Sonrasını tasarlarken, öncesinde uzlaşmak ve yüzleşmek

Düzenleme hevesi yerine, “bu defa da bırakalım dağınık kalsın” veya hastaya tedavi dayatmak yerine “kan dolaşımını düzeltelim, yaşama tarzını iyileştirelim” yaklaşımı görsek belki çıkışı bulabiliriz.

Aydın Selcen yazar@gazeteduvar.com.tr

Sonrasına ilişkin eski AİHM yargıcı emekli Büyükelçi Rıza Türmen bilgeliğine yaraşır iki yazı yazdı. Kuşkusuz önemli ancak Sedat Peker’in 50 milyonluk izlenme oranına ulaşan bir tripod ve bir kamerayla Dubai’den yayınladığı videolarının bize hepimize anlattığı, öncesine ve bugüne dair herhangi bir yaklaşım birliğine sahip olmadığımız. Sözünü ettiğim orandaki güncellik değerine rağmen Peker’in yeraltı dünyasına ait kimliği nedeniyle bu videoların görmezden gelinmesini savunan veya mevcut rejimin ona değil kendi veya başkalarının mücadelelerine yenileceğini öne sürerek bir adım öne atlayanlar da var. Hepsini bir yazıya tıkıştırmak güç ama kendimce burada bir suyu berraklaştırma denemesi yapmaya çalışacağım. Zoraki uzun olacak, hoşgörünüze sığınırım.

Peker iri yumruğunu öfkeyle masaya vurduğunda yere uçan ve oğlunu “onu oradan al evlâdım” diyerek uyardığı metalik nesnenin “Teşkilat-ı Mahsusa’nın (TM) yüzüğü” olduğunu öğrendik. Nitekim anlatıcı çeşitli bölümlerde Kuşçubaşı Eşref ve Bahaeddin Şakir’e atıf yaptı. Bana kalırsa kendi ördüğü anlatısının tutarlılığı bakımından Çerkes Ethem de iyi belki daha iyi otururdu ama neyse. Daha önce yazdığım üzere Dr. Bahaeddin Şakir, 17 Nisan 1922’de Berlin’deki sürgününde büyükbabamın babası Cemal Azmi ile yan yana öldürülmüştü. İkisi de savaşın yitirilmesiyle birlikte yurtdışına çıkan ve işgal döneminin Divan-ı Harp’ında Ermeni Soykırımı bağlamında ölüm cezasına çarptırılan İttihat ve Terakki’nin (ITC) tepe kadrolarındandı. Teşkilat-ı Mahsusa’nın rolü, yapısı, bütçesi, özetle etkinliği esasen ciddi tarihçiler açısından tartışmalı. Arşivi de yakılmış. Bugüne dek evrilerek, dönüşerek geldiğine ben kişisel olarak ikna olmuş değilim.

Kuruluş ve kurtuluş ve hatta (anladığım kadarıyla kimi sosyal bilimcilerle kirli bir terim addedilen) modernleşme* anlatısını 1919’dan değil daha erkenden, hiç yoktan 19. yüzyıl ortalarından aldığımızda karşımıza başka bir sonuç çıkıyor. Laik cumhuriyetin düşünsel kökenlerinin oralara yaslandığı, “yeniyi” kuranların 19. yüzyıl son çeyreğinde doğmuş ve aynı çevrelerde bulunmuş “seçkinler” olması da bende bir şok etkisi yaratmıyor. Ondan yüz küsur yıl sonra günümüzde yer sofrasına bağdaş kurup oturmakla gösterilmeye çalışılan yerlilik, millilik, öz benlik iddiasının da safsatadan, hayal edilen bir kimlikten ibaret olduğu görüşündeyim. Merceği farklı odaklarsak bugünlere gelen “derin devlet” kült(ür)ünün ucunu TM’nın öncesine, ucu II. Abdülhamit’in Yıldız Sarayı merkezli hafiye teşkilâtına da bağlayabiliriz. Darbeler tarihimizi Abdülaziz’in hal edilmesine dek geri götürebilir, 1909 31 Mart Vakası’nı veya ITC’nin orada açılan siyaseten en çoğulcu dönemlerden birini Balkan Bozgunu arka planı önünde veya o gerekçeyle 1913 Bab-ı Ali Baskını’yla kapatmasını da milat kabul edebiliriz.

ITC’nin sivil bir siyasal yapılanmanın ve meşru iktidar sahibi olmanın ötesinde kendi istihbarat, asayiş, cephe gerisi direniş ve cephe ardında örtülü harekât kabiliyetine sahip, “gerektiğinde rutin dışına çıkan” gündüz külahlı, gece silahlı uzantılarının olduğu bir gerçek. ITC’nin güvenlik ve istihbarata karşı koyma bakımından dönemin Mason localarında toplantı düzenleyen bir gizli örgüt de olduğunu ve partinin dar yönetici kadrosunun resmen görev almasalar da ülkenin yönetiminde merkez konumunda olduğunu da biliyoruz. Savaşın ardından mevcut direniş yapılanmasının Müdafaa-i Hukuk Cemiyetlerinin nüvesini oluşturduğunu da veri kabul edebiliriz. Yukarıda saydıklarım gibi, bu açılardan da “içine tükürürüm böyle cumhuriyet aydınlanmasının” yollu değerlendirmelerin veya “Sakarya Savaşı’nda onbin firari vardı” gibi sansasyonel olacağı varsayılan ifşaatların dolayısıyla bende pek kaş kaldırıcı karşılığı olmuyor. Amiyane tabirle “ya ne olacağıdı?” diye sorasım geliyor.

Cumhuriyeti kuran kadrolar haliyle ITC ve çoğunlukla asker kökenli olsalar da erken dönemde iktidarın silahlı kuvvetler, istihbarat ve hele hele emniyet tarafından paylaşıldığını iddia etmek bence gerçekleri yansıtmıyor. Anlatı Soğuk Savaş’ın başlangıcı ve Türkiye’nin NATO ittifakına başat görevi SSCB’yi çevrelemek ve komünizmle mücadele olan bir kanat ülkesi sıfatıyla katılmasıyla yeniden nitelik değiştiriyor. TSK ve MİT için yeni bir tür “modernleşme” başlıyor. 27 Mayıs 1960 darbesiyle bir anlamda 1913’te bıraktığımız yere geri dönüyoruz. Ancak ortam ve Türkiye’nin uluslararası konumu çok farklı. Kültürde (“cezasızlık”) süreklilik var ancak teşkilât dönüşüyor. Seferberlik Tetkik Kurulu gibi içe dönük bacaklı bir Özel Harp Dairesi kuruluyor. MİT de askerî yönetimde. TİP’in Doğu Mitingleri Kürt isyanlarına Dersim tertelesiyle nokta konulamadığını gösteriyor. 1970’lerde Soğuk Savaş’ın Avrupa’daki “kurşun yılları” bir yanda, Filistin başta halk kurtuluş hareketleri ve Lübnan İç Savaşı diğer yanda, Türkiye de neredeyse bir iç savaş durumuna geliyor. Esasen, kabaca 150 yıllık tarihsel perspektiften bakışla “darbe-devrim-iç savaş” kavramsal harmanı da bizatihi zihin açıcı. Önce ASALA, sonra PKK nasıl mücadele edileceği bilinemeyen heyulalar olarak beliriyor. 12 Eylül 1980 askerî darbesine geliyoruz ki, bugün artık üzerinden 40 sene geçmiş bir “bütün kötülüklerin anası” konumunda yaygın uzlaşı var.

Solun üzerinden de, sivil toplumun üzerinden de silindir geçiyor. Terörle mücadele adı altında adı konulmuş/konulmamış bir OHAL yerleşikleşiyor. O daimî OHAL devletin şiddet kullanma ayrıcalığı meşruluğunda eline silâh verilen güvenlik bürokrasisi ile yeraltı dünyasının girift ilişkilerine verimli zemin sağlıyor. Alacakaranlıkta cezasızlık kültürü, ifade özgürlüğü kısıtlaması ve güdümlü yargı vb. berdevam. Silah ve narkotik ticaretinde pasta büyük. Güneydoğu’da yaratılan resmi kara delikte bu ticaret el değiştiriyor, ticaret devam ediyor. 1990’ların siyasi cinayetleri, sözde fail meçhuller, köy yakmalar, kötü muamele ve işkence yılları o omurganın çevresine örülüyor. Karabasanda yeni bölümün perdesini 7 Haziran 2015 seçimlerindeki HDP başarısı ve ardından (hiçbir şeyin olmadığı ama yine de bir şeylerin olduğu) 15 Temmuz 2016 darbe girişimi kaldırıyor. Kim bilir kaçıncı kez başa dönüyoruz. Kayyımlar, siyasi tutuklular, komşu ülkelere yayılan savaşlar ve nihayet Peker’in ifşaatları, marinalara çökmeler, Kolombiya’lardan peynir ithalatları vs. derken gelebildiğimiz yer burası. Aslında ilginç bir boyut da Cengiz Erdinç’in** dikkat çektiği üzere anlatının sürekli aynı 500-600 sabit oyuncu etrafında dönüyor oluşu.

Türkiye’nin anlatısı çok mu kendine özgü? Farklı yönleriyle karşılaştırma amaçlı kafamıza göre bir tur atalım. Rusya’da çarlık devrimle yıkılıyor, yerine gelen SSCB yönetim düzeninde yurttaş açısından değişen çok şey yok. Kısa süreli bir bocalamanın ardından devletin sahipleri geri geliyor, bugünkü “siloviki” rejimi oluşuyor. İspanya toplumsal sözleşme bakımından Franco sonrasında unutmayı yeğlerken, merkezden yerele olağanüstü genişlikte yetki aktarımına cevaz veren bir devlet yapısını benimsiyor. Yunanistan, Nazi işgali, iç savaş ve cunta yönetiminden canlı bir sivil toplumla çıkmayı başarıyor. Fransa, II. Dünya Savaşı’nın ardından yirmi yıl daha savaşıp, V. cumhuriyete geçip, DeGaulle’e suikastleri ve darbe girişimlerini de atlatıp, eski Afrika sömürgelerine yönelik her türlü kapalı devre al takke-ver külah tezgâhları da geçip, nihayet Ruanda Soykırımı, Cezayir Savaşı, laiklik, toplumsal kimlik gibi dosyalarla yüzleşmeye başlıyor. Brezilya’da ülkenin kuruluşundan beri söz sahibi dört-beş büyük girişimci, asker ve sağıyla soluyla yozlaşmış siyasetçilerden beslenen lağımın kapağı önceki cumhurbaşkanı Lula’nın hapse girmesiyle atıyor. İtalya’da mafyalı, Gladio’lu, P2 localı, Andreotti-Craxi’ler gibi bol dinazorlu, bol cinayetli, rüşvetli düzen de Berlusconi’li, Beş Yıldız’lı bir komediyle ama gözüpek vali, savcı, emniyet müdürleriyle de çözülüyor. Listeyi dilediğinizce uzatabilirsiniz. Ancak dünyada biricik olmadığımız konusunda uzlaşabiliyoruz herhalde.    

Kurucu önderi Atatürk’ün bir biyografisini dahi yazamamış bir cumhuriyetin Ermeni Soykırımı, Kürt Sorunu, Kıbrıs, AB üyeliği, sınırötesi harekâtlar ve hatta devletin tanımı konularında bir toplumsal uzlaşıya nasıl varacağı belirsiz. İçeriği ve hangi yaraya kendiliğinden merhem olacağı müphem bir “Güçlendirilmiş Parlamenter Sistem” dışında ki, o bile zinhar yazılı olmamak kaydıyla, herhangi bir ortaklık zemini olmayan “demokratik” muhalefet, bu başarısıyla (!) şimdiden göneniyor. Bir tripod ve bir kamerayla çekilen videolar elli milyona hitap ederken, muhalefetin çarşı-pazar-esnaf ziyaretleri ve ısmarlama tanıtım işlerinin sönük kalması herhalde manidar. Bugüne dek kâh başımız okşanıp, kâh ensemize şaplak vurularak ama hep yatakodalarımızın kapılarının içlerine birer yönetmelik asıp, nasıl yaşayacağımızı, neyi yapıp neyi yapamayacağımızı dikte eden yönetimlerimiz oldu. Şimdiki yeni-eski muhalefetten de en fazla “biz iktidar olunca söz, bizi eleştirebileceksiniz” vaadini duyduk. Eh, Allah bin bereket versin, hassaten teşekkürler ederiz. Düzenleme hevesi yerine, “bu defa da bırakalım dağınık kalsın” veya hastaya ameliyat, tedavi dayatmak yerine “kan dolaşımını düzeltelim, yaşama tarzını iyileştirelim” yaklaşımı görsek belki çıkışı bulabiliriz. Benim sokak ağzıyla anlattığımı doğru anlıyorsam Murat Sevinç “yaşayan anayasa” kavramıyla açıklıyor. Büyükelçi Türmen de son iki yazısında o arzulanan dönüşümün altyapısını koyup, çerçevesini çiziyor.       

Celâl Haddad’ın, Ruşen Çakır’ın imza yayın bitirişi “söyleyeceklerim bu kadar” cümlesine atıfla, “söyleyeceklerim bu Peker” müstehzi tüvitini alıntılayarak bitirebilirim sanırım. Peker’in “temiz toplum diyenlerden sakının, zira insanlar pis” veya “çakma solcular, çakma vatanseverler” çıkışlarının, onun muradı farklı olsa da, belki taslağını anahatlarıyla çizmeye çalıştığım anlatı bakımından bir gerçekliğe oturduğu belirtilebilir. Savcı gözüyle, siyasetçi gözüyle, yurttaş gözüyle, tarihçi/sosyal/siyaset bilimci/sosyolog gözüyle, STK gözüyle, gazeteci gözüyle aynı derede yıkanan bizlerin ayakları arasından farklı sular aktığı eklenebilir. Yüzleşme ve uzlaşma aranmadan, dönüşüm ve ilerleme sağlanamayacağı savlanabilir. Demokratik muhalefetin, Sedat Peker’in anlattıklarına kulak kabartıp, “kutsal devlet” adına gözü kapalı destek olageldiği dış politika, milli savunma, sınırötesi harekâtlar, terörle mücadele dosyalarında kendini ve iktidarı sorgulaması umulur. Yoksa birkaç on yılı daha “hamam aynı hamam, tellâk farklı” teranesiyle yitireceğe benzeriz.      

*Açıkça söyleyeyim “modernizmle hesaplaşılmalı” yaklaşımının kişisel gündeminde hele bugün hiç yeri yok. İlerleme, aydınlanma, modernite bende dudak bükme veya tiksinti tepkisi yaratmıyor. Modernleşme için neden özür dilenmesi gerektiğini anlamıyorum. Kökenleri 20. yüzyıl başlarına götürülebilecek modernist mimarlık akımının örneklerini de, iç dekorasyon uygulamalarını da beğenirim. Tuhaf kaçacak belki ama TRT3Radyo’da Alper Maral’ın yapımcılığındaki cüretkâr içerikli “Ses Örgüsü” programını da böylesi bir takımdan ayrı modernist düz koşu örneği olarak alkışlıyorum. Sadece Ruhi Su, Yaşar Kemal ve Musa Anter isimlerini yan yana dizdiğimizde; Bilge Karasu’yu anımsadığımızda vesaire dahi “aydınlanma” diye bir gerçekliğin var olduğunu ben kendi adıma görebiliyorum. Ayrıca laiklik, eğer dini yurttaşın vicdanına geri ittirme boyutu da içeriyorsa, bunun neden kökten biçimde eleştirilmesi gerektiğini de ben izah edemiyorum.    

**Baskısı tükenip yeni baskısının çıkması beklenen ”Overdose Türkiye” kitabı yazarı araştırmacı-gazeteci Cengiz Erdinç’le Mehveş Evin’in KısaDalga için yaptığı iki bölümlük söyleşiyi öneririm, ben çok yararlandım.                        

Tüm yazılarını göster