Türkiye tarihinin belki de en büyük ekonomik çalkantısını yaşadığımız, herkesin gözünü sayılardan alamadığı günlerdeyiz. Sanatın da sayılarla alıp veremediği oluyor elbette ve bunu bambaşka niyetlerle, en iyi dert edinenlerden biri de, eserleriyle İstanbul'a da gelen Roman Opalka'ydı.
Etrafıma bakıyorum. Sanırsınız ki, herkesin hesabında binlerce dolar, euro ve sterlin var; burnundan kıl aldırmaz bakışlarla veya ülke batacak endişesiyle gözünü döviz bürolarından ve cep telefonlarındaki o hiç bitmeyecek 'SON DAKİKA'nın telaşından alamıyor.
Bu LED ekranlardaki sayılarda boğulan, hayat gailesiyle mesulü olmadığımız halde içine gömüldüğümüz 'kayıp' nümerik sonsuzluğu, olur ya biraz ferahlarım diyerek odaklandığım sanatta da bir yerden, ama bambaşka gerekçelerle hatırlıyorum ben.
Yıl, 2001. İstanbul Karaköy'deki Sabancı Üniversitesi Kasa Galeri'de eylül-ekim ayları. 11 Eylül'ün ikiz şoku herkesin üzerinde. Fısıltıların duyulduğu galeriye yaşlı, sakin, ak saçlı, profesör gözlüklü bir adam geliyor. 19 Eylül - 12 Ekim tarihli 'Opalka 1965/1-∞' sergisiyle, Polonyalı kavramsal sanatçı Roman Opalka bu.
Sergide sanatçının 1965'ten bugüne 'Sayı Resimleri' diye anabileceğimiz akrilik tablo ve fotoğrafların yanı sıra, bir ses enstalasyonu da yer alıyor. Opalka'nın, ürettiği yapıtı 'seslendirdiği' bir çalışma bu. Roman Opalka 1972'den bu yana, tuvaline aktardığı sayıları resmederken, aynı zamanda sesli olarak da dile getiriyor. Keza, sanat kariyerinde sadece bu yöne odaklanmaya da, 1970'te karar veriyor.
Çalışması sırasında, yazdığı sayıları yüksek sesle söyleyip kaydeden ve böylelikle sanat pratiği ile kişisel yaşamı arasında organik bir bütünlük kuran Opalka, çalışmasının sonunda eserinin ve kendi yüzünün zaman içindeki değişimini de fotoğraf yoluyla ölümsüzleştiriyor. Tabii o yıllarda bu denli meşru ve popüler değil, ancak bir tür kavramsal 'selfie', yaptığı şey Opalka'nın; ya da sanatın ta kendisini sonsuzluğu yansıtan fanî, kırılgan bir ayna olarak kullanıyor... Opalka bu siyah-beyaz oto-portre fotoğrafları çekmeye 1968'de, her iş gününün sonunda olmak üzere başlamış.
27 Ağustos 1931'de Fransa'nın Abbeville bölgesi Saint-Lucien yerleşiminde doğan Opalka, 6 Ağustos 2011'de İtalya'nın başkenti Roma'da öldü. Dolayısıyla bu yazının çıkış noktası, her ne kadar Türkiye'deki ekonomik çalkantı olsa da, kendisinin doğum ve ölüm aylarına denk bir zamanlama ile yazılması da bana sorarsanız yine ilginç bir rastlantı.
Onun sayı resimlerinin ilki, halen Polonya, Lodz Modern Sanatlar Müzesi'nde korunuyor. Venedik ve Sao Paolo bienallerine katılan, eserleri Paris Centre Pompidou ve New York MoMA gibi önemli koleksiyonlarda tutulan Opalka'nın sonsuzluk teorisinden hareketle başlayan ve İstanbul'da izlediğimiz dizisinin, "Detail..."adını taşıyan her tablosu, 196 x 135 cm. boyutlarında ve her resim, ardışık sayıların dizilmesiyle oluşuyor. Dizinin ilk yapıtı,"Detail 1-35328"de, 1'den 35328'e kadar olan sayılar yer alıyor. İkinci tablodaki ardışık sayılar dizisi 35329 sayısıyla başlıyor.
79 yaşında yitirdiğimiz sanatçı, günde ortalama 400 'birim'/'figür'/'sayı' bırakabildiği tüm tablolarında siyah ve beyazın tonlarını kullanıyor. Sayılar , tüm resimlerde beyaz ile ifade ediliyor. Her yeni tuvalin fonu, bir öncekinden bir ton açık... Bu sürecin son aşamalarında, tuval fonu giderek sayıların beyazı ile buluşuyor ve sayılar görünürlüğünü yitiriyor. Geride 233 'Sayı Resmi' bırakan ve 'Hayat Kuru'nu bir bakıma '5 milyon 607 bin 249'da tamamlayan Opalka, yaptığı eseri "Zaman, yaşam ve ölümün ilerleyişine özgü felsefî ve ruhanî bir imge" olarak niteliyor. Bu fikir sanatçının aklına, ilk eşini Varşova'daki Cafe Bristol'de beklediği sırada gelmiş. Opalka'nın 'Sayı Resimleri'nin boyutlarındaki sabitlik ise, ayakta çalışmaya getirdiği kolaylık ve açık kollarla tuvali taşımanın uygunluğu olmuş, bu boyutlar da hiç değişmemiş.
Ölümünden sonra The Telegraph'ta çıkan bir biyografisinde, kimi sanat eleştirmenlerinin, yaptığı şeyi 'bir ömürlük intihar' olarak nitelediği ve kendisinin de 1987'de, bu konuda "Bizler aynı zamanda hem yaşıyor, hem de ölüm ile yüz yüze bulunuyoruz ki, bu tüm canlıların gizemi," dediği kayıtlara geçiyor. 1977'de Fransa'ya yerleşip, 1985'te, doğduğu Fransa'nın vatandaşlığına geri dönüyor, iki kez evlilik yapmış Opalka. İkinci eşi Marie-Madeleine, onun ardından, bıraktığı son sayı için, "Sonsuzluk tarafından belirlenen son" ifadesini kullanıyor. Nitekim sanatçı için de bu önemli ve vaktiyle şu cümleyi kurmuş: "Önemli olanı, 'Detay' resimlerimi nihayete erdirecek şeyin ben değil, ama hayatın oluşudur."
Tuğrul Eryılmaz idaresindeki Radikal İki'de yayınlanmak üzere o günlerde bir araya geldiğimiz, Fransa Sanat ve Edebiyat Liyakat Nişanı sahibi 'üstat' Opalka'yı, şu anda yeniden hayatla paylaşmak ve onu bir daha sonsuz kılmak için, hiç birimize böylesi bir ekonomik kriz daha gerektiğini sanmıyorum.
Ha, yine de 'ya ne alakası var be sanatla krizin,' diyebileceklere, konuyu yine ekonomik verilere çevirecek olursak, merhum Cumhurbaşkanı Turgut Özal'ın o eli kalemli, bıngıl dudaklarını emiş gücüyle, "bakınız, şunu da açık - seçik ifade edeyim":
2010'da Christie's müzayede evi Roman Opalka'ya ait üç 'Sayı Resmi'ni 1 milyon 300 bin dolara satmış. Yani 11 Ağustos 2018 Google ortalama döviz kuruna göre, bu 8 milyon 355 bin 100 yeni Türk lirasına tekabül ediyor. Bunun bir anlamı da, sanatçının hayatı boyunca ürettiği yapıtların ortalama 100 milyon dolar değerinde oluşu. Veya şöyle söyleyelim, Opalka'nın tuvalde bıraktığı her bir sayı, yine ortalama 16 dolara, yani bizim paramızla en az 100 liraya karşılık geliyor.
Artık onu dinleyelim mi?
Hammaddesi sayılardan menkul çalışmalarınızı, eski bir kasa dairesi, yeni bir galeride sergiliyorsunuz. Bu zıtlığı hiç düşündünüz mü?
Sayıların insana her zaman değişken ve dinamik bir şeyler verebileceğini düşünmüşümdür. Biz her zaman değişkeniz zaten. Buna bir 'Big Bang' fikriyle de yaklaşılabilir. Kavramın vaktiyle sosyalist ve komünist bir ülke olan Polonya'dan çıkış nedenleri bambaşkaydı. Felsefi olarak çok serbestti. Her şeyden önce Polonya 'Doğu Bloku'nda bir istisnaydı. Çağdaş sanatı dünyayla koşut yapabiliyorduk. Benim kavramımın hiçbir şekilde sanat piyasası ile ilgisi yok. Belki de bunun için ekonomik, ticari bir stratejisi yoktu. Hem zaten zengin de, piyasa da yoktu. Dolayısıyla bugün, Paris'te yaşayan bir sanatçı olarak dünkü kadar serbest olmadığımı söylemeliyim.
Yani ülkenin sosyo-politik yapısını estetik bir avantaja çevirdiniz...
Evet. Polonya'daki durum, o zaman için kapitalist bir ülkedekinden çok daha önemliydi. Hepimizin bir rüyası vardır. Yaşadığım ülkedeki toplumun insanı, doğum ve ölüm arasındaki mesafeyi iki kutup arasında, çok da ümidi olmayan bir dizgede arşınlıyordu. En azını elde etmekle var olabilmek söz konusuydu. Belki de hayat, topyekûn programlanmıştı; belki planlanmıştı. Bu planlanmışlık, gereksinimci, üretimsel bir durumu var ediyordu. Ben de, insanoğlunun bu gereksinimci tavrına karşı çıktım. Kendi kavramımda da bir planlama mevzubahisti ama Polonya için bu, anlamsızlığa tekabül ediyordu.
Resimlediğiniz ve galeride seslendirdiğiniz sayılar, NASA'nın 'Big Bang'ın ilk sesini araması gibi, evrensel bir düzlemden, sayıdan hareket ediyor.
NASA'nın bu girişimi de tesadüfen, benim bu resimlere başladığım 1965 yılında başlatılmıştı. Bu hikâyeyi kimse bilmez. Resimlere '1' imgesiyle başladığımda o da bir tür 'Big Bang'di. Bir astrofizikçi ya da matematikçi değilim. Hadiseyi tümüyle resimsel estetik yönden ele aldım. Maleviç'in beyaz karesini ve onun 'kare üzerine kare' imzasını anımsayın; benim karem de siyah zemin üzerine koyduğum beyaz '1' oldu. Nasıl, resimsel bir kavrama varabileceğimizi düşündüm. Maleviç bunu yaparak kendi kendini şah ve mat etti. Bulduğu, onu tatmin etti ve büyüledi.
Maleviç aceleci mi davrandı?
Bir duvarla karşılaştı. Onun alanında bu sanatı devam ettirmek imkansızdı. Tabii onun figürasyona dönüşünde politik, ekonomik ve sosyal nedenler de var. Sonraki figüratif tablolarını da 'kare üzeri kare' imzasıyla tamamlamıştır. Kendi oto-portresine de görünmez bir kare atar. Benim sanatsal gelişme biçimim ise Maleviç ve Duchamp'dan sonra nasıl devam edilebileceği sorunsalına dayanıyor. Duchamp zaten sanata karşı büyük bir sinikti. Maleviç ise naifti. Ama işin asıl tarafından bakıldığında Maleviç ve Duchamp sonrası bu durumdan nasıl çıkılacağı sorusunda yatıyordu. Benim bakış açım da, bu iki kutup arasında boyut değişimleri ve varyasyonlar ortaya koymak suretinde oldu. Öncü sanat açılımları içinde başka kavram bulamadık. Benim gelişme biçimim, daha ileriye ya da uzağa gitmiyor. Tıpkı 19'uncu yüzyıldaki edebiyat ve bugünkü filmde olduğu gibi. Değişen yalnızca dil oluyor; söylenen ise aynı. Bugün maymunlar gibi, nerede hareket varsa televizyonun karşısına yapışıyoruz. Ama televizyonun içinde çok az şey var. Artık aşırı iletilerin çürük meyvesi, iletişimsizlik noktasındayız.
Benim gelişme biçimimde ise 'sakin olalım, zamanı düşünelim' fikri yatıyor. Hayat, bir kuyruklu yıldız misali yavaş yavaş gelişiyor ve ilerliyor.
Meraklısına notlar: Resimlere resmî referans ve daha fazlası için: opalka1965.com adresini kullanabilirsiniz.
Ve Opalka'nın en son sözlerine dair bir not daha, bildiğiniz gibi evrenin sonsuzluğunda keşfedilen her bir gök cismi, sayısal kodlarla kataloglanıyor.