“Çok acayip zamanlar, sürekli olağanüstü dönem, koyu karanlık günler”. İçinden geçtiğimiz bu koridorun isimlendirmesi için uygun sıfat bulmakta ciddi sıkıntı çekiliyor. Yaşananların can yakıcı, asap bozucu tarafları öyle bir çeşitlilik gösteriyor ki, hangi tarafının “ön yüz” olduğunu belirlemek güç. Muhtemelen bugünler geçip gittiğinde, dönemin isimlendirmesi, bu seçenek bolluğu yüzünden zor olmaya devam edecek. Geçmişte de zengin isimlendirmelerle anılan böyle tarihsel dönemler yaşanmıştı. Satırlarca süren İspanyolca isimler gibi seriler ortaya çıkmıştı. Gelecek zamanlarda bugüne dair kalabalık isim listesindekilerden birinin, “post truth”a paralel “mahcubiyetle” ilgili olacağına eminim. Hakikatin imhasının, utanmayı geride bırakması mümkün olamazdı zaten.
Yaklaşık bir buçuk sene önce bu köşede “Utanma duygusu geri gelir mi?” diye bir yazı yazmıştım. Şöyle başlıyordu; “utanma, en yaygın kullanımıyla, özel bir nedene bağlı bir üzüntü türü olarak tanımlanıyor: ‘Onursuz sayılacak veya gülünç olacak bir duruma düşmekten üzüntü duyma, mahcup olma’ (TDK). Çekinme karşılığı olarak kullanılan yan anlamı bir kenara bırakırsak, asıl anlamı bir duyguyu işaret ediyor. Diğer insanlardan yansıyan -yansıyacağı varsayılan- olumsuz bakışlara dair bir üzüntü. Bazen de tamamen kendine yakıştıramama hali.” Mahcup olmamak ise, insanların kendilerine yakıştırdıkları halin açık bir itirafı aslında.
O yazıda, Sırrı Süreyya Önder’in Meclis kürsüsünden söylediği bir söze atıf vardı: Önder, “Allah utandırmasın diye edilen dualar kabul edilmiş ve utanma duygusu tamamen kaybedilmiş” diyordu. Aylar geçti yüz kızartıcı, mahcup edici bir sürü şey tekrar tekrar yaşandı. Hatta öyle çok şey oldu ki, bu yazıdan bir yıl sonra “Utanma duygusu geri gelir mi?-2” diye yeni bir yazı yazmak zorunda kaldım. Ancak mahcubiyetten kaçınmanın, insanların kendine dair bir duygu olması dışında, sosyal-siyasal bir pozisyon haline geldiğini de deneyimledik. Sorumluluk almayarak mahcup olmama, artık resmi bir pozisyona dönüştü. Hatta ne olduğu tam anlaşılamayan torba yasalar veya kararnameler yığını içinde gözden kaçan bir düzenlemeyle tamamen kaldırılmış da olabilir.
Mahcubiyet ile sorumluluk arasında son derece açık bir bağ var. Birilerinin hakkınızda olumsuz bakışlarına neden olacak bir durum ortaya çıkması için, öncelikle bu olaydan sorumlu tutulmanız lazım. Mahcup olmanız için de, sorumlu olduğunuzu veya en azından tutulabileceğinizi kabul etmeniz gerekir. Aksi durumda ya utanılacak şeylerin tanımını değiştirerek ya sorumluluğu reddederek ya da doğrudan mahcubiyeti lüzumsuz sayarak bu durumdan sıyrılabilirsiniz. Galiba bütün aşamalar birer birer geçildi ve artık son aşamaya gelindi. Yapılanın yasal veya ahlaki kriterlerle tartılabilir olmaktan çıktığı, hatta buna yeltenmenin suç sayılabildiği bir aşamaya geçildi.
Mesela geçtiğimiz günlerde RTÜK başkanı Ebubekir Şahin, Halkbank yönetim kurulu üyesi olarak aldığı ikinci maaş için, “hem yasal hem etik” diyordu. “Yasal” olduğu iddiasını, aksi bir kısıtlama olmaması şeklinde anlayabiliriz, haklı da olabilir. Ancak “etik” olduğu değerlendirmesi, söz konusu eylemin kriterlerini bizzat belirleme yetkisini kendisine atamış olmasından geliyor. Zaten bu kriter belirleme yetkisini, göreviyle ilgili alanda da şöyle tarif ediyor: “Muhalefet televizyonda sınırsız biçimde muhalefet yapmak istiyor. Bunun bir sınırı var, aşamazsın.” Yani kendisi için “etik” standartları, başkaları için sınırları belirleme yetkisine haiz olduğundan gayet emin. Böyle bir yetki ve sınır tarifine bağlı sorumluluk algısının da, kime göre (kime karşı) olacağı da çok açık.
Sorumluluk meselesi açısından bir başka çarpıcı örnek, Sağlık Bakanı Fahrettin Koca’dan geldi. Daha önce salgın önlemleri açısından epey utandırıcı sahnelerin gündemde tutulmasının yararlı olmadığını söylemiş olan Koca, “Salgının üçüncü pikinde kontrolden çıkmasının sorumluluğu seksen dört milyonundur” dedi. Sorumluluk almamaktan yola çıkıp, sorumluluk atama aşamasına geçişin çok çarpıcı bir örneği. Ancak bu tutumda bir tutarlılık ve şeffaflık olduğunu da kabul etmek gerekir. Çünkü pandeminin en başında, bu konudaki sorumluluğun hem korunma hem baş etme anlamında vatandaşın üzerine bırakılacağı gayet açık biçimde ortaya konulmuştu: “En önemli silahımız hasta olmamak” ve “öncelik çarkların dönmesi”.
Türkiye’de bir süredir aşırı merkezileşmiş ve sınırsız yetkilerle donatılmış iktidarın sorunları hakkında konuşuluyor. Sistem, bu merkezi otorite için mutlak bir sorumsuzluk alanı da çizmiş durumda. Meydanlarda “sorumlusu benim ben” denilen her konuda, karar vericinin adresi veriliyor, hesabını verecek olanın değil. Her türlü denetimden azade iktidarın, uluslararası sözleşmeler dahil her konuda kendi başına karar alabileceği, “yasal bir hakikat” olarak öne sürülüyor. Üstelik bunu, devreden çıkartılan meclisin kamu hukuku profesörü titri taşıyan başkanı söylüyor. Şimdi ise yeni bir aşamaya geçilmiş görünüyor: “128 milyar nerede” sorusundan Cumhurbaşkanı’na hakaret iması çıkartılması, sorumluluk fikrinin akıldan geçirilmesine bile yasak getirmeyi deniyor.
İktidarın her şeye yetkili ve her şeyden sorumsuz olması iddiasının yanına, sorumlu olabileceği fikrinin yasaklanması geliyor. Sıraladığımız örneklerle bakıldığında, kurulan yönetim modelinin –hızla yukarıdan aşağıya doğru yayılan– kurumsallaşmış bir sorumsuzluk inşa ettiğini görebiliyoruz. İmal edilen kurumsal sorumsuzluk aşamaları şöyle ilerliyor: Yetkini kendin tarif et, gerekirse kendini denetimsiz alanların başına ata, “yaptımsa yapabiliyorum demektir” de. Sonra her türlü sorumluluğu kendinden uzakta tut, sorumlu tutulamayacağını söyle, başkalarının sorumlu olduğunu iddia et. Sonuçta sorumluluk imasında bulunmayı akıldan geçirmeyi, doğrudan sorumluluk iddiasında bulunulmasa bile bir sorumlu bulunması fikrini bile tehlikeli bir niyet olarak suç haline getir. Peki eli vicdana koyup düşününce, bu durumdan kimi sorumlu tutmak gerek, mahcup olması gereken kimdir, 84 milyonun bir günahı yok mudur?