Tesadüfi ya da münferit değil bu gibi çıkışlar, bu gündeme dahil olma hezeyanları. İkbal yıllarını geride bırakmakta olan bir pop sanatçısının çabaları biçiminde de değerlendiremeyiz salt. Bugünkü cehennemimize irili ufaklı katkıları olan belli bir anlayışı (ya da anlayışsızlığı), tavrı, tutumu, muktedirin yoluna taş döşeyen başka bir tür cehaleti açığa vuruyor bu sözler.
90’lar popunun buğulu sesi ve eserekli ismi Çelik, hayatımızdaki yerini şöyle veya böyle korumayı başarmış isimlerden. Yenilikçi bir çiftin elinden çıkmış tek isim gibi görünen İzel Çelik Ercan adlı pop grubuyla tanıdık onu. Bir ilk gençlik tanışıklığı olarak kalmaya fazlasıyla müsait müzikal kapasitesine rağmen öyle böyle bugünlere geldi. Kâh yeni albüm yaptı, kâh atak olduğu kadar da çıplak çıkışlarda bulundu. Kadın kılığına girdi, çıplak çello çaldı, kalpak taktı. 51 yaşında çıkardığı yeni albümüyle de Posta gazetesine verdiği röportajla çoğumuzun gündelik kadrajına girmeyi başardı.
Sansasyondan çekinmeyip üçe beşe de pek bakmıyorsan dört tarafı imkânlarla çevrili ülkemiz böyledir çünkü: Hayata dair doğru düzgün, suya sabuna dokunan bir cümlesi olanın dinlenmeme ihtimali yüksektir. Su sabun ilişkisinde yeterince cesur bir tutum izleyenin mapus damından bildirmesi an meselesidir. Her durumda kesin olan tek şey şudur ki, biz saçmalayanı dinleriz.
Ne demiş de gündem olmuş, çarşaf çarşaf tweetlere, entrylere konu olmuş peki Çelik bu röportajda diye soranlara, daha duymamış olan şanslılara özet geçeyim: Laik, Kemalist, haşince elitist, çıplaklıktan kısmayan her daim genç popçumuz Çelik bir (bana göre iki) anahtar cümle ediyor: “Sosis satan adamla bir değilim,” derken aynı esnada da “bakire kadın isterim,” diyerek listelere hızlı ve absürt olduğu kadar da ‘tüypertici’ bir giriş yapmayı başarıyor!
“Memelerim yok ama kadın merhametim var,” “karım bile beni tanımıyordu boşadım onu” gibi absürt eril kibrini destekleyici başka laflar da ediyor. Laiksin, çağa ayak uydurarak belli bir müzik türünde çeyrek asır boyu iddianı kendince korumuşsun, özgüvenin tavan ve bakire kızlarla olmak istiyorsun. Kendini zaten belli ki fazla ciddiye alan birini ciddiye almak riski pahasına, akla geliyor: “Çelik, Allasen, ne diyorsun sen?”
Söz konusu röportajın, daha önce son terlik bükücü Alişan röportajıyla da dikkat çeken Oya Çınar’a ait soruları oldukça muzip bu arada, değinmeden geçmek istemem. Peki ne oluyor da Çelik’in bu sözleri gündemimizi bu kadar meşgul edebiliyor?
Önce sansasyonel olandan başlayalım. “Sosis satan adamla ben bir değilim”, diyor Çelik. “Ben Allah’ın donattığı, kabiliyetle yarattığı bir insanım. Sanatımı icra edeceğim, gitarımı çalacağım özel bir zaman olmalı. Durup kimseyle akşama kadar ‘çıt çıt’ fotoğraf çektiremem! Tutturmuşlar bir, “Biz halktanız.” Değilsin. Postanede çalışan biri misin sen? Tarlada mı çalışıyorsun? Bakkal mısın? Tostun arasına sosis koyan adam mısın? Seni Allah üstün bir kabiliyetle donatmış. Az önce kuaförde bıyıklarımı düzelttirdim. Geldim burada seninle sohbet ediyorum güzel güzel. Nasıl aynıyız biz?” diyor. Burada bir gülme molası veriyor insan. Çünkü yani, komedi senaryosu yazsan o bıyık düzeltmeyi ancak o şekilde denk getirebilirsin. Bu aşırı gerçekçi ve gündelik detayla beraber anlıyorsun ki, adam söylediğine cidden inanıyor. Ahaha ya.
Manken Aysun Kayacı yıllar önce “dağdaki çobanın oyuyla benimki bir mi?” diyerek benzer bir çıkış yakalamıştı. Her ikisindeki özgüven ve aymazlık kokteyline, kendine seçilmişlik atfetme kriterlerine şaşmamak mümkün değil bir kere. Sonuçta yıllarını emek emek bilime, sanata adamış insanlar etmiyor bu sözleri (etmezler de). Popüler kültürün, ünü kısmen de arsızlık ve ani çıkışlar kapasitesinden menkul ünlüleri ediyor. Beethoven’ın böyle bir şey diyebileceğini hayal edebiliyor musunuz mesela? Çapı o kadar büyütmeye, olayı “yüksek sanat/popüler kültür” boyutlarına çekmeye de gerek yok. Aklı başında ve dünya görüşü iki A4’ü geçen kalınlıkta herhangi biri böyle bir şey demez zaten.
Dünyanın en trajikomik denklemlerinden biri şu belki de: Kibir, gerçekten yeterli ve belli kriterlere göre de “üstün/seçilmiş” sayılabilecek olanın ve/veya amacı uğrunda gerçek bir adanmışlıkla emek harcayanın mahsulü değil. Yapıp ettiği yükseldikçe insan kendini küçültme eğiliminde. Tersiyse sorun ortaya koyabildiğiyle ilgili görünüyor. Hiç istisnası yok bunun.
Tevazu konusunda oldukça iddialı bir toplumuz. Bu oksimorondan da anlaşılacağı üzere, bence sıkı bir tevazu problemimiz var. Atasözlerimizin, gündelik hayat değerlendirmelerimizin onda birine bu mesele damgasını vuruyor. Orada bir sıkıntı olunca işte bence, çeneye vuruyor çünkü. Bu konudaki düşüncem şu: Ne İngilizler, ne Fransızlar. Kibir diye bir şey olmasa, onu biz icat ederdik. Çünkü buna zemin hazırlayan tonla haksızlık, eşitsizlik, adaletsizlik olsa da, her zaman kendine oturduğu yerde değer atfetmekle lanetlenmiş bir toplum olduk.
Bu kibir/tevazu meselelerinde çok basit, net, evrensel bir ölçüt var: Kendini lüzumundan fazla ciddiye almakla yaptığın işi ciddiye almak. Yaptığı işi/yaptığını ciddiye alıp koşullar ne olursa olsun bu yolda yürümeyi bir var olma biçimi olarak benimseyen insanlar işte, otuzları, kırkları, ellileri, altmışları görece hasarsız devirebiliyor. Hayatın sonunu da az çok “yaşsız” biri olarak, canı sıkıldıkça değneğiyle sağa sola çelme takan ihtiyara dönüşmeden getirebiliyor. Az sayıdalar ama gerçekten güzeller, işte sadece onlar her daim genç kalabiliyor, gözlemlerime göre. Çünkü gençlik bir fitness meselesinden, deri montu çekip sahada kalma meselesinden ibaret bir şey değil. Hayatın ortasında az çok kendin olarak kalabilme hâli. Deneyimlerden pay çıkarırken “acılaşmama”, dünyada yalnız olmadığının ve herkesin bir tek hayatının olduğunun farkında olma hali, sadece bu.
Herkesin bir tek hayatı var. Dağdaki çobanın da, Çelik’in de, mapus damında ömür tüketen gazetecinin de, sanatçının da, politikacının da, evde fasulye ayıkladığını varsaydığımız teyzenin, tostun arasına sosis koyan adamın da. Bu durumda “dongi dongi” diye bir şarkı üretmiş biri için o ne özgüven o? Demekle de kalmıyor bu denklem. Başka insanların hayatına, insanlığın harcına ulaşılması kırk fırın ekmek yemeyi gerektiren bir tevazuyla katkı sağlamaya çalışan insanlar etmiyor zaten bu tür sözleri. Onlar hayatı böyle bir alma verme denklemi, böyle sonsuz bir bencillik üzerinden kurmuyorlar çünkü. Bu nedenle de kurdukları cümle bu hengamede eriyip gitse de, varsa bu hayatın bir anlamı, değerliler. Sular çekildikten sonra kalacak olan, onlar.
Sosis satan adam meselesinin cazibesi karşısında pek de konuşulmayan ikinci kısmı da Çelik röportajının, kadınlara dair söyledikleri. Oya Çınar bir noktada zekasıyla övünen Çelik’e “aptal bir kadınla ne kadar yapabilirsiniz?” diye sormuş. Yanıt, sevişmeye vurgu yapan bir “on saniye.” Hadi ya? “Sevmek bir ömür sürer, sevişmek bir dakika”nın görece naif sembolizmini dışta bırakırsak, yapılmış en talihsiz performans itirafı bu herhalde?
Başlıklardan biri de “beni karım bile tanımıyordu, boşadım onu,” biçiminde. Kim kimi boşadı? Boşanmak son baktığımda iki kişilik bir şeydi? Neyse, dahası var haliyle… İkinci “can alıcı” cümle de, “Bakire bir kadınla birlikte olabilir misiniz?” sorusuna verdiği cevap, Çelik’in. Olduğu gibi aktarıyorum:
“Tabii isterim. Çok güzel bir duygu. Onun mutlu olması, zevk alması, kendini bana ait hissetmesi... Bunlar çok güzel şeyler. Hoşuma gider. Düşünsene bir kadınla berabersin ama yan masada onun birlikte olduğunu bildiğin birini görüyorsun. Onun yatak deneyimindeki her şey kafamda canlanır. Ben buna dayanamam açıkçası. Baygınlık geçiririm orada. Sen bu soruyla aslında bana, “Duygun var mı?” diye sormuş oluyorsun. Parçalanırım hem de.” Hımmmmmm.
Belli bir yaşta toplum yararına çıplak poz verecek kadar açık fikirli, üretmeye devam eden bir adam olma iddiasındasın. Ama karşındaki kadının bir miktar cinsel deneyim sahibi olma ihtimali karşısında ‘yapısal olarak parçalanıyorsun’. Buradaki süzme özgüvensizlik ve alttan gizli muhafazakarlığı da bir nevi duygusallık, gönül adamlığı zannediyorsun. Ayrıca basit bir matematik hesabına, gerçekçi bir demografik değerlendirmeye göre bu seçimin seni en az yarı yaşındaki kadınlarla “sınırlıyor”. (Onları senle değil, şükür.) Başka sorum yok sayın jüri üyeleri.
Çelik ve benzerlerinin bu gibi düşüncelerinin bu yazıya ya da benzeri yazılara konu olmasının benim açımdan bir nedeni var. Tesadüfi ya da münferit değil bu gibi çıkışlar, bu gündeme dahil olma hezeyanları. İkbal yıllarını geride bırakmakta olan bir pop sanatçısının çabaları biçiminde de değerlendiremeyiz salt. Bugünkü cehennemimize irili ufaklı katkıları olan belli bir anlayışı (ya da anlayışsızlığı), tavrı, tutumu, muktedirin yoluna taş döşeyen başka bir tür cehaleti açığa vuruyor bu sözler. “Halk”a bakışıyla, kendini konumlayışıyla, kadınlığı ve erkekliği tanımlayışıyla… İçinde bulunduğumuz kültürel çölden çıkabilmek için, bu gibi sözlerin gerçekte ne ifade ettiğini de arada bir olsun düşünmemiz gerekiyor.