Erdoğan’ın, İnönü’nün Amerikan bayraklı fotoğrafını göstererek CHP’yi Amerikancı olmakla suçlaması kendisi açısından bir gündem değiştirme manevrası olarak görülebilir ve bu tür gündem tuzakları karşısında ihtiyatlı olmak gerekir. Ama bu tartışmadan yola çıkarak, FETÖ meselesinde görüldüğü gibi, normalde muhalefetin iktidara yöneltmesi gereken suçlamaların neden ve nasıl iktidar tarafından muhalefete yöneltilebildiği, 16 yıldan sonra ve özellikle dış politikada bu kadar başarısızlıktan sonra, nasıl olup da muhalefetin savunma pozisyonunda kaldığı üzerinde durmak gerekiyor. Bu yazıda bütün bu tartışmaların merkezinde bir muhalefet ve muhalefet etme sorununun bulunduğunu tartışacağım. Bir muhalefet liderinin Erdoğan’la ittifak içinde, diğerinin hapiste olduğu bir ortamda Türkiye’nin en eğitimli ve dinamik kesimlerinden oluşan bir seçmen kitlesine sahip olan ana muhalefet partisinin bütün bu yıllar içinde neden iktidarı sıkıştıracak, onu kendisini açıklamak zorunda bırakacak bir muhalif söylem izleyemediğinin tartışılması gerektiğini önemli gördüğüm ama yeterince ele alınmayan bir örnek üzerinden tartışmaya çalışacağım.
Ama önce çok kısa bir şekilde İnönü ve onun dış politika, siyaset anlayışı üzerine kısa not düşmekte fayda var.
İNÖNÜ VE DIŞ POLİTİKA
Uzatmadan belirtmek gerekirse İnönü, kendisinden sonraki Menderes, Özal ve Erdoğan çizgisiyle tanımlanabilecek bir Amerikancı siyasetçi değildi ama Türkiye’nin Batı sistemi içinde bulunması konusunda da çok netti. Hatta, bu eğilimin Atatürk’ün ölümünden hemen sonra başladığı da söylenebilir. Bunun en belirgin işaretlerinden biri daha soldan bir isim olan Dışişleri Bakanı Tevfik Rüştü Aras’ın yerine sağcı ve ABD’ye yakın Şükrü Saraçoğlu’nun önce dışışleri bakanı, sonra başbakan yapılmasıydı. Çok açık bir şekilde Türkiye siyasetinde ve dış politikasında ABD ve Batı bağlantısı İnönü zamanında başladı, ABD ile ilk askeri anlaşmalar onun zamanında imzalandı ve NATO üyeliğine başvuru ilk onun zamanında yapıldı ama bu başvurular kabul edilmeyip üyelik Menderes’e nasip oldu. Türkiye o zamanki adıyla AET’ye yine onun başbakanlığı döneminde tam üyelik başvurusunda bulundu. İnönü liderliğindeki Türkiye, İkinci Dünya Savaşı'na girmedi ama ertesinde içeride ve dış politikada Sovyet karşıtlığı güçlenirken sol ezildi. Bu dönüşümde resmi söylemde Sovyet tehdidi meşrulaştırıldı. İnönü anti-emperyalist bir nitelik taşıyan Kurtuluş Savaşı’nın komutanlarından biri olabilir ama bir siyasetçi olarak bu çizgiyi sürdürmedi ve Türkiye’nin Menderes döneminde iyice yerleşen Batı ve ABD bağımlılığının temellerini oluşturdu.
ERDOĞAN’I DEŞİFRE ETMEMEK
Erdoğan’ın siyaseten CHP karşıtlığı üzerinden oy toplama çabasında bir sorun yok. Erdoğan’ın önüne danışmanları, birinde İnönü’nün Türk bayrağı, diğerinde ABD bayrağı tuttuğu iki fotoğraf koyduklarında Erdoğan tabii ki Amerikan bayraklı olanı seçer. Bunlar işe yaradığı sürece kullanılabilecek araçlardır sonuçta ve muhtemelen Erdoğan da artık CHP karşıtlığıyla prim yapmanın sınırlarına ulaşıldığı için görsel malzemeye daha çok ihtiyaç duyuyor. Burada sorun ana muhalefet partisinin AKP ve Erdoğan’ın daha iktidar olma sürecinden başlayan Amerikancılığını hiçbir zaman ortaya koyamamış olması, bundan ısrarlı bir biçimde kaçınması. Asıl tuhaflık, AKP ve Erdoğan’ın 16 yıllık iktidarı sürecinde Amerikancılığına dair onlarca veri varken, bunlardan birinin bile ana muhalefet partisi tarafından dile getirilmemiş olmasıdır.
Erdoğan’ın daha başbakan olmadan bir buçuk yıl önce Neoconların karanlık isimlerinden Richard Perle’e geleceğin başbakanı diye takdim edilmesi, Bush tarafından başbakan olmadan Beyaz Saray’da kabul görmesi, 1 Mart tezkeresinin geçmesi için uğraşması gibi gelişmelerin hiçbirisi CHP’nin radarına takılmadı. Örneğin toplamda da, yıllara bölündüğünde de Erdoğan’ın kendisinden önceki bütün başbakan ve cumhurbaşkanlarından daha fazla ABD’yi ziyaret ettiği dile getirilmedi. Ama bütün bunlar içinde çok daha dikkat çekici olan Rothschild görüşmesiydi ve muhalefet bunu da gündeme getirmekten kaçındı.
ROTHSCHILD GÖRÜŞMESİ NEDEN GÖRMEZDEN GELİNDİ?
Erdoğan kendisini 2010’lardan itibaren giderek artan bir dozda ABD ve Batı karşıtı olarak göstermeye başladı. Ama özellikle 15 Temmuz’dan itibaren kendisini tasfiye etmeye çalışan ABD ve “üst akıl”a karşı direnen ve yalnızca Türkiye’nin değil, başta Filistinliler olmak üzere mazlum Müslüman halkların da lideri olarak sunmaya başladı. “One minute” olayının etkisiyle Ortadoğu’da popülaritesini artırırken, Erdoğan posterleri Gazze ve Filistin’de sallanmaya başladı ve Erdoğan’ın bölgesel ve uluslararası profilinin en önemli ayağı oldu. Erdoğan bir yandan bu Filistin halkının savunucusu rolünü oynarken ve tam da darbe girişimi sonrasında her gün “üst aklın” kendisini tasfiye etmeye çalıştığını dillendirirken, öte yandan 15 Temmuz’dan iki ay sonra BM Genel Kurul açılışı için gittiği New York’ta Rotshchild ailesinin temsilcisi olarak James Rothschild ile Kissinger’in da aralarında bulunduğu bir grupla içeriği hiçbir zaman öğrenilemeyen bir görüşme yaptı. Bu isimler kadar öne çıkmasa da o toplantıda yine küresel finans kapitalin Almanya ayağını oluşturan Warburg ve Fransız ayağını temsil eden Lazard ailesinin temsilcilerinden oluşan isimler de vardı. Bu konuda çok derin bir uzman olmaya gerek yok. İster üst akıl, ister kurulu düzen densin bu isimler ve onların temsil ettiklerinin daha ötesinde bir güç yok. Daha da önemlisi, bunlardan Rothschild ailesinin en az yüz yıldır Yahudi davasının savunucularından olduğu biliniyor. Medyanın doğal olarak görmezden geldiği, sosyal medyada gezen küçük bir resim dışında yeterince tartışılmayan bu kritik görüşmeye dair muhalefetten bir cümle bile duymadık. Oysa, biraz okumuş İslamcı kesimler kulaktan dolma bile olsa, 1917’de İngiliz Dışişleri Bakanı Balfour’un Lord Rothschild’e Filistin'de bir anayurt sözü veren mektubunu bilir, Rothschild bu kesimler için önemli ama çok negatif bir isimdir. AKP seçmeni bunu bilmiyorsa da sosyal medyadan başlayarak yürütülecek kampanyalarla bu bilgi yaygınlaştırılabilirdi. Bir taraftan Erdoğan’a yakın kanallarda ve yazılı basında Rothschild’lerin dünyayı yönettiği anlatılırken, Erdoğan’ın darbe girişimi sonrası yaptığı bu görüşme gözlere sokulmadı.
Erdoğan Coca Cola fabrikasının açılışına katıldığında bile bu kesimlerde bir kafa karışıklığı yaşanmış, İsrail ile ilişkilendirdikleri bu şirketin açılışında Erdoğan’ı görmek İslamcıların bir kısmı açısından hayal kırıklığı yaratmıştı.
DIŞ POLİTİKA ELEŞTİRİSİ OY GETİRİR Mİ?
Dış politika başarıları doğrudan seçim kazandırmadığı gibi başarısızlık da bir iktidarı götürmüyor. Ama eğer AKP, danışmanları, bir medya ordusu, yeni açılan Kamu Diplomasisi Koordinatörlüğü hep birlikte Erdoğan’ı bir dünya lideri, Batı’ya kafa tutan bir lider olarak sunuyorsa ve mikrofon tutulan Erdoğan taraftarlarının çoğu onun bu özelliğine gönderme yapıyorlarsa bunun bir anlamı ve amacı olmalı. Bunu tersine çevirmek, AKP ve Erdoğan’ın Amerikancılığını göz önüne sermek, bu üzerinde çok çalışılmış algıyı boşa çıkarmak, 15 Temmuz için yeterince tanımlanmamış ve içi doldurulmamış “kontrollü darbe” söylemi kadar önemli olmalı. Bunların gündeme getirilmesi hem gündem üstünlüğünün sağlanması, hem de Batı’ya karşı direnen dünya lideri algısının kırılması açısından önemliydi. En azından muhalefet üzerine düşeni yapmış olurdu. Erdoğan’ın geçen ayki BM Genel Kurul toplantısından sonra Trump ile ayaküstü konuşmasını eleştirirken, CHP’nin resmi açıklamasında, “kapsamlı bir görüşme yapılmaması”nı eleştirmek gibi anlaşılmaz bir muhalefet yerine, neden İslamofobik bir başkanla görüşme ısrarında olduğunu sormayınca, Erdoğan’a CHP’yi Amerikancılıkla suçlaması imkanını vermiş oluyor.
CHP’nin bir sistem partisi olarak Türkiye’nin Batı bağlantısını koparmak istemediği, Batı sistemine ve ABD’ye sistem karşıtı bir parti olarak görünüp dış desteği kaybetmek istemediği gibi noktalar dile getirilebilir. Ama hiç değilse Erdoğan’ın yaptığının yarısı kadar bir politik manevra yapma becerisine sahip olmak ve siyasetin gerektirdiği kıvraklığı göstermek gerekiyor. Yoksa, CHP’nin şimdiye kadarki performansıyla giderek bir iktidar alternatifi olmaktan çok siyasal sistemin demokratik görüntüsünü meşrulaştıran bir muhalefet partisi olduğu algısı yerleşmeye başlıyor. CHP seçmeni açısından bu durum 24 Haziran seçimlerinden sonra çok daha belirginleşmeye başladı ve bunun sonuçları muhtemelen gelecek seçimlerde görülecek.