli bir depremde hangi binanın yıkılıp hangisinin ayakta, bir insanın hangi koşullarda ne kadar hayatta kalabileceğine varana dek pek çok şeyse rakamlarla ilgili. Rakamlara hâkim değiliz ne soyut ne de somut düzeyde. Emeğimiz karşısında aldığımız ücretten ödediğimiz vergilere ve onların nerelere gittiğine her şey, yönetenlerin elinde. Toplumun çoğunluğunun matematikle arası iyi değil ki son günlerde bunun bilinçdışı ketlemelerin yanında kapitalizmin işleyişiyle gayet uyumlu nedenlerle bilerek geri bıraktırılan bir yanının olduğunu düşünmeye başladım. İstatistikler ve resmi veriler kesinlikle yalan söyler ama söylenenin ötesini hesap edebilmek elimizde. Düşünce, en basit tanımıyla ilk bakışta ilişkili olduğunu düşünmediğimiz iki şey arasında bağ kurma becerisi ve düşünebilmenin de üretebilmenin de tek yolu konsantrasyon. Johann Hari’nin son zamanlarda hep andığım müthiş kitabı “Çalınan Dikkat”te üstüne basa basa söylediği gibi, kapitalizm olayları ve durumları geniş açıdan görebilmenin tek aracı olan dikkatimizi olabildiğince tüketime yönlendirip parçalarken hem sözel hem de sayısal zekayı, temel düşünebilme becerilerini baltalıyor. Bunu yaparken hem ömrümüzü tüketiyor hem de kolektif eyleyebilme becerimizi.
Yine de bu son depremde toplumun çoğunluğunun yaşadığı en yoğun his, idrakine tam varılması çok uzun sürecek büyük bir acıyla birlikte boğucu bir haksızlık hissi oldu. Sayılarla, sözlerle, kaderle, mümkün her yolla aldatılma, kandırılma hissi. Çaresizlik, yalnızlık ve yarı yolda bırakılmışlık. Deprem kucağımıza hazmı çok zor bir acı, travma ve yas süreci bırakırken algı kapılarını da olabildiğince açtı. Çünkü insanın haksızlık karşısında dayanmasının bir sınırı var.
Herkesin, şu kısacık hayatta güvenmeye, inanmaya, temel gereksinimlerinin karşılanmasına ve üstüne kendini gerçekleştirebilecek, ‘an’a anlam kazandırabilecek yolları bulmaya ihtiyacı var.
Sevdiklerimizi korumaya, sevdiklerimiz tarafından kollanmaya, hayatımızı üstüne kurduğumuz değerlerin, vatan, millet, inanç kavramları etrafında şekillendirilen fedakarlığın bu dünyada da biraz olsun nefes aldıracak karşılıklarını görmeye ihtiyacımız var.
Depremin ilk gününden beri kafamda ara ara iki Cem Karaca şarkısı çalıyor ki hiç gizemli bir yanı yok bunun: “Deprem sonrasıdır/ Yalnız sağlam binalar ayakta kalır bi’tanem”. İkincisi de “hep kahır hep kahır hep kahır…” Bıktık ya, bıktık, biraz aklı, vicdanı, burnundan ötesini, hayatı, başkalarını görme yetisi olan herkes bıktı… “Coğrafya kaderdir” ya da “kederdir, hederdir…” klişesinden bile bıktık. Bu kadar kederli kader olmaz.
“Asrın felaketi” olarak değerlendirilen iki büyük depremin üzerinden 6 gün geçti. Hala ulaşılamayan bölgeler, enkaz altında kestiremeyeceğimiz kadar çok sayıda insan var. Kurtarmaya ve yaşatmaya yönelik onca tedbirden önce akla gelen “bant daraltma” önlemi nedeniyle depremin hala umut veren ilk günlerinde insanların elinden göçük altından seslerini ya da yakınları ve tanımadıkları insanların yardım çığlıklarını duyurmak için son çare bir süreliğine alındı. Öncesinde ve sonrasında birçok insanın yerini, yaşadığını bildikleri yakınları için günlerce çırpındığına şahit olduk. 6. günde tek tük umutlu haberlerle beraber akın akın kayıp haberleri geliyor, maalesef. Çok üzgün, öfkeli ve hala şoktayız, hepsi birden.
Bu büyüklükte bir bölgede, bu şiddette bir depremin düştüğü yer “her yer”dir, az çok hepimizi yakar. Rant, çarpık yapılaşma, “20 yıldır ödenen deprem vergileri nereye gitti” diye sorduran hazırlıksızlık, yarılan yollar, çöken pistler, “deprem sonrası bina” diye pahalıya satılıp kağıt gibi yıkılan yeni binalar ve olmaması gereken daha bir dolu şey… Evet belki bu “asrın felaketi” ama doğal afetin bu çapta bir felakete dönüşmesi önlenebilirdi. 15 kadın yürüyüşe çıktığında dört taraftan kuşatan kolluk kuvvetlerinden orduya, madencilere dek devasa bir kurtarma gücü çok daha etkin ve hızlı biçimde yönlendirilebilirdi. 99’ depreminin yaralarını sarmanın başlıca yolu olmuş sivil inisiyatif ve dayanışmanın yollarına taş tıkanmayabilirdi. En şüpheci bakışın bile sınavından geçen, yıllardır tek başına “dövlet” gibi yardım örgütlemekten başka derdi yok görünen ve gayet barışçıl biçimde “hem AFAD hem AHBAP bizim” diyen Haluk Levent ve AHBAP trollenip baltalanmak yerine desteklenebilirdi. Tüm bunlar çoğumuzun ifade ettiği, enkaz başındaki depremzedelerin yakınları için yardım çığlıklarına, “bunu dedim diye beni hapse alacaklarsa alsınlar” isyanlarına bile iç sızlatan bir kaygıyla sızan, TV ana haber sunucusunu bile isyan noktasına getirmiş (çünkü haysiyet ve hakkaniyetin evrensel sınırları vardır) şeyler. Haksızlığa ve acıya kendi imkânı ve üslubunca isyan eden bu kadar çok insan hangi hapishaneye konabilir?
Deprem sonrası ilk günlerde bu konuda yazmakta zorlandım, daha idrakine varamadığımız bu göz göre göre felaketin fotoğrafları üzerine Oksijen’in, içinde sevdiğim yazar/insanların da bulunduğu “deprem fotoğrafı altı şiir müsameresi”ne de, olan biten yeterince üzücü değilmiş gibi videolar üzerine döşenen sakil dizi müziklerine de tabii ben de isyan ettim. Bu kadar travmatik bir toplumda acıyı karşılamak, acıyı yağmalamak, kendini geride tutup ses veremeyenin sesi olmak gibi net ayrımlar konusunda hala ciddi sıkıntılarımız var, bu konuda ayrıca yazacağım bir ara. Neyse hem gazete hem de sevdiğim yazarların çoğu uygun bir dille özür diledi, “dumurdur, insan hata yapan bir varlıktır, olur” diyelim, tüm hatalar gibi tekrarının olmamasına yoğunlaşalım.
Memleketim Diyarbakır, pek az gördüğüm Kahramanmaraş, Elbistan ve zarar gören tüm illerdeki dayanışma, kendi acısını kenara alabilen vakur insanlık onuru göğsümü kabartıyor. Güzelim insanları, güzelim kültürüyle yok olmanın eşiğine gelmiş canım Hatay ve tüm şehirler için de, yalnız insanlar değil, içlerindeki tüm canlılar, tarih, kültür ve gelecek için de içim, içimiz yanıyor.
Her şeye rağmen insanlık ve sivil dayanışma galip geldi, tek güç ve umut burada. İmkanı olan olmayan pek çok kişi ve kuruluş deprem bölgesine yardım için elinden gelenin ötesini yaptı. Vicdanı ve aklı olan hemen herkes, kendi şahsi sıkıntılarını bir hafta için olsun paranteze alıp “başkalarının acısı”na baktı. Belki de artık “metaforik babalar”dan medet ummayı bıraktığımızı, devletin “baba” olmadığını anladığımızı, dışarıdan gelen onca samimi destekle “bize bizden başkası düşman” algısından da bir nebze olsun sıyrıldığımızı umuyorum.
Bunu dün yazmıştım: Umut, umutsuzluk değil, “buradan artık başka bir yere çıkacağız” duygusu… Bu hazmı çok zor yas da bunun içinde, şu an, şimdi hayatta olsak da hepimizin kırılganlığımızın artık nihayet, olabildiğince farkına varması da. Bu varsa, acı çekenler ve yas tutanlar için sabır, yaşayanlar için umut amaç ve teselli var, sanki. İyilik kazanacak ya da herkes kaybedecek. İyilik yoksa hayat yok.