Ufak tefek yalanlarla daha konforlu yaşayabildiğini fark edeli hayli zaman olmuştu. Boyu 1.72 olmasına karşın soranlara 1.70 diyerek karşısındakinin pazarlık hevesini kursağında bırakmayı başarmış, o günden sonra hiç kimse "Hayır sen 1.70 değilsin" dememişti. Yıllarını o iki santimin pazarlığını yaptıktan geçirdikten sonra, ziyadesiyle mutluydu.
Bu tavrın en çok yarar getireceği konulardan birinin, benimsediği ideoloji konusunda olabileceğini de düşünmüş ve bir süre sonra doğru karar verdiğini fark etmişti. Evet, gerçi sık olmuyordu ancak kırk yılın başı biri ideolojisini merak ettiğinde, sosyalistim demek yerine ‘sosyal demokratım’ diyordu.
Çocukluğunun mahallesinde sosyalizmi arada bir duymuşluğu vardı. Ne olduğunu bilmiyordu. UFO gibi bir şeydi onun için. Gördüğünü söyleyenler olsa da kendisi karşılaşmamıştı. Çok gençti. Dünyayı, ülkeyi, insanları biraz el yordamıyla tanımaya çalışıyordu. Bir de yürümekten zevk aldığı büyük caddeleri. Uzun, renkli, ışıklı caddeler. Zamanında ‘şehir özgürleştirir’ ifadesi tam olarak bu duyguyu anlatmak için sarf edilmediyse de, yıllar sonra, o caddelerde yürüyor olmanın algısını güçlendirdiğini, renk ve farklılıkları yalnızca ‘görüyor’ oluşun dahi bir şeyler kazandırdığını düşündü.
Büyüdüğü evde pek öyle solculuk, sosyalizm vs. konuşulmazdı, başka bir evrendi. Sokakta ya da okulda birilerinden duydukları da hayırla yad edilecek türden değildi doğrusu. Bir de sosyalizm iyi bir şey olsa hakikaten devlet onu benimsemez miydi, ya da tanıdığı insanlar! Ailesinden birileri sosyalist olmaz mıydı, misal? Bir tuhaflık vardı bu işte! Babasının dükkanına sürekli gelen ve babasının da sevdiği birinin, solcu olduğunu söylemişti bir gün babası. Tuhaf bir biçimde, mesleği öğretmenlik olan o adama sevgi ve sempati duyardı. Kibar, iyi biriydi, oturmasını kalkmasını biliyor ve çok saygılı konuşuyordu. Bir de, lisesinde solcu olduğu dedikodusu yapılan bir iki hoca vardı. Onları da severdi. O yıllarda solculuğun yalnızca dedikodusu yapılır haldeydi demek ki. Devletin solcuları ezdiği, badem bıyıklı al yanaklıları semirttiği yıllardı. Tabii bunları da daha sonra fark etti.
Üniversiteye girene dek sosyalizm hemen hiç bilmediği bir şeydi ve Marks, Lenin, Nazım pek makbul anılmıyordu, isimlerini kazara işittiği muhitinde. Üniversitede işler değişti tabii. Duyduğu ama bilmediği isimleri derslerinde okuyordu. Çevresinde solcu olduğunu söyleyenler vardı. Kimi hocalarının Marksist olduğunu biliyordu. Kenar mahalle insanı için hem bir sürpriz hem endişe hem de meraktı, dersler ve insanlar. O güne dek karşılaşmadığı insanlar. O insanları ve o insanların önerdiklerini okumaya başladı. Ancak doğrusunu söylemek gerekirse, öğrencilik yıllarında değil de daha ziyade meslek yıllarında okudu ne okuduysa. Öğrencilik büyük ölçüde ders demekti; bir türlü geçemediği, bir kısmından nefret ettiği dersler. Bir de gezip tozmak. Mesleğe adım attıktan sonra başka bir seyir izledi artık hem okuma, hem de sosyalizmi anlama ve benimseme süreci.
İlk fark ettiği şuydu: Hemen hiç bir şey okumamayı ve bilmemeyi, ayrıca bolca bencilliği ve fırsatçılığı gerektirir gibi görünen ‘sağcılık,’ kolay; ‘sosyalist olmak’ dünyanın en zahmetli işiydi! Yalnızca okumak zorunda olduklarının sınırsızlığı nedeniyle değil, okuyup anladığını sandığı bir yazıyı, bir süre sonra aslında anlamadığını fark ettiği için de! Anlamadığını fark etmesi, genellikle iki yolla oluyordu. Biri ‘teorik’ diğeri ‘pratik’ idi.
‘Teorik’ gerekçe, okuduğunun aslında bütünün yalnızca bir parçası, hatta belki de önemsiz bir parçası olmakla ilgiliydi. Okuyor, öğrendiğini düşünüyor, ardından öğrendiğini düşündüğünün aslında çok eleştirilen bir görüş olduğunu anlıyor ve bu kez o eleştirel düşünceye yöneliyordu. Onun da çok eleştirilen bir başka yorum olduğunu fark edene dek! Sosyalist metinleri okumak bazen narkoz almadan diş çektirmek gibi bir şeye dönüşüyordu ancak bu eziyet, işin asıl değerli ve anlamlı kısmıydı. Çünkü tüm görüş başkalıkları, tarih ve siyaset yorumu farklılığından kaynaklanıyordu. Aynı olaya, toprak ve olguya bakanların; farklı algı, niyet, değerlendirme ve çözüm önerileriydi söz konusu mücadelenin gerekçesi. Haliyle çok öğretici, çok zenginleştirici bir yanı vardı.
Asıl sorun, karşılaştığı pratikteydi. Okuduğunu anlamamış olabileceğini düşündüren pratik, son derece basitti. Sosyalist olduğunu söyleyen biri karşısına geçip lafı ağzına tıkarak, "Hiçbir bok anlamamışsın" deyiveriyordu. Sonuç alan, son derece işlevsel bir yöntemdi bu! Bir bok anlamadığı iddiasındaki kişi böylece hem karşısındakini hiçleştiriyor hem de kendi makamını, konumunu güçlendiriyordu. Bizimkinin derdi sosyalizmle değil, işte bu heriflerle olmaya başladı bir süre sonra. Ha bir de, bunların çoğu herifti, kolaylıkla tahmin edilebileceği gibi.
Yaklaşık olarak şöyle ‘naif’ bir yere varmıştı yıllar içinde: Sosyalizm iyi bir şeydi; her çıkarsız, her iyi insan doğru eğitimle ‘doğal olarak’ sosyalist olur ya da sempati duyardı, eşitliği savunurdu ve haliyle kapitalizme, sömürüye karşı çıkardı. Ancak sosyalistler içinde öyleleriyle karşılaşıyordu ki, bırak sosyalizmi, insanı insandan soğuturlardı!
Bunlar kendi aralarında düzeylere ayrılıyordu. Yıllarca ders aldığı, adı sanı bilinen Marksistlerden farklıydılar. Kıdemli ve saygı duyduğu Marksistlerin çoğunun ortak özelliği sosyalistçe bir yaşamı tercih etmeleriydi. Bunu, yaşamlarına, yazdıklarına, derslerine ve tavırlarına bakarak anlayabiliyordu. "Ben sosyalistim", "En Marksist benim" dediklerine, o tafrayla gezindiklerine tanık olmamıştı hiç. Örneğin biri, sosyalist olmaktan, çok ve disiplinli çalışmayı anlıyordu ve ancak böylesi bir tercihin doğru yaşam olduğu bilinciyle hareket ediyordu. Buna mukabil ‘hiç bir bok anlamamışsıncılar,’ daha ziyade kendileriyle meşguldü. Aslında sizin ne öğrenmek istediğiniz, neyi anlayıp anlamadığınız değil; onlara cazip gelen, karşısındakini hiçleştirmenin hazzıydı. Bu yolla var olabiliyor, muhtemelen kendilerini böyle daha iyi hissediyorlardı. Oysa birinin yok olması, diğerini var edemezdi. Ya da birinin aptallıkları, diğerini daha akıllı da yapmıyordu.
Hiçleştiren tarzda, tuhaf ve matrak bir özgüven vardı. Yaşlı ve şöhretli olanlarında gözlemlemediği türden bir özgüven. Mesleğin ilk yıllarında, yani hakikaten ‘hiçbir şey bilmediği’ dönemlerde, kendisi gibi bir şey bilmemesine rağmen her tartışmada özgüvenle konuşup göz kamaştıranları hayranlıkla izlerdi. Kendisi de aynı kitapları okuyordu, o kavramları biliyordu ama öyle konuşamıyordu işte bir türlü. Biri ters bir şey söyler de morali bozulur diye, bir kez bile bir tartışmada ‘somut durumun somut tahlili’ ifadesini kullanamadı, örneğin! Bir gün bir arkadaşı, ‘resmen konformist’ olduğunu söylediğinde ne diyeceğini bilemedi. Beriki, "Bunlar Troçkist eğilimler" dediğinde henüz çok gençti ve kısmi felç geçiriyor hissi yaşamıştı. Berbat bir söze maruz kaldığı belliydi de, Troçkizmi bildiği söylenemezdi. Tabii oturup mecburen okudu sonrasında, neyle itham edildiğini anlayabilmek için! Kürt sorunu hakkında tartışırken, "Kimlik siyasetinden sakınmak lazım, sınıfsal bir bakışa ihtiyaç var, sen kimlik söylemini solculuk sanıyorsun" dedi biri. Aynı özgüvenle, aynı mutlaklık ve yanılmazlık hissiyle. Gerçi bu ‘bilgece’ sözlerin sarf edeni, bir gün dahi yaralı parmağa işememiş ve menfaatlerine aykırı hiçbir işe girişmemişti ama Allah’ı var, sınıf siyaseti sohbetlerinde bir numaraydı!
Yine içlerinden bir diğeri, yıllar sonra insanoğlunun yaşamda varabileceği en üst mertebe olan profesörlüğe ulaşacak olanı, henüz asistanken, ‘bir analiz’ sunmuştu tanınmış bir Marksist profesör hakkında. Demişti ki, "Nasıl Marksist ise, Çankaya’da oturup arabayla gidip geliyor işine." "Ne yani, bütün komünistlere Mamak’ta lojman mı yapsınlar?" diye soracak oldu, vazgeçti, başını derde sokmamak ve durup dururken ‘oportünizme’ savrulmamak için. Zaman zaman böylesi ‘derinlikli’ çözümleme ve sorgulamalara da tanık oluyor ve yemeğin ve porselenin iyisinden anlayan, tanıdığı o yaşlı komünistleri, onların sohbetlerini düşünüyordu. Özlüyordu. Ama söylemiyordu, tahmin edilebileceği gibi.
Hata yapmıyorlardı. Ayakları tökezlemiyordu özgüvenlilerin. Saçmalamıyorlardı. ‘Özeleştiri,’ politik faaliyetin yöntemiydi ama sanki bireysel dünyalarına hiç uğramamıştı. Oysa insanın arada bir saçmalayanı, hata yapanı makbuldü. Zaafları olan insan. Eksik insanları seviyordu. Arada bir saçmalayanı.
Hiç yanılmayanların kurdukları cümlelerin sonlarına özellikle dikkat ediyordu. ‘Lir’ yoktu. Düşünülebilir, söylenebilir gibi. Daha ziyade ‘dir’ ve ‘dır’lı cümlelerdi. Düşünülmelidir, söylenmelidir, yapılmalıdır, boktur, püsürdür... ‘Sekter’ diyecekti ama kavramın politik anlamını sulandırmakla itham edilebilirdi. Susuyordu.
Unutmadan, toplantı ve komisyon seviyorlardı bir de! Ona kalsa 15 dakikada verilebilecek bir karar için dört saat toplantı yapıyor ve sonunda yeni bir toplantı daha tertip etmesi için bir komisyon, onunla iletişimi sağlamak içinse alt komisyon kurulmasına karar veriyorlardı. Kimisi, sanki o toplantılarda söylev vermek için doğmuş gibiydi. Hani şu, aylarca apartman toplantısındaki konuşmasına hazırlanan emekli albaylar gibi. Konuştukça açılıyor, açıldıkça güzelleşiyor ve oradaki herkese doğru bilinç aşılamak için eşsiz bir çaba harcıyorlardı. Toplumu yanlış yerlere sevk etmemeliydi. Tarihsel sorumlulukları vardı! Ve konuşmaların bir yerlerinde, kimin ne ölçüde sosyalist olduğu ya da olmadığına dair atışma, sataşma, kimin bir bok bilip bilmediğine dair tespitler, adettendi.
Gözünün önündeki birileri, gözünün önündeki diğerlerinin solcu/sosyalist olmadığını kanıtlamak ve toplumu bu yanılgının neden olacağı felaketten korumak için bir ömür tüketiyordu, hemen herkesin sağcı ve milliyetçi olduğu güzide toprakta!
Yıllar boyu tanıdığı en namuslu, dürüst, çalışkan ve ahlaklı insanlar genellikle sosyalistti. Ve tanıdığı kimi soytarılar ve dalavereciler de, sosyalistlik iddiasındaydı.
Nihayetinde, ideolojisi hakkında da küçük bir yalan söylemeye karar verdi! En iyisi ve doğrusu buydu! Zira o dünyanın müsteşarlarıyla, genel müdür ve daire başkanlarıyla, ‘solculuk standartları belirleme enstitüsü’ görevlileriyle başa çıkma ihtimali de hevesi de yoktu. Hayat kısaydı...
En iyisi, ciddiye alınmamaktı. Evet, ciddiye alınmamak. Bunun için biraz dalgacı davranmalı, yaşamın zorluğunu yüngülce karşılamalıydı. Ciddiye alınmamanın konforunu yaşayabilirdi.
Ola ki soran olursa "sosyal demokratım" diyordu nicedir. Boyuna 1.70 deyişi gibi. "Ben sosyal demokratım" demenin bir büyük avantajı vardı çünkü. Sosyal demokrasiyi ve sosyal demokratları hiç ciddiye almıyorlardı. Hâl böyle olunca, olan bitene biraz sosyalizan bir yerden yaklaştığında "Adam sosyal demokrat ama sosyalistçe yazıyor" diyorlardı. Daha ‘liberal esintili’ bir iki satır karaladığındaysa, "Sonuçta sosyal demokrat, ne bekleyeceksin?" istihzasıyla karşılanıyordu. Ama hiç kimse "Sosyal demokrat değilsin" diyemezdi. Harika bir duyguydu. Pazarlıktan kurtulmuş, enstitü müdürlerine hesap vermeden, sorguya çekilmeden ve ciddiye alınmadan yaşamanın yolunu bulmuştu!
Yaşadığı toprak çok garip bir yerdi...