Çocukluğumuzun ilk önemli sanatsal sıçramasıydı. En az, hesap makinesiyle ‘leblebi’ yazmak kadar özel bir yetenekti 62’den tavşan yapmak. Şapkasından tavşan çıkaran sihirbaz gibi alkış beklerdik bu özel yeteneğimizle.
Büyüyünce ‘geçerli mesleği’ olacak çocuklardık. Sigortalı işlerimiz olacaktı. Vatana millete faydalı olacak, ‘ite köpeğe’ kendimizi güldürmeyecektik. Etraf, ‘bu çocuk okur’dan geçilmiyordu. Hayat, bu çocukların çoğunu şapkasından türlü türlü çıkardı.
Binlercesi, ‘vatan sağ olsun’du artık. Milyonlarcası sigortaya fit olmuştu. ‘Akıllı’larımız devlete kapak atmış, daha da ‘akıllı’larımız ise kendi gibi memur bir eş bulup evini, arabasını almıştı. Geçerli meslek, yerini ‘bu da geçer’e bırakmış, televizyoncu hocalar, fon müzikli ‘şükür’ler öğretmişlerdi. Ve dahi ‘yakmayan kefen’ falan… En son bir de ‘130 liraya mübarek terlik’… Satın alanların, “evlerinin yanmayacağını, evin içerisindeki eşyalarının çalınmayacağını, rüyalarında Hz. Muhammed'i göreceklerini” duyduk.
Bizim bizden başka olmayan dostumuz… Üç tarafı denizlerle dört tarafı ‘hain’lerle çevrili ülkemiz… Kendimize özgü şartlarımız… ‘İmefe’miz ve daha da iyi bellenmiş haliyle ‘ayemef’imiz… ‘Bir sağdan bir soldan asan’ adaletimiz… ‘Paşa’larımız… ‘Başörtü’müz… ‘Sincan’ımız… ‘Susurluk’umuz… ‘Gece yarılarına kadar lambaları yanan genelkurmay’ımız… ‘Rahatsız genç subay’larımız… Sonra bir ‘mesele’ye evirilen ‘kart kurt’larımız…
Çocukluğu ve gençliği böyle geçti bizlerin. Hep değişir gibi olan ama hiç değişmeyen… Şimdiki adıyla, ‘istikrar!’… Sabretmeyi, kadere rızayı, şükrü yeterince öğrenmiş olmalıydık. Zaten asla ‘aşırı’ olmamalıydık. Vinç kazasından ya da izdihamdan ölmeyen bir hacı amcamızın dediği gibi, ‘zaten en güzel İslamiyet bizim’di.
İçerde ‘kardeş kanı’, dibimizde ‘birbirini yiyen Araplar’ vardı. Stratejik önemimiz hep oldu. Tabii ki ‘derin’di… Ezidileri duyduk, ‘insanlığın kırılmış dallarını’… ‘Et tırnak’, ‘kız alıp verme’ hikâyelerinde altı maval üstü maval ‘sözün bittiği yerler’, ‘bıçak kemiğe dayanmalar’… Hep ortada kalmış Doğu’yduk… ‘Hain Kostok’lar fırsat verse, muasır medeniyet seviyesine atlayacaktık…
Düşündük… Ve tabii Mustafa Topaloğlu geçti kulaklarımızdan ve bizim için filozof; biraz uzaylı biraz türkücüydü. Filozof tahtını zorlayan Nihat Doğan’ımız ve Tuğçe Kazaz’ımız iddialı olsalar da ‘İmparator İbo’muz tek geçilmeydi. Kaskoca düşünce tarihinde varlık gibi çetrefilli meseleyi 'mağara' metaforuyla açıklayan kaç kişi vardı? Elin Platon’una yüz verecek değildik ya! Yüzde yüz yerli ve milli filozofumuz varken! ‘Nerede yanlış yaptığını’ kendine sormak yerine ‘Allah’a soran tuhaflardık: “Allah’ım, ben nerdee yanlış yaptıım!”
Edebiyatçılarımızdan birine Nobel verdiklerinde sevindik, halay çeken Flash TV‘imizle ne güzel hazırlıklı yakalandık! Gözden düşmek üzereyken; ‘la ben aslında biseksüeldim ama korkumdan şeetmemiştim’ dedi bir diğer esnaf ruh…
Gözüne traktör farı tutulmuş tavşan kadar ürkeğiz. Biraz havuç yiyince ve yeterince çiftleşince mutlu olanlara bir haber verdiler. Bir sene oldu. Haber şöyleydi:
“İngiliz yardım kuruluşu Oxfam'ın raporuna göre; 62 ‘süper zenginin’ toplam servetinin, dünyanın nüfusunun en fakir olan yarısından daha fazla olduğu belirtildi.” (http://www.ntv.com.tr/dunya/62-super-zengin-dunyanin-geri-kalan-yarisindan-daha-fazla-servete-sahip,ED0YBTn0vk21tcmxtZc8eQ)
En zengin 62 kişi, dünya nüfusunun yarısının malının mülkünün toplamı kadar zenginmiş! Oturmuş ‘leblebi’ yiyorlar hesap yaparken.
62, altmış iki zengin, dünyayı tavşan yapmış, haberimiz yok!
Birileri bizi ‘şükür’dür, ‘sabır’dır, ‘kader’dir diye kekliyor…
Soran olursa: “Fakiriz biz” deyin!...