Meşru siyaset zemini, iki kesime hak görülmemişti, geçmişte. Dindarlara ve Kürtlere anayasal olarak kapalı olmayan siyaset yolu, devlet aklıyla kapatılırdı. Kader ortağıydı bir vakitler, dindarlarla Kürtler. Her bir siyasi yasaktan, parti kapatılmasından sonra halk desteği artarak iktidara gelen dindarların şimdi en önemli derdi iktidarı kaybetmemek. Uzunca süredir iktidarda kalmak için her yol mübah sayılıyor. Dindarların iktidarından kastım sadece Adalet ve Kalkınma Partisi değil. Bu partiyi iktidar, Erdoğan’ı ‘tek adam’ yapan o geniş kitlenin zihin dünyasından söz ediyorum. Geniş kitle desem de yekpare, bütünlüklü bir yapıdan söz edilemeyeceğinin farkındayım. Kendi içinde birbiriyle asla uzlaşamayan çeşitli gruplar var ve aralarındaki farklılıkların hayli derin yarıklar oluşturduğu görülür, yakından bakınca. Fakat sıra seçmen davranışına geldiğinde unutulur hepsi. Bütün 'ama', 'fakat', 'lakin'ler unutulur bir tek 'zaten' kalır elde. Adalet ve Kalkınma Partisi'ni iktidara taşıyan, iktidarda tutan kitlenin oy verme davranışı 'zaten' üzerine kurulu ve Erdoğan değişmekte olan bu oy verme davranışının sabun kalıbı gibi erimekte olduğunu görmekte. O kalıbı katı tutmaya oynuyor. Bu 'zaten' sözünün içeriğini kavramadan bugünleri anlamanın da, demokratik bir gelecek kurmanın da mümkün olmayacağını düşünüyorum.
Seçmen her sandığa gidişte “zaten…” diyerek içine neleri dolduruyor anlamak için iktidarın Kürt politikasına, HDP rekabetine bakmak işimizi kolaylaştırabilir. Başta söylediğim gibi kader ortağıydı Kürtler ve dindarlar bu ülkenin siyasi tarihinde, yasaklarda buluşanlardı. Bu nedenledir ki dindarlar, çözüm sürecine en aktif katkı sununlar olmuştu. Kardeştiler “zaten”. Sadece AKP iktidarı ve Erdoğan çözüm politikası yürüttüğü için değil aynı zamanda öteden beri din kardeşliğini benimseyen, bu kardeşlikle eşitlenmeyi kasteden düşünce planına sahip oldukları için memnundular, çözüm sürecinden. Nitekim AKP’ye oy veren dindarlar arasındaki bağların gevşemesi ve kısmi çözülmenin başlaması, çözüm sürecinin sonlandırılmasına rastlar. Yani bu 'zaten'in içeriğini oluşturan en büyük parça, kimlik siyaseti. İslamcılığın, Türkiye versiyonları arasında aslan payına sahip Milli Görüş'ün, özgürlükçü-demokratik yaklaşımlarla, evrensel değerlerle buluştuğu yer olan AKP’nin çözüm süreciyle onurlu barışa yelken açışı tesadüf değildi aslında. Hem demokrasinin, hem evrensel hukukun hem de inanç esaslı kimlik siyasetinin gereğiydi.
Kırılma, kimlik siyasetini ortadan kaldırmadı sadece yeni bir boyuta taşıdı. Türkiye dindarlığının çok uluslu siyasal İslam'dan ayrıldığı yere, milliyetçilikle eklemlenmiş haline dönüştü, AKP dindarlığı. Büyük ülküler için değil ama sadece iktidarda kalmak için. Türkiye dindarlarının gönlünün derininde hep var olan Türk-İslam sentezi halini alan bir kimlik siyaseti, AKP’nin bir yandan taban kitlesindeki değişime bir yandan da politika üretme biçiminin ve icraatlarının otoriterleşmesine yol açtı. Bir kültürel vakıa olan Türk-İslam sentezinin, ideolojiye dönüştürülme çabası Anadolucu aydınların öteden beri muradıydı. Ve vaktiyle Türk ismini bile ağzına almayan Erdoğan, iktidarını sürdürmek için gerekli gördüğünden hemen bu yöne dümen kırdı. Zaten bildiği tek politika yapma biçimi kimlik siyasetiydi ve tekniğini değiştirmesi gerekmeden, sözcük dağarcığına yeni kelimeler eklemesi yeterliydi. Öyle de oldu. Tabii dinin siyasallaşmasından ne fayda görülmüştü ki kültürün siyasallaşmasından fayda görülsün, sorusu, bahsi diğer, bu yazının konusu o değil.
AKP’nin kimlik siyasetindeki bu rota değişimiyle hemen hemen eş zamanlı olarak siyasal İslam, ciddi bir fiyaskoyla mahiyet değiştirmeye başlamıştı. Son beş yılda giderek artan sayıda muhafazakarın, muhalefet kulisinde yer alışını biraz da böyle değerlendirmek gerekiyor. Muhalif muhafazakarlar arasında kimlik siyasetinden kaçanlar var kuşkusuz. Sadece AKP iktidarından sıtkı sıyrılıp muhalefet edenler de var. Aynı zamanda kimlik siyasetinin yön değiştirmesinden duyulan rahatsızlıkla muhalefete kaymış olanların varlığını da görmek gerekir. İktidarın son beş yılda yürüttüğü Kürt politikasının belkemiğini oluşturan HDP karşıtlığı böyle bir alt yapıdan besleniyor. Tabii kabaca isimlendirmeyle Türkiye dindarlığı, MHP’nin devletçi-milliyetçiliğiyle siyaseten ittifak edince kültür yani Türk-İslam sentezi, kendiliğinden ideolojiye dönüşmüyor. Ancak böyle bir umudu içinde her zaman barındırmış, 12 Eylül'le beslenmiş bir alt yapının varlığı, iktidarın işini kolaylaştırıyor kuşkusuz.
İkisi HDP’li üç milletvekilinin vekilliği düşürülünce muhafazakarların tepkisiz kalışı, kimliğin siyasal geleceğinden duyulan endişeyle ilişkili. 'Zaten' sözünün ardından çoklukla “onlar da yapmıştı, yine yaparlar, çalmayan yok” gibi gerekçeler sıralanır. Her türlü siyaset yapma biçiminin tıkandığı yer burası. Sıradan insan yıllar boyu Kürtlere yapılan haksızlıklar için “onlar daha fazlasını yapardı” faraziyesini siyasi seçimine gerekçe yaptığı ölçüde uzaklaşıyor, demokratik bir ülkede yaşama ihtimali. Başka bir şekilde söylemek gerekirse Müslüman Türkler, Kürtlerden değil kendi geleceklerinden endişe ediyorlar. O nedenle zalimleşmekte tereddütleri yok. Kimlik siyaseti, bütün diğer milliyetçilik biçimleri gibi bir savunma kaygısının tezahürü olduğundan kolaylıkla saldırganlaşıyor. İktidarın, Kürt siyasetini kriminalize etmeyi, varlığını sürdürmek için en elverişli araç sayıyor olması, sıradan insanın kimlik kaygısıyla örtüştüğünden “beka sorunu” gibi hayali söylemler, siyaseten karşılık bulabiliyor. Ülkede Kürt meselesinin varlığı ve çözümsüzlüğünün arkasında yatan temel sebep, Türklerin kimlik siyasetine ihtiyaç duyması. Son yıllarda dindar Türklerin ama çözüm sürecinde de seküler Türklerin kimliğini tehdit altında hissetmesi nedeniyle bir Kürt sorunumuz var.
Fakat aslına bakarsak sıradan insan Türk, Kürt, Ermeni, Rum, Çerkes hangi milliyetten olursa olsun ekmeğinin derdinde. Çocuğuna iyi bir gelecek sunacağına dair güven duymak ihtiyacında. Sıradan insanın dindar ya da seküler olması, Müslüman, Hıristiyan, Yahudi olması güvenli ve içinde bulunduğu şartlardan görece müreffeh bir gelecek için bir arada yaşamayı öğrenmesine engel değil. Adalete güven duygusunu tesis edeceğine inanılan siyasal yapılara kitleler, kolaylıkla yönelebilir. Güven uyandıran adalet duygusundan yoksun kalındığı için, insanlar ellerindeki basit imkanları bile kaybetme korkusuyla hamasi söylemlere kapılıp kimlik siyasetine tutunuyor. Oy verdiği iktidarın siyasi söylemini gündelik hayatında kendisi yaşamıyor, çoğunluk. Basit gözlemle bile seçmenin yaşam pratikleriyle oy verme tercihlerinin örtüşmediğini söylemek mümkün. Kanaatimce mezarlık saldırıları ve JİTEM imzalı tehdit mesajları da bu toplumsal gerçekliği perdeleme ihtiyacından kaynaklanıyor.
Muhalefete düşense, korkuları depreştirerek iktidarını sürdüren Erdoğan, Bahçeli ortaklığının söylemini tersine çevirebilmek. HDP’ye sahip çıkmak ve yanı sıra Kürtlerin eşit yurttaşlığına ve siyasal haklarına sahip çıkmanın Türklerin de menfaatine olacağını göstermesi gerekiyor. Normalde iktidarlara düşer toplum barışını tesis meselesi. Ancak bizim iktidarımızın meselesi toplumsal sorunların çözümü değil kendi iktidarının sürdürülmesi. Giderek artan faşizan yönetim eğilimlerini durdurmanın da, gelecek için toplumsal barışı sağlamanın da muhalefete düştüğü bir garip dönem yaşıyoruz. Ancak muhalefet partileri de bunun pek farkında değil gibi. CHP sadece kendi vekilini düşünürken İYİ Parti, HDP karşıtlığında iktidarla uygun adım yürüyüşte. Deva ve Gelecek partileri son haftalarda belirgin çıkışlarla dikkat çektikleri halde HDP’nin siyasal haklarının gasp edilmesine, Kürt seçmenin iradesinin yok sayılmasına sessiz kalarak, yakaladıkları ivmeyi harcar gibiler. İktidarla işimiz zor da, bu muhalefetle de hiç kolay değil. Siyaset, ülkemizde kriz dönemlerinde sıklıkla hissettiğimiz bir daralmayla yine toplumun çok gerisine düşmüş halde.