Siyaset bilimi der ki devlet, insanların vergileriyle onlara hizmet eden bir kamu kurumudur ki orada çalışanlara da kamu müstahdemi/hizmetlisi (public servant) denir. Cumhurbaşkanından, bakana, genel müdürden, öğretmene, üniversite hocasına, temizlik görevlisine… makamı, mevkii bir tarafa hepsi kamu hizmetlisidir: Tek geliri benim vergilerim, tek işi de “biz”lere (bizatihi “ben”lere, “sen”lere, “o”nlara) hizmet olan bir kurumdur. Siz, sürekli hakaret eden, dün hakaret ettiğiyle bugün kanka olan bugün kanka olduğuyla dün küfürleşen gereksiz ve lüzumsuz Devlet’e inanmayın, devletin herhangi bir kutsiyeti yoktur; Tapu Kadastro, Devlet Su İşleri genel müdürlüklerinin, Hacettepe, Ege ya da İstanbul Sabahattin Zaim üniversitelerinin, Diyanet İşleri veyahut da Karayolları Genel müdürlüklerinin neden kutsiyeti olsun -ki yok ama olsa ne güzel olurdu. Bir devlet kurumunda çalışan bir kamu çalışanı olarak, muteber ve kutsal bir kurumda çalışan (çalıştığı düşünülen) mübarek (olduğu farz edilen) bir insan olmanın cazip olabileceğini söyleyebilirim ama inanın mesela bir devlet (ve onun kurumu olarak) Hacettepe Üniversitesi ya da benim odam hiç de kutsal değiller, ne yazık ki ben de/bile kutsal değilim. Siz, siz olun, devletin kutsiyetinden (misal benim kutsal bir insan, çalıştığım kurumun da kutsal bir kurum olduğundan ya da genel olarak devletin kendisinin kutsal olduğundan) bahsedenlerden uzak durun; zira faşizm tam da böylesi bir iklimde serpilir, göverir.
Devlet (söz temsili şahsen ben) bir kamu hizmetlisidir/hizmetlisiyim. Devletin (Devlet’in değil) üniversitesinde eğitim ve öğretim hizmetlerinde görevliyim; işimi ço….k ama ço…k seviyorum, dünyaya bir daha gelsem aynı işi yapmak isterdim ama bir “(D)evlet”(görevlisi) olarak bir kutsiyetim yok; gözlerimden ateş saçamıyorum, dokunarak hastaları sağaltamıyorum, beşikteyken konuşamadım, çamurdan kuş yapıp üzerine üfleyince canlanıp uçmuyor; göğün katlarına çıkmışlığım da -henüz- yok.
Siyaset bilimi der ki, devlet denilen kurumun da onun çalışanlarının da herhangi bir kutsiyetleri yoktur. Eleştirilmek, devletin Kader Planı’nda vardır; yaptıkları çoğunlukla beğenilmez. Ve yine siyaset biliminin Kader Planı/teorisi der ki faşizm, bir Devlet’in, devletin eleştirilemeyeceğini söylediği yerde başlar.
YAĞMACILAR VE KOMİSER MESUT GÜNERİGİLLER
Birkaç binyıldır devam eden Arka Sokaklar dizisinden ya da o dizi de Şevket Çoruh’un uzun yüzyıllardır canlandırdığı Mesut Güneri karakterinden haberdar olmayan var mı? Mesut Komiser, kendi adaletini dağıtan (ya da belki de adaleti kendine göre dağıtan mı demeli) kamu hizmetlilerinden biri(ydi). Suçlu olduğunu düşündüklerine odunu öyle bir verirdi ki, değil ekran başındaki bizler, gökte melaike dahi maşallah çekerdi Mesut Komiser’e; kimse de karakoldaki sorgu odasında Rıza Amir’in bilgisi dahilinde atılan dayağın, sistematik işkencenin hesabını sormayı akıl etmezdi, tıpkı deprem bölgesindeki “Suriyeli yağmacı”lara dayak atan “vitaminsiz Komiser Mesut”lara hesap sormayı düşünmediği gibi. Yeri gelmişken hemen yazayım siyaset biliminin Kader Planı/teorisi der ki faşizm, bir Devlet’in, hukukta yazılı olan değil sokakta kazılı olan yerdeki adaleti dağıtmaya başladığı yerden fışkırır.
ŞALVARI ŞALTAK DEVLET EFENDİ
Ben, Cumhuriyet’in “..bilhassa kimsesizlerin kimsesi” olduğu öğretilerek yetiştirildim. 1923’ten günümüze Cumhuriyet’in ne kadar tam anlamıyla “kimsesizlerin kimsesi” ne kadar “ensesi kalın ve omzu kalabalıkların kimsesi” olduğu tartışılır ama hiç değilse 80’li yıllara kadar bir “sosyal devlet” düşüncesi en azından lafta da olsa kaimdi. Önce “sosyal devlet” öldü; sonra da Cumhuriyet. Elimizdeki Reistokrasi onun imitasyonu, gençlerin dilindeki tabiriyle “çakma”sıdır. Deprem bize -ne yazık ki- bir kurumsal bütün, bir sistematik mekanizma, bir kamu kurumu/kurumları (silsilesi) olarak devletin mevcut olmadığını/işlemediğini gösterdi. Deprem bir devletin olmadığını, bilhassa kimsesizlerin kimsesi bir cumhuriyetin ne yazık ki tesis edilemediğini gösterdikçe Devlet hırçınlaştı; devlet güçsüzleştikçe, kurumsuzlaştıkça Devlet’in dili sivrildi. Bir Cumhuriyetimiz, bir devletimiz varken eleştirebiliyor, hatalarını eksiklerini, onu yönetenlerin izledikleri politikaların yanlış olduklarını söyleyebiliyorduk; devlet ortadan kalktıkça onu eleştirmek de imkansızlaştı; Devlet ve Devletgiller, köküne kibrit suyu ektikleri, yok ettikleri devletin eleştirilmesini de ha yasakladılar, ha yasaklayacaklar. Ve yine, yine, yine siyaset bilimi der ki, devlet denilen kurumun da onun çalışanlarının da herhangi bir kutsiyetleri yoktur. Eleştirilmek, devletin Kader Planı’nda vardır; yaptıkları çoğunlukla beğenilmez. Ve yine siyaset biliminin Kader Planı/teorisi der ki faşizm, Devlet’in -Devletgillerin- devletin eleştirilemeyeceğini söylediği yerde, Devlet’in devleti eleştirenleri topluma hedef gösterdiği yerde başlar.
YA DEVLET BAŞA YA DEVLET LEŞE: NEVERMORE
Sanırım yanlış yazdım, meşhur darb-ı meselin ikinci kısmı “kuzgun”la başlamalıydı. Siz şimdi hayvan olan kuzgundan bahsettiğimi düşüneceksiniz -tabii o da mümkün ki son analizde hepimiz biyolojik olarak birer hayvan değil miyiz- ama ben Edgar Allan Poe’nun Kuzgun’unu (The Raven), o kendisine sorulan her soruya “bir daha asla” (nevermore) diyerek bizi delirmeye doğru sürükleyen Kuzgun’u yad etmek istiyorum -ki eni sonu o da bir kurgu-hayvan. Poe Kuzgun’unu şöyle tanımlıyor.
Bu kuzguni simsiyah kuş, yüzündeki ifadeyle,
İçimdeki kasvetimi döndürmüştü tebessüme.
Dedim: ‘Sayın Bay Kuzgun’um, sizin için çok üzgünüm
Tüy dökülmüş, ibik gitmiş, ama sen Anka gibisin!
Ötelerden gelmektesin, adın nedir söyler misin?’
Baktım kuzgun dile geldi, cevap verdi, ‘Asla!’ dedi
Siyaset Bilimi’nin Kader Planı/teorisi der ki faşizme, totaliterizme “asla” demek demokrasinin mütemmim cüzüdür. Ya Devlet’e asla diyeceğiz ya da bir devlete (yeniden) sahip olacağız; arası yok. Çünkü demokratik bir devlette de Devlet’lerin yeri yok.
Keyifli okumalar…