Sonu kötü biten üç hırslı lider: Kiros, Somoza ve Caracalla
Halkına ya da başkalarına zulmedip, paşa keyfine bakanların listesini yapsak, bu kadronunkinden çok daha 'orijinal' hikayeler buluruz kuşkusuz. Bu dünya maalesef tamamıyla etme bulma dünyası değil. Zalimleri kimimiz Allah'a, kimimiz tarihe havale eder; kimilerimiz de her ikisine birden...
Belarus Devlet Başkanı Aleksandr Lukaşenko'nun, elinde silahla poz vermesi, doğal olarak çok konuşuldu. Helikopterden tüfeğiyle saraya inip sağa sola emirler yağdırdığı video ise kimilerince “İşte her diktatörün sonu böyle olur, eline aldığı silah etrafındakilere bile güvenmediğinin göstergesi” şeklinde yorumlandı. Oysa bu pek doğru bir yaklaşım değil. Şili'nin sosyalist lideri Salvador Allende'nin darbeci Pinochet'ye karşı son dakikalarını elinde silahla geçirdiğini düşünecek olursak bunu daha iyi anlayabiliriz.
KİROS
Lukanşenko gibi bir oligarkı Allende ile kıyaslayacak değiliz. Fakat madem ki 'sonu kötü biten lider' hikayeleri ilgimizi çekiyor, o halde şöyle bir geçmişe gidip tarih sayfalarını kurcalayalım... Kaçarken yakalanan faşist lider Mussolini'nin komünistlerce baş aşağı asılarak infaz edilişini biliyoruz. Biz biraz daha gözden kaçırdığımız sonlara bakalım. Mesela Perslerin kralı Kiros'un ölümünden bahsedelim. Lidya'nın zenginliği ile nam salmış hükümdarı Kiros'a karşı kazandığı zaferiyle Perslerin en büyük imparatorlarından biri olur. Aklı başında, zeki bir hükümdardır. Böylece Anadolu'dan Babil'e, Medler'den İon ve Aiol kolonilerine kadar herkese diz çöktürür.
Ancak zamanında Kiros'u da etkisi altına alan ve sonunu getiren 'her şeye hakim olma arzusu' ona da sirayet eder. Gözünü Amuderya Nehri kıyılarında, Hazar Denizi'nin doğusunda yaşayan Massagetler'e diker. (Kimileri bu kavmin 'Türk' olduğunu ileri sürmektedir. Her at üstünde giden 'Türk' olmadığı gibi, Massagetler de Türki bir kavim değil, tıpkı İskitler gibi İrani bir gruptur). Oysa Massagetler kendi başlarına yaşamak isteyen, o dönem Persler için hiçbir tehlike arz etmeyen bir kavimdir. Başlarında da Tomris adında bir kadın vardır. Kiros önce kurnazlıkla Tomris'i yenmeye çalışır, evlilik teklif eder ki ülkesini böylece kan dökmeden alabilsin. Tomris bunu kabul etmez, Kiros da toplar ordusunu ve Massagetler'in ülkesine dayanır. Tomris, gönlü barıştan yana olsa da onu adil bir dövüşe çağırır: “Medler kralı, bu işlerden vazgeç, bu yaptıkların senin hayrına mıdır, değil midir, bilemezsin; bırak diyorum, kendi halklarına hükmet, bizim de kendi halklarımıza hükmetmemize karışma. Ama sanırım yolunu bu öğüde göre çizmek istemeyeceksin; öyle değil mi? Eğer ille de Massagetler'le boy ölçüşmek istiyorsan, o zaman nehrin iki yakasını birleştirmek için bu kadar zahmete katlanma, biz nehirden üç günlük yola kadar çekileceğiz; suyu geç ve ülkemize gel; yok eğer bizim gelmemizi istiyorsan bu dediğimizi sen yap.”
Fakat Kiros'un sırada bir hamlesi daha vardır, başında Tomris'in oğlu Spargapises olan Massaget ordusu, Persler'in kurduğu tuzağa düşer. Persler'in artçı kuvvetlerini takip eden Spargapises, Kiros'un kurduğu şölen masalarını görür; şaraplar, ateşler, etlerle dolu bir kamp... Massaget askerleri burada yiyip içip eğlendikten sonra sızarlar ve Persler çoğunu kılıçtan geçirir. Tomris'in oğlu ise esir düştüğünü fark ettikten hemen sonra, yalvar yakar ellerinin bağını çözdürür ve bir yolunu bulup kendini öldürür. Tomris ise Kiros'a şöyle demiştir: “Oğlumu bana geri ver, bir şeyler karıştırmadan çık git bu topraklardan, Massaget ordusunun üçte biri üzerinde kazandığın kaba zaferle yetin. Ama eğer bu dediğimi yapmazsan, Massagetler'in efendisi olan Güneş adına ant içerim ki, kan dökmeye doymayan adam, seni ben kanla doyuracağım.”
Bilinen dünyanın hakimi olmaya şu kadarcık kalmış Kiros bu tehdide aldırış etmez, taraflar savaş meydanında karşılaşır. Oklar atılır, mızraklar savrulur, kalkanlar parçalanır... Herodot'a göre bu savaş, gelmiş geçmiş en ağır savaşlardandır. Nihayet uzun ve kanlı mücadelenin ardından zafer Massagetler'in olur. Yerde yatan binlerce Pers'ten biri de Kiros'tur. Muzaffer Tomris, dumanı tüten savaş alanında, elinde tulumuyla gezmeye başlar. Her Massaget ya da Pers cesedinin yanına geldiğinde tulumuna akan kanlarından doldurur. En sonunda yerde yatan Kiros'u bulur, kafasını kopartır ve tulumun içine daldırıp der ki: “Canım sağ ve savaştan zaferle çıktım, ama sen beni öldürdün, hileyle oğlumu yakaladın; ama işte sen de sana önceden söylediğim gibi, benim elimle kana doyuyorsun.”
ANASTASIO SOMOZA DEBALYE
Şimdi biraz daha yakın bir zaman dilimine gelelim. Orta Amerika'nın yoksul bir ülkesi olan Nikaragua'nın tarihine kinle ve kanla kazınmış bir aile: Somozalar. Fakat ülkeyi 1974-79 yılları arasında yönetmiş Anastasio Somoza Debalye'nin sonu, hiç de huzurlu bir son değildir. Baba Somoza, nicedir iktidar koltuğundadır. O koltuk ki, barış anlaşmasından sonra, 'ABD'li askerler gidene kadar ülkemden gitmem' diyen Augusto Sandino'ya suikast düzenleyen, kendine muhalif köyleri yakıp yıkan, yandaş basın ile Latin Amerika'daki en çirkin örneklerini verdiren, göstericilere açılan ateşler sonrasında yüzlerce kişiyi öldüren, iç savaşları körükleyen bir koltuk...
Şaşırılmayacağı gibi aile hemen her zaman ABD'nin dümeninde hareket etmiş bir ailedir. Fakat 1980'lere doğru Sandino'nun mezarından çıkıp, tamamen Somozo'ların yakasına yapıştığına şahit oluyoruz. 1960'larda temelleri atılan, uzun ve zorlu bir savaşın nihayetinde Sandinist devrim başarılı olacak, bununla birlikte yıllar içerisinde sol içinde de eleştiriler alan bir konuma gelecektir gelmesine... Fakat bu, o yıllardaki Sandinist mücadele gerçeğini değiştirmiyor.
Anastasio Somoza'ya gelecek olursak, işler sarpa sarınca o da postunu kurtarmak için kendini Miami'ye atar. Fakat Sandinistler için defter henüz kapanmamıştır. Eski diktatörün Paraguay'da olduğu vakit, dört erkek ve üç kadın savaşçıyı suikast için görevlendirirler. Otomatik silahlar, roket atarlar ve bombalarla dişlerine kadar silahlanmış ekibin başındaysa bir Arjantinli vardır: Fokocu şehir gerillası hareketi Halkın Devrimci Ordusu'ndan (ERP) Enrique Gorriaran Merlo.
Somoza'nın günlük hareketlerini izleyen ekip, ardından pusu kurar. İlk roket atışı arabayı ıskalar, ikincisindeyse araba havaya uçar. Öyle ki Somoza'nın bedeni teşhis edilemez hale gelir. Geriye sadece dumanı tüten bir Mercedes ve hâlâ kavrulmakta olan bir yoksul ülke kalır.
CARACALLA
Tarihin belki de en aşağılayıcı sonlarından birini hatırlamak üzere tekrar geçmişe gidelim. Roma'nın ilk Afrika kökenli imparatoru Septimus'un ölümünden sonra, ülke doğu ve batı olarak iki oğlun yönetimine geçer. Hırsı ile babasını bile öldürmeye yeltenmiş Caracalla Batı'yı; züppe hareketleriyle bilinen Geta ise Doğu'yu alır. Her ikisi de karargahlarını İstanbul Boğazı'nın iki yakasına yerleştirir. Geta, bugün ismine Kadıköy dediğimiz Khalkedon'da, Caracalla da bugünkü 'Tarihi Yarımada' diyebileceğimiz Bizantion'a yerleşir. Fakat Caracalla'nın gözü asıl Doğu'dadır. Kardeşine diş bilemesinin ardından en sonunda onu ele geçirir ve Geta, annesinin kollarında can vererek hayatını kaybeder.
Elimizi attığımız her yerden kan çıkan dünya tarihi için tek başına bu, eşi benzeri olmayan bir gaddarlık örneği mi? Belki hayır. Fakat Caracalla daha sonra inanılmaz bir temizlik harekatına girişir. Kardeşinin uzağındaki yakınındaki herkesi avlar. Bunların içinde arabacılar, dansçılar, atletler ve şarkıcılar bile vardır.
Daha sonra bir hayalin peşine düşer bu gaddar imparator: Büyük İskender'i yeniden canlandırmak! Hoş, nice lider -tıpkı Akadlar'ın meşhur imparatoru Sargon gibi- Büyük İskender'e öykünmüştür. Tabii Caracalla bu hayalleri bambaşka bir gözle canlandırmış olsa gerek. Atına atlar, ordusunu toplar ve Doğu'ya sefere çıkar. Önce dönemin en görkemli kentlerinden İskenderiye'ye gider ve burada şehirdeki erkek nüfusunun neredeyse yarısını katleder. Çünkü burası onun gözünde Geta'nın şehridir. Yazar ve tarihçi Herodian şöyle der konu ile ilgili: “İskender için kalbinde yaşattığını ileri sürdüğü derin şefkate rağmen, Caracalla İskender'in şehrinin neredeyse bütün bir nüfusunu düpedüz yok etmişti.”
Bastığı toprağı, kendi topraklarını, kana bulaya bulaya ve kendi hikayesinin başrolü olarak şimdi de dışarıdaki Doğu'ya doğru harekete geçer. Caracalla, yine İskender'in Pers Prensesi Stateira'yla evlenip 'Doğu ile Batı'yı karıştırma düşüncesi'nden etkilenerek, Part Kralı Artabanos'un kızıyla evlenmeyi teklif eder. Amaç, sözde Doğu ile Batı'yı birleştirmektir. Artabanos, o günün dünyasında hiç de iyi anılmayan Caracalla'dan çekinir ve teklife önce yanaşmaz. Ancak nihayetinde kabul etmek zorunda kalır ve bu büyük düğün için şehrin dışında şaşalı bir tören hazırlığı yapar. Caracalla da bir düğün için haddinden fazla silahlanmış ordusuyla birlikte Doğu'ya doğru yürüyüşe geçer. Partlar atlarını ve silahlarını geride bırakıp tören alanına geldiğinde, Caracalla hepsini kılıçtan geçirir. Düğün, silahsız Partlar'ın kanıyla başlamadan biter.
Kurnazlığıyla muzaffer, elindeki kanlar henüz kurumadan dönüş yoluna koyulur. Kendi fantezi dünyasını bir başka İskender hayalleri süslerken, hiç beklemediği bir anda, hiç beklemediği bir şekilde kendi sonuyla karşılaşır. Carrhae yani bugün Urfa'daki Harran civarında ordusuyla birlikte mola verir. Öyle ya, imparator da olsanız, yol üzerinde ihtiyaç molası vermek durumundasınız. Caracalla da, mola yerinde tuvaletini yaparken suikast sonucu öldürülür...
Halkına ya da başkalarına zulmedip, paşa keyfine bakanların listesini yapsak, yukarıdaki kadronunkinden daha 'orijinal' hikayeler de buluruz kuşkusuz. Bu dünya maalesef tamamıyla etme bulma dünyası değil. Dünya Sultan Süleyman'a kalmıştır, kitaplar da bunu yazar. Zalimleri kimimiz Allah'a, kimimiz tarihe havale ederiz; kimilerimizse her ikisine de... Böyle yapa yapa, kayyımdan sonra belediye binasına giren seçilmiş belediye başkanı şaşkınlığıyla elimizdeki sorulacak hesaplar listesine bakıyoruz. Evet, zulüm eken fırtına biçer. Fakat bu fırtınayı görmeden huzurla dünyadan göç etmeleri de maalesef mümkündür. Anlaşılan ne dünün ne bugünün dünyasında tek bir adalet terazisi yok.
inline-ads adscode='gdad-news-inline' orientation='landscape' adnum='3' /]