Soprano Pervin Çakar'ın hedefi Mem û Zîn'i operaya uyarlamak

Dünyaca ünlü Kürt opera sanatçısı Pervin Çakar'ın sanat yaşamında Roboski dönüm noktası olmuş. Katliamın ardından kendini Kürt halkına adamak isteyen ve Kürtçe opera yapmaya karar veren Pervin Çakar'ın önüne hemen Türkiye gerçekliği çıkmış; iptal edilen konserler, 'bunu senden beklemezdik' çıkışları... "Vicdanımla baş edebilmiş olsaydım belki bir takım şeylere ulaşmış olacaktım ama kendim olmayı tercih ettim" diyen Pervin Çakar'ın şimdi önüne koyduğu hedef ise Ehmedê Xane’nin Mem û Zîn adlı eserini operaya uyarlamak. Bunun için sponsor arayışı devam ediyor.

Abone ol

Bircan Değirmenci

2011 yılı, aralık ayının son günleri. İtalyan zenginlerin kış tatilini geçirmek için geldikleri Alp Dağlarının güneyinde bulunan Dolomitler bölgesindeki Cortina D’Ampezzo şehri o yıl yine turist akınına uğramıştı. Pavarotti Vakfı’nın düzenlediği konser için buradaydı. Titizlikle provalarını yapmasına ve onlarca kez seyirci karşısına çıkmasına rağmen her zaman olduğu gibi sahne onu heyecanlandırıyordu.

Opera salonunu dolduran seçkin dinleyici; konforlu koltuklardaki yerlerini almış, onu bekliyordu. Az sonra sahnede kırmızı kıyafeti, tepesinde topladığı kumral saçlarıyla ışıl ışıl parlayan bir yıldız gibi belirdi. Bütün gözler ona çevrilirken o gözlerini kapatıp müziğin ritmine konsantre oldu.. Orkestrayla birlikte Almanca, İtalyanca aryalarını söylerken nefesler tutulmuştu. Naif duruşlu, narin bedeni sahnede adeta devleşmişti. Yüzlerindeki memnuniyet tebessümüyle, huşu içerisinde dinledikten sonra kendisini ayakta alkışlayan seyirciyi selamlayarak, sahneden indi.

Bir konseri daha sorunsuz atlatmanın huzuru ve yorgunluğuyla odasına çekildi. Haberlere bakmak için interneti açtı. Sosyal medyada gezinirken dağların eteğindeki karların üzerinde battaniyeye sarılmış yatan ve başlarında kendi anadiliyle ağıtlar yakan insanların görüntüleriyle karşılaştı. Ne olduğunu anlamaya çalışması uzun sürmedi. Kilometrelerce uzaklıkta bulunan ülkesindeki bir dağ köyünde çoğunluğu çocuk 34 köylü savaş uçakları tarafından ‘terörist’ zannedilip ‘yanlışlıkla’ bombalanarak parçalanmıştı.

Gözbebekleri büyüdü, boğazı görünmeyen bir el tarafından sıkılıyor, göğüs kafesi sıkışmaya başlamış, nefes almakta zorlanıyordu. Anaların ağıdına karşılık vermek istiyordu ama az önce sahnede duvarlara çarparak çağıldayan sesi kısılmış, çıkmıyordu bir türlü. Ağlayamıyordu, gözyaşları kan damlası olarak yüreğine akıyordu. Donup kalmıştı bu dehşet karşısında.. “Neden?” sorusu kafasında yankılanıp duruyordu. Vicdanının sesini susturamıyordu. Tıpkı görevi nedeniyle gittikleri Karadeniz’de, evde Kürtçe konuşulmasını yasaklamak zorunda kalan babasının hüznünü anlamaya çalışırken yaşadığı hissiyatın benzeriydi bu.

Müzikal yolculuğunun zirvesindeyken yaşadığı bu olay sanat hayatının dönüm noktası oldu. Kimden mi söz ediyoruz? Dünyaca ünlü Kürt opera sanatçısı Pervin Çakar’dan. Bugüne nasıl mı gelmişti? Gelin hikayesine birlikte bakalım.

Babası Mazıdağlı, annesi Derikli olan Pervin Çakar 1981’de Derik’te dünyaya geldi. Öğretmen olan babasının görevi nedeniyle Karadeniz’e gittiklerinde daha bebekti. İlkokul dördüncü sınıfa kadar Karadeniz Ereğlisi, Ordu Fatsa’daki köylerde geçti çocukluğu. Allah’a, yıldızlara, gökyüzüne şiirler yazan, toprağı eşeleyip sevdiği şeyleri gömerek daha güzel şekilde yeşermesini bekleyen, hayal dünyası zengin bir çocuktu..

Pervin Çakar, müzikal yaşamını, önüne çıkan zorlukları ve hedeflerini Bircan Değirmenci'ye anlattı.

Kimlik kartı sorunu yaşayan her Kürt gibi babası da Mazıdağlı olmasından mütevellit sürekli sürgün edildi. Bu nedenle kaygılı ve endişeli olan babası evde Kürtçe konuşulmasını yasaklamıştı. O yüzden Kürtçe çocukluğunda duyduğu bir ses olmaktan uzak kalmıştı. 11 yaşına geldiğinde babasının tayini Erzurum ve Erzincan’dan sonra bu kez Bismil’e çıkmıştı. Sılaya geri dönmüşlerdi.

Televizyonda izlediği Barış Manço’nun boynuna asarak çaldığı enstrüman dikkatini çekmiş, onun gibi çalmayı hayal ediyordu. Babası ona sürpriz yaparak bir gün eve elinde bir orgla gelmişti. Kendi kendine melodiler çıkartmaya çalışıyor, şarkı söylüyordu. Arabesk, pop ve halk müziği dinliyordu. Hiç bilmediği opera ise aklının ucundan bile geçmiyordu. Ortaokula burada devam ederken halk müziği yarışmasına girerek, sesini ilk o zaman fark etmişti. Yarışmada birinci olduktan sonra müzik öğretmenin teşvikiyle Diyarbakır Güzel Sanatlar Lisesi Müzik Bölümü’ne kaydını yaptırdı. İlk defa piyanoyla karşılaşıyordu. Enstrüman olarak viyolonsel çalıyordu. Mozart, Chopin çalan birilerini duyarak klasik müzikle tanıştı.

Okula devam ederken her yıl düzenlenen GAP Projesi kompozisyon dalında yarışmaya katıldı. “Kızımın Adı Dicle, Oğlumun Adı Fırat” başlığıyla yazdığı kompozisyonla rakiplerini geride bırakarak bölge birincisi ve Türkiye ikincisi seçildi. Yarışmayı kazandıktan sonra Ankara’ya götürmüşlerdi onu. Büyükşenir gözlerini kamaştırmıştı. Diyarbakır, Batman ve Şırnak’tan gelen ‘Doğu’unun bu başarılı çocuklarını Cumhurbaşkanlığı Köşkü'ne ve Anıtkabir'i dolaştırmaya götürmüşler, hediyeler vermişlerdi. Üç gün süren gezinin ardından bir gece düzenlenmişti. Devlet erkanından isimlerin katıldığı gecede GAP Bölge Sorumlusu Olcay Ünver müzik bölümünde okuduğunu öğrendiği Çakar’a Maria Callas’ın bir CD’sini hediye etmişti.

“CD’yi elime alınca şaşırmıştım. Maria Callas’ın kim olduğunu bilmiyordum. Ve bunu dinleyecek bir CD çalarım da yoktu. Kitaplarımın olduğu dolapta hatıra olarak saklamıştım” diyor.

Çakar, Gazi Üniversitesi Müzik Eğitimi Bölümü’nü kazanıp Ankara’ya gitti. “Şan bölümünü seçeceklerini söyleyen arkadaşlarım burada opera binası ve tiyatro salonlarının olduğunu söyledi. İlk defa gidip bir opera izledim ve büyülendim. Kesinlikle opera sanatçısı olmalıyım dedim.”

Okuldan aldığı bursla hemen bir CD çalar alarak beş yıldır kitaplarının arasında bekleyen CD’yi çıkartıp dinlemeye başladı. Defalarca başa alarak dinlediği Callas’ın sesini taklit ederek, onun gibi söylemeye çalıştı.

Derken arkadaşları Ankara Üniversitesi Devlet Konservatuarı’nda Oylun Erdayı adında çok iyi bir hocanın olduğunu ve onunla tanışması gerektiğini söylediler. “Hocanın dersine gittim, en son ben kaldım. Herkes şarkılarını söyledi. Ben sabırla beklemiştim. Kimse farkımda değildi. Yorgunluktan bitap düşmüş sesim bile kısılmıştı neredeyse. Hoca bir an bir dönüp bana ‘sen kimsin?’ diye sordu. ‘Ben sesimi dinletmek için gelmiştim size. Sabahtan beri buradayım’ dedim. ‘Gel bakalım dinlet’ dedi. Dinledikten sonra çok şaşırdı ve ‘Sen kimseyle çalışıyor musun?’ diye sordu. ‘Hayır ‘dedim. ‘Senin hemen bir şeyler yapman lazım. Altı ay içerisinde sen operaya gireceksin dedi. Tarih bile verdi anlayacağınız”

2003 yılında üniversiteyi bitirip Diyarbakır’a döndü. Müzik öğretmeni olmayı kesinlikle istemiyordu. Opera sanatçısı olmayı kafasına koymuştu. Sıra ailesine bu kararı açıklamaya gelmişti. Tepki, beklediğinden daha sert oldu: “Opera nedir? Başımıza bir şey getirmeyesin. Sanatçı olmak zordur, yapamazsın” dediler.

“Ekonomik kaygıları da var tabii. Beş kardeşin en büyüğüyüm ve babam tek maaşla bizleri okutmaya çalışıyordu. Ben ağlayarak babamı ikna etmesi için hocamı aradım. Opera hocam babamı aradı ve konuştu. Babam tam tersi bir tavır sergileyerek, ‘tabii ki yapabilir, gidebilir’ diyerek şaşırttı beni. Çok bozulmuştum. Bir gün hocam arayarak, Mersin Operası’nın açacağı sınava girmemi istedi. Gittim sınavları kazandım. Söylediğim aryalar beğenildi. Mersin’de yapamayacağımı ve Ankara’ya gitmek istediğimi söyledim. Hep büyük düşünüyordum. Şimdi olsa mesela daha küçük adımlar atmayı isterdim. Yine büyük düşünüyorum bazen ama şöyle küçük bir adım olsun daha sonra büyüğüne giderim diyorum. Daha dikkatli davranmaya çalışıyorum. O zamanki aklım o cesaretim, o havalı halim aklıma geliyor. Ne çok kibirliymişim. Allah'ım nasıl böyle bir şey yapmışım diyorum. Hayatta yapamazdım şu an olsaydı. Deli cesareti vardı bende.”

ANKARA'DA ZOR ZAMANLAR

Ve Ankara günleri başladı. Ankara’da kaldığı süre içerisinde hiç kendi evi olmadı. Yedi ayrı arkadaşının evinde kaldı. Bu da onu çok zorluyordu. “Hep başkalarının yanında kalıyordum. Aldığım maaş çok azdı. Yevmiyeliydi. Devlet Operası’nda figüranlık yapıyordum. Para yetişmiyordu. Kadrolu değilim, koroda söylüyorum. Solo söylemek istiyordum, hayallerim vardı. Bununla ilgili çok yalnız kaldım ve bunlar beni tabii ki zorladı.” Ankara’da kötü koşullarda geçen bir yılı sponsor arayışı içerisinde geçmişti. Çünkü Viyana’daki bir yarışmaya katılmak istiyordu. O dönem Doğu’dan gelen ve operayla uğraşan insanlar çok az olduğundan gazeteler sürekli olarak onunla röportaj yapmak istiyordu.

İTALYA'NIN ALTIN SESİ

Sonra İtalyan bir opera menajeri Giuseppe de Spirito Ankara’ya gelir. Bale bölümünde herkes sesini dinletmeye çalışırken tiyatroda büyük bir hengame. Pervin de koro bölümünde sesinin düzgün çıkması için durmaksızın şarkı söylüyor. Yine en sona kalmıştır. Menajerin yanına giderek sesini dinleteceğini söyler. Ağzından sadece bir cümle çıkmışken adam, “Tamam, dur!” diyerek, aryayı bitirmesine izin vermez. “Bugün kaç kez söyledin. Ben senin sesini dışarıdan dinledim. Bu sesle ilgileneceğim, haberleşelim” deyince Çakar, sevinçten havalara uçar. Mailleşmeye başlarlar.

Sponsor arayışlarını sürdüren Çakar, Ankara’daki seçmeleri geçerek, ülkeyi temsil etmek üzere Viyana’daki Hans Gabor Belvedere Opera Yarışması’na katılmaya hak kazanır. Diyarbakır’a gelerek, dönemin belediye başkanı Osman Baydemir’i ziyaret eden Pervin’e Baydemir destek olur.

“Baydemir’e gerçekten minnettarım. Yıllar sonra Perugia’da karşılaştık. Sanat yaşamımı sürdürmem için beni Diyarbakır’a davet etti ama ben dönmeyi düşünmüyordum. Burada eğitim alıyor ve uluslararası alanda kendimi göstermek istiyordum”.

Babasından dolayı edindiği yeşil pasaportunun faydasını ilk kez görür. Hemen bileti alınır ve İtalya’ya gider. De Spirito onu Floransa’da bir kaç tiyatroya dinletir. Opera otoritelerinin ortak kanısı Çakar’ın altın bir sese sahip olduğudur. De Spirito ona “Senin mutlaka İtalya’da olman lazım”der. Çakar hiç düşünmeden tamam diye yanıt verir.

“Tamam dedim ama nasıl yapacağımı bilmiyorum, para yok pul yok. Burs lazım, sponsor lazım.”

Aklında deli sorular, kafasında hayallerle Diyarbakır’a geri döner. Sponsor arayışını ona her zaman destek olan edebiyat öğretmeniyle paylaşır. Öğretmeni elinden tuttuğu gibi soluğu Büyükşehir Belediyesi’nde kültür danışmanlığı yapan Şeyhmus Diken’in odasında alır. “Buna iyi bak. Bu, yüzyılda bir gelebilecek bir soprano. Buranın sanatçısı ve buna yardım edeceksiniz” diye sözler dökülür öğretmenin ağzından. Çakar, şaşkınlıkla olan biteni izlerken Şeyhmus Diken, hemen telefonu eline alır, aradığı kişiye durumu izah eder. Telefonun diğer ucundaki sesin sahibi ise Osman Kavala’dır. Aradan birkaç hafta geçer ve İtalyan Kültür Merkezi yetkilisi olan biri Pervin’i arayarak burs vereceklerini söyler.

MANASTIR'DA KALIR

“Buraya gelin dediler. Gittim. Ne zaman gideceksiniz? dediler ‘Hemen yarın’ dedim. Kaybedecek zamanım yoktu. İtalya’da Osimo diye bir yerde akademi kazanmıştım. Çok önemli sanatçıların gelip ders verdiği bir yer. Kalacak yerim olmadığı için diğer öğrencilerle birlikte Katolik Manastırı’nda kalmaya başladım. Bir katedralin yatakhanesinde kalmak evde kalmaktan çok farklı bir deneyim. Papazlarla, rahibelerle dostluklarım oldu. Hâlâ görüştüklerim var, benim için dua ettiklerini söylüyorlar.”

İngilizce bilmesine rağmen İtalyanların dil konusundaki katı tutumu nedeniyle dili öğrenmekte zorlanır. “İngilizce bilseler de kendi dillerinin konuşulmasını istiyorlardı. Ben hep reddediyordum. Çok asiydim. 22 yaşındaydım. Her şeye muhalif bir yanım vardı. Hiçbir şeyi beğenmeyen, istemeyen, ‘benim tekniğim güzel, ben çok yetenekliyim, benim sesim çok güzel, her şeyim süper’ diyordum. İnsanlar beni indirmeye çalışıyor ama ben hep yukarıdayım. Şu an düşünüyorum da keşke o karakterimi, kişiliğimi biraz daha aşağı indirmiş olsaydım belki daha fazla imkan verilecekti bana. Sonra birileri size arkadan vurdukça hayat size öğretiyor nasıl insan olmanız gerektiğini. O zamanlar demek ki daha öğrenememişim.”

PERUGIA'YA YERLEŞİR

Akademide bir yıl eğitim aldıktan sonra Perugia’da yaşayan bir hocayla tanışır. “Ben elimden geleni yapacağım ve tiyatrolarda şarkı söylemeye başlayacaksın” diyerek, Perugia’ya gelmesini ve özel ders verip birlikte çalışmayı teklif eder. Perugia’ya yerleşir. O sırada Milli Eğitim Bakanlığı sanat üzerine verilecek burs için sınav açmıştır. Ankara’ya gelip sınava girer ve burs almaya hak kazanır.

Dünyayı gezen, kültürlere meraklı İtalyan Donatella Perfetti adında bir kadınla tanışır. Neden İtalya’da olduğunu anlatır Çakar. Perfetti ona inanıp, sever ve “Bu senin odan, bu senin havlun, bu da banyon” diyerek, evinin kapılarını ona açar. 10 yıl birlikte yaşarlar. İtalyancayı bu sayede daha hızlı öğrenir. “Benim en büyük güvencem olmuştu. Her konuda çok desteğini gördüm. Perfetti şu anda 83 yaşında, onunla halen görüşüyoruz. Ona minnettarım. O olmasa belki de İtalya’da kalamayacaktım”.

Maddi imkansızlıklar nedeniyle pizza restoranlarında çalışan, barlarda bardak toplayan, garsonluk yapan Çakar, öte yandan opera yarışmalarına katılmaya devam eder. “İtalya’da tiyatrolarda kadro yok. Başlama ve bitiş tarihini belirten bir kontratla çalışıyorsunuz”.

10 yıllık süre zarfında İtalya’nın çeşitli kentlerindeki büyük opera salonlarında sahne alır. Almanya, Arnavutluk, Kosova, İspanya, Rusya’daki Kremlin Sarayı'na varana dek birçok opera ve tiyatro temsillerinde Almanca, İtalyanca aryalarını söyler. Gazeteler ondan “Türk opera sanatçısı” diye söz eder. Hayallerine kavuşmuştur.

ROBOSKİ HAYATINI DEĞİŞTİRDİ

Ta ki 2011 yılına kadar. Roboski’de yaşanan olay hayatının seyrini değiştirmiştir. Olaydan haberdar olduğunda konser için geldiği Cortina D’ampezzo kentindedir.

“İnsanların sosyal medyada acımasızca paylaşımları beni çok üzmüştü. Öldürülenler Kürt ya da Türk olmanın ötesinde insandı sonuçta. Ben çok etkilendim. Çok sarsıldım ve kendimi sorgulamaya başladım. Yaş ilerledikçe daha farklı şeylere de ilginiz artıyor. Benim de öyle oldu. Özüme dönme, kimlik arayışı... Ben kimim, neyim? Ve elbette vicdan. Vicdanımla örtüşmeyen şeylerle karşılaştım yaptığım işlerde. Öyle olunca ‘artık yeter vicdanım kaldırmıyor’ diyerek, kendi halkıma döndüm.

KÜRTÇE ÖĞRENMEYE BAŞLADI

Bir takım şeyler okuyordum internetten, ‘Kürt olduğumu biliyorum ama daha çok bu sanatla ilgilenmek ve bu sanatla anılmak istiyorum’ diyordum. Kürtçe opera yoktu zaten, yazılmış bestelenmiş bir şey yok. Halkım beni tanımıyordu. Yaptığım röportajlar da hep öyleydi. Gittiğim dernekler ve kurumlarda, dolaştığım yerlerde Kürtler beni tanımıyordu. Ben de kendimi tanıtmak gereği hissettim. Kendi ana dilimle müzik yapmaya karar verdim. Konserlerde bazı opera sanatçıları konserlerin sonunda kendi anadilleriyle bir şarkı söylüyorlardı. Ben neden yapmıyorum? Türkçe söyleyebiliyorum ama Kürtçe de yapmalıyım. Zaman geçtikçe insanın karakteri oturmaya başlıyor. Anadilimi öğrenmek için bir süreliğine memleketime döndüm. Okumaya yazmaya başladım. Bazen hâlâ zorlandığım oluyor. Bu kadar dil biliyorsun, neden kendi dilini öğrenmiyorsun diye çok kızdım kendime. Çok iyi derecede olmasa da en azından kendimi ifade edecek kadar öğrendim. Başarılı olan herkesi her halk kendine mal etmek ister. Ben Kürt halkına mal olmak istedim.”

KARARI TEPKİLERE YOL AÇAR

Bu kararı aldıktan sonra hiçbir şey eskisi gibi olmaz onun için. İyi bir yere geldiği sanat hayatında bazı konserleri iptal edilir. “Bunu senden hiç beklemezdik” tepkisiyle karşılık veren çevresinden uzaklaşır. Ama umudunu kaybetmez, çocukken yaptığı gibi toprağı eşeleyip, güzel bir şeyin filizlenmesini beklemiştir.

“Kimilerine göre hatalı bir davranış olabilir. Evet, çok şey kaybettim belki. Çok iyi bir yerdeydim. Bir takım konserlerimi kaybettim mesela. Bazı insanlarla olan ilişkilerimi kaybettim. Ben şuna inanıyorum. Bir şey biterse o tekrar filizlenir. Benim siyasetle hiçbir alakam yok, ben herkese kucak açıyorum. Evrensel bir müzik yapıyorum. Kendimi de orada buluyorum. Hiç kimseyi itmem, ötekileştirmem. Beni olduğum gibi kabul ederek gelmelerini, eğer yetenekliysem beni dinlemeleri için gelmelerini isterim. Bir yaftalanma istemiyorum. Ben evrensel bir sanatçıyım. Burada doğmuş, buranın insanı olmuş olabilirim. İnsanlar yaptığı işlerle anılmalıdır. Türk, Kürt ya da Rus olduğu için değil.

Her şeye rağmen vicdanının rahat olduğunu ifade eder Çakar: “Siyaset yerine kültürü ve sanatı savunmaya çalışan, vicdanlı bir sanatçı olmaya çabalıyorum. Ben huzurluyum. Vicdanımla baş edebilmiş olsaydım belki bir takım şeylere ulaşmış olacaktım ama kendim olmayı tercih ettim. Her halkın kendi starını çıkarma derdi vardır. Opera dalında dünya çapında birçok star çıkarmıştır halklar. Niye bizim de olmasın? diyorum. Neden bizden biri de o cemiyette gözükmesin?"

Yıllar sonra kendi anadiliyle şarkılar söyler. Araştırmalar yapar ve birkaç kayıt yapmaya başlar.

“Diana Vekil Ermenice şarkıları Kürtçeye çevirip albüm yapmış, Rusya’dan sanatçıların yapmış olduğu çalışmalar var. Klasik müzik, opera kültürü Rusya, Ermenistan, Gürcistan’da var. Suriye’de, Irak’ta Bağdat Radyosu’nda, Erivan Radyosu’nda yapılmış bazı şeyler. Bundan sonra çıkabilir diye düşünüyorum. Başka operacılar çıkacak, daha önce yaptıkları şeyler çıkacak ortaya. Ben asla ilk yapmışım ya da ikinciyim, üçüncüyüm demiyorum. Belki önceden yapılmıştır ama ben duymadım. Şu an yaptığım için insanlara yeni ve ilk gibi geliyor. Böyle güzel gelince devam ettim.”

Çakar, artık Türkiye’de ve bölgede çeşitli mekanlarda anadiliyle söylediği şarkılarla adını duyurur. Halkına sesini duyurarak , borcunu ödemiştir. Tara Jaff ile birlikte Surp Giragos Kilisesi’nde şarkılarını seslendirir. Önüne koyduğu hedef ise Ehmedê Xane’nin Mem û Zîn adlı eserini operaya uyarlamak. Bunun için sponsor arayışı devam ediyor.

“Ekonomik sorunlar çözüldüğünde aslında çok kolay bir şey. Yapmak isteyen besteci hazır. Mekan olarak burada çok güzel yerler var. Kostüm konusunda da çok zorlanmayacağımızı düşünüyorum. Benim istediğim dünya çapında bir tiyatroda olması. O daha fazla ses getirir. Çünkü bizim yaptığımız işler lokal olmamalı. Evrensel olabilmemiz için biraz daha Avrupa’ya yakın işler yapmamız gerekiyor”

ARŞİV AMAÇLI ALBÜM YAPMAK İSTİYOR

Kürtçe’nin Zazaki, Sorani lehçelerinde arşiv amaçlı bir albüm yapmayı planlayan Çakar, “Bunu orkestrayla yapmak istiyorum. Albüm olacaksa güzel bir şey olsun. Bu gerçekleşmezse piyano ve duduk olabilir, konserlerimde de bunu yapmak istiyorum. Aslında albüm benim için bir nevi arşiv. Albümler artık çok satmıyor biliyorsunuz. Diğer müzisyenler için de bu geçerli. Artık dijital platformlarda, sosyal medyada insanlar seslerini duyurmaya çalışıyor. Amatörce yapılan bir iş bir anda on binlerce insan tarafından izleniyor. Ama profesyonelce yaptığınız bir şey görülmeyebiliyor. İnsanlar biraz daha pratik işleri sevmeye başladılar. Daha kolay, bir iki dakikalık işler ilgi görüyor. İnsanların artık çok fazla zamanı yokmuş gibi bir izlenim var. Ama bir tembellik var bence. Sanat emek gerektirir.”

Avrupa, Türkiye ve bölgedeki konserleri ise sonbaharda devam edecek olan Çakar, eşi ve üç yaşındaki oğluyla birlikte yaşamını Almanya’nın Baden-Baden kentinde sürdürüyor.