Sosyal bilimlerin krizi: Psikoloji örneği*

Kültürel fenomenleri/varlıkları inceliyorsak onları anlamak için onlara uygun teknikler geliştirmeliyiz. Kültürü biyolojikleştirmemeliyiz. Bu, akciğerlerimiz olduğu için Dünya atmosferinin böyle oluştuğunu söylemeye benzer. Kültürel davranış, canlıların tüm davranışları gibi biyoloji yasalarına aykırı değildir ancak biyolojinin teorileriyle de açıklanamaz. O yüzden sosyal bilimler vardır. Mesela beynimizde bir para nöronu ya da genomumuzda bir tanrı geni filan yoktur.

Abone ol

Tolga Yıldız

Sosyal bilimler derin bir krizin içinde. Bu kriz, ilk önce, dünyanın en saygın psikoloji dergilerinde yayınlanmış olan araştırma raporlarının yüzde 90’ının tekrarlanamadığı tespiti ile su yüzüne çıkmıştı (Replication Crisis, 2018). Böylece bir bilim disiplini olan psikolojinin, bilimsel yöntemin ilk kuralı olan “bir gözlemin bilimsel sayılabilmesi için aynı koşullarda bağımsız gözlemciler tarafından da tekrarlanabiliyor olması” kuralını on yıllardır ihlal etmekte olduğu anlaşıldı. Kısa zaman içinde bu sorunun sadece psikolojiye has olmadığı da görüldü. Sosyal olguları araştıran tüm bilim disiplinlerinde genel bir “disiplinsizlik” hali artık ilk bakışta göze çarpıyordu. Peki, neden? Böyle bariz bir hata nasıl bu kadar örgütlü bir şekilde hem de on yıllar boyunca sürdürülmüş ve görmezden gelinmiş olabilir?

Bu yazıda yakından takip ettiğim birkaç örnek üzerinden bu akıl tutulmasını açıklamaya çalışacağım.

Bu büyük hataya karşı verilen ilk tepki, önce bu hatayı biraz daha görmezden gelme, bu yetmeyince bunu reddetme oldu. Ardından kültürel göreliliğe sığınıldı. Nihayetinde, serbest piyasa değerlerine uyumlu Amerikan üniversite sisteminin dünyaya yayılması ve bu tip üniversitelerde kadro bulmak için istenen yüksek yayın sayısının (nicel performans kriterlerinin) baskısı altında akademisyenlerin biçare kalışı bahane edildi. Yani akademik yayınlarda yalan söylemenin nedeni, akademisyenler tarafından derhal dışsallaştırıldı. Buradaki ince imanın altını çizelim: Akademisyenlere göre onlar bile bile yalan söylemiyorlardı, aynı zamanda bir ekmek kapısı da olan geç 20'nci asır üniversitelerinde tutunabilmek için koşturmaktan hatalarını göremiyorlardı sadece. Çünkü kahrolası sistem! Akademisyenler gerçekten bu denli masum mu?

BROKOLİ GÖREVİ VE EVRİMSEL PSİKOLOJİ

Çalışma alanım gelişim psikolojisi, özellikle küçük çocuklarda dil zihin ilişkisinin gelişimi. Dolayısıyla kendi alanımdan, hakim olduğum vakaları anlatacağım. Bundan 20 yıl önce ABD’li gelişim psikoloğu Gopnik, 18 aylık çocukların kendi arzuları ile bir başkasınınkini birbirinden ayırt edebildiğini göstermişti (Repacholi ve Gopnik, 1997). Örneğin bir çocuk balık kraker seviyor ama brokoli sevmiyor olsun. Diyelim ki ben de brokoliye bayılıyorum ama balık kraker sevmiyorum. Çocuk, benim neyi sevip neyi sevmediğimi öğreniyor. Çocuğun bir balık krakeri ve bir brokolisi olsun. Çocuktan yiyecek istediğimde, kendi sevdiği balık krakeri değil, benim sevdiğimi bildiği brokoliyi bana sunuyor.

Bu ilginç bir gözlem çünkü çocukların 4-5 yaşlarından evvel kendi perspektifleriyle bir başkasınınkini ayırt edemediklerini biliriz. Yani küçük çocuklar, dünyaya kendi merkezli bakarlar. Onlar ne biliyorsa herkes onu bilir, ne seviyorsa herkes onu sever. Bu, Piaget’den bu yana bili nen bir gelişimsel fenomendir. Fa kat Gopnik, yukarıdaki meşhur (yani atıf şampiyonu) çalışmasıyla daha 18 aylık çocukların, bir başkasının arzusunun kendilerinkinden farklı olabileceğini anlayabildiklerini göstererek mevcut literatüre aykırı bir şey söylüyordu. Zaten çalışmayı dikkat çekici kılan da buydu. Burada durup düşünelim. Biyokimyacı Medawar’ın çok sevdiğim bir sözü var: “Bütün deneyler bir eleştiridir.” Müthiş! Gopnik, tam da bunu yapmamış mı? Yani literatürü eleştiriyor ve bulgular onu haklı çıkarıyor. Ne zaman, 20 yıl önce. Harika!

Şimdi devam edelim. Geçtiğimiz yıl yayınlanan yeni bir kapsamlı araştırma (Ruffman vd., 2017), Gopnik’in 20 yıllık haklılığını boşa çıkarmışa benziyor. Bu yeni araştırma, bilimsel metodun kuralı gereği aslında 20 yıl evvel yapılması zorunlu olan şeyi oldukça gecikmeli olarak yapıyor: Aynı araştırmayı, onu ilk yapan ekipten bağımsız bir ekip tekrarlamaya çalışıyor. Ve sonuçlar Gopnik’inki gibi çıkmıyor, yani tekrar etmiyor. 18 aylık çocuklar, yukarıdaki brokoli görevinden geçemiyor.

Bu yeni çalışma sayesinde 20 yıllık literatürde bu gözlemin birçok defa başarılı bir şekilde tekrarlandığının raporlandığı ve fakat bu tekrarlarda hep Gopnik ve yakın çalışma arkadaşlarının imzaları olduğu anlaşılıyor. Yani tamamen bağımsız bir ekibin bu gözlemin geçerliliğini 20 yıl boyunca hiç test etmediği ortaya çıkıyor. Ayrıca Gopnik’in çalışmalarında yer alan katılımcı çocukların istatistiksel uçları temsil ettiğinin altı çiziliyor. Bu, 20 yıl boyunca en iyi psikoloji dergilerinde yayınlanmış onlarca brokoli görevi makalesinde incelenen örneklemlerin pek de temsil edici olmadığı anlamına geliyor.

Araştırmacıların hata yapma hakları var. Ancak en iyi dergilerde yayınlanarak çok yüksek bir peşin kabul edilirlik düzeyi yakalayan araştırmaların yüzde 90’lara varan oranda neden tekrar edilemediği, bu hata yapma hakkının on yıllar boyunca neden sadece bazı akademik elitlere (otoritelere) tanındığı ve olumsuz sonuç raporlayan tekrar çalışmalarını aynı kalibredeki dergilerde yayınlatmanın neden imkânsıza yakın olduğu soruları heyula gibi duruyor ortada. Editörler, hakemler veya zarlar, hep birlikte örgütlü bir hata yapmakla kalmıyorlar, bunu sürdürmekte de ısrar ediyorlar. Bu, çok da farkında olmadan yapılan anlık bir şeymiş gibi görünmüyor.

Nobel ödüllü meşhur fizikçi Feynman (1974), 1935 yılında psikolojide doktora yapan bir öğrenciyle sohbetini anlatıyor bir konuşmasında. O zamanlar yeni bir bulgu yayınlanmış, psikoloji öğrencisi oldukça heyecanlı. Fakat Feynman, bu raporun henüz taze olduğunu ve rapor edilen bulguların tekrarlanıp tekrarlanmadığına bakmak gerektiğini söylüyor. Öğrenci, bunu mantıklı buluyor. Aradan zaman geçiyor ve tekrar karşılaşıyorlar. Feynman, bulguların tekrarlanıp tekrarlanmadığını soruyor. Psikolojide doktora yapan öğrenci, danışmanının (muhtemelen bir psikoloji profesörü) bulguları tekrarlama fikrine karşı çıktığını, bu faydasız işlere zaman harcamadan ufak tefek değişikliklerle mevcut araştırmanın varyasyonlarını yapmasını istediğini söylüyor. Bu durum, Feynman’ı şoke ediyor. Çünkü açık ki böyle bilim yapılmaz!

Daha tuhafı, neredeyse yüzyıl sonra bir üniversitede bu örneği bir lisans ya da doktora dersinde psikoloji öğrencilerine anlattığımda, onların, aynı tartışmayı bir gece evvel yaptığımız “hocaları” gibi rahatsız olduklarını görüyorum. Birçok farklı lisans programında psikoloji dersi veriyorum ve hep şunu söylüyorum: Bir fakülte çatısı altındaki bir lisans programı, bir bilim alanının tarihinin gözden geçirilmesi ve bu tarihin eleştirilmesinden başka bir şey değildir. Ancak Türkiye’de bir fakülteye (yüksek okulları ve tıp, hukuk, mühendislik vb.’lerini kastetmiyorum) kayıtlı olan lisans öğrencileri, talebesi oldukları (talep ettikleri) bilim alanını tanımak, o alanda müstakbel üretimlerini yapmak üzere yüksek öğretime başlamıyorlar. Doğrudan meslek edinmek için üniversiteye geliyorlar. E akademisyenler için de üniversitenin bir ekmek kapısı olduğunu söylemiştim. Dolayısıyla eleştiriyi ellerindeki ekmeğe göz dikmek gibi düşünüyorlar yediden yetmişe. Hani akademi eleştirinin yuvalandığı yerdi.

Eleştirinin de bir ana akımı vardır. Akademi de beşeridir ve kendi içinde, dışındaki dünya kadar, statükocudur aslında. Tıpkı 20 yıl evvelki Gopnik olayının gösterdiği gibi. O zamanlar psikoloji başka bir revizyon süreci içindedir. Psikoloji, diğer sosyal bilimler gibi yeni liberal küresel politikalara uyum sağlamaktadır ki akademide ödemeler devam edebilsin. Darwinci çağdaş evrim teorisi ta başından beri psikolojiye mündemiç olmasına rağmen, 80’lerde evrimsel psikoloji diye bir alan peyda oluverir. Evrimsel psikoloji, yeni liberalizmin argümanlarını doğallaştırmak üzere evrim teorisinin sulandırılarak kültürel olgu ve olaylara yedirilmesinden ibarettir. Yüz yılın başındaki Sosyal Darwinizm'in psikolojideki yenilenmiş şubesi.

Bu alanı biz Türkiye’de son yıllardaki toplumsal çatışmalar üzerinden tanıdık. Bu tanışma, Türkiye’deki yeni liberalizm uygulamalarıyla da örtüşmektedir dikkat ederseniz.

Biz Türkiyeliler bilimi toplumsal çatışmalarımız üzerinden okuma hastalığından mustaribizdir. Başında “evrimsel” sıfatı olan bir şey iyidir ya da kötüdür, der geçeriz. Dolayısıyla evrimsel psikoloji, taraftarları tarafından karşıtlarına nispet olsun diye aşırı övülür, dokunulmaz kılınır. Oysaki evrimsel psikolojinin çağdaş evrim teorisiyle, hatta bilimsel metotla bağları oldukça zayıftır. Kültürün, kendine has ontoloji ve epistemolojisi yerine neden evrimsel biyolojinin zihniyeti ve araçlarıyla anlaşılması gerektiğine dair gerçekten geçerli bir argüman sunmadan, insanın kültürel davranışlarını sorgusuz sualsiz biyolojikleştirmektedir. Neden, çünkü koskoca Darwin’den iyi mi bileceğizdir. Halbuki, tekraren, bu konunun Darwin’le pek bir alakası yoktur. Olsaydı bile Darwin’in teorisi her kilidi açan bir maymuncuk değildir. Bilimsel teorilerin böyle sınır sız iddiaları olmaz zaten. Evrimsel psikoloji konusu, evrimsel biyolog Özsoy’un (2016) dediği gibi, tamamen “duygusaldır.”

MARSHMALLOW GÖREVİ VE YENİ LİBERALİZM

“Marshmallow görevi”ni hiç duymuş muydunuz? (Bu arada bu bir görev, yani test. Google’da aratınca karşınıza çıkan popüler bilim sitelerinde yazdığı gibi bir “deney” değil. Mesela birinin boyunu ölçmek de deney değildir.) Marshmallow, süngerimsi bir şekerlemedir. Bir çocuğa bu şekerden veriyoruz. Eğer şekeri hemen yemez, makul bir süre sabırla beklerse bir şeker daha kazanacağını söylüyoruz. Ve onu şekerle baş başa bırakıyoruz. Bu görevi 28 yıl önce ilk kullanan çalışmada (Shoda, Mischel ve Peake, 1990), katılımcı çocukları seneler boyu takip ediyorlar ve şekeri hemen yemeyip bir şeker daha kazanmak için bekleyen çocukların çok daha parlak bir gelecekleri olduğunu görüyorlar. Yani başarılı insanlar, gelecekte daha fazlasını kazanabilmek için şu andaki arzularını kontrol edebilen insanlar. Ne güzel. Fakat bu çalışmanın da tekrarlanamadığı 38 yıl sonra anlaşıldı (Watts, Duncan ve Quan, 2018).

Orijinal çalışma, ABD’nin elit üniversitelerinden birinin kreşine giden ve ebeveyni akademisyen olan çocuklarla yapılmış (psikoloji bulgularının ancak laboratuvar fareleri ve üniversite öğrencilerine genellenebileceği şakası pek yaygındır). Yeni çalışmanın sonuçlarına göreyse orijinal çalışmada gözden kaçan asıl açıklayıcı değişken, ailelerin gelir düzeyi. Zengin ailelerin çocukları ile yoksul ailelerin çocuklarının öğrendikleri arzu yönetme taktikleri farklı. Yoksullar için gelecek daha az güvenilir görünüyor olabilir. Zengin çocuklar içinse gelecek yatırım yapılabilir (bilahare kredi çekilebilir, borsada oynanabilir vs.) bir güvenli alan olarak öğreniliyor olabilir. Yani mevzunun insan bireylerinin evrimsel çeşitliliği ile pek bir alakası bulunmuyor. Toplumsal tabakalarla alakası daha kuvvetliymiş gibi duruyor. Oysa orijinal çalışmada bunun tersine, toplumsal tabakaların bireylerin doğuştan gelen (evrimsel) yetileriyle ilişkili olduğuna dair bir ima var. Yeni çalışma ise kimi çocukların arzularını ertelemeye doğuştan muktedir olduğuna ve dolayısıyla hayatta hak ettikleri başarıyı kazanabildiklerine yönelik olan orijinal çalışmanın sonuçlarını yanlışlıyor. Psikoloji literatüründe oldukça baskın olan ve on yıllarca baş ta psikologlar olmak üzere herkesin fikirlerini biçimlendiren bu çalışmalarla, liberal piyasa değerlerinin insan doğasıymış gibi gösterildiği apaçık.

Orijinal çalışma, mealen şunu fısıldıyor: “Daha büyük bir ödül için arzularını erteleyebiliyor musun? Evetse başarılı ve zengin olacak sın. Hayırsa başarısız ve yoksul olacaksın.” Çok ciddi bir sonuç çıkarma hatası. Sebep, sonuç gibi gösteriliyor. Bu çarpıtmanın ilan ettiği mesaj, tam olarak yeni liberal politikaların istediği şey. Ve çarpıtılmış evrim fikri de buna bir akademik dokunulmazlık zırhı bahşediyor. Association for Psychological Science (APS) eski başkanlarından ve sosyal psikolojide dünya çapında meşhur olan bir başka akademisyenin makalelerinde buna benzer sonuç çıkarma hataları ve istatistiksel çarpıtmalar olduğunun gösterilmesi üzerine, kendisinin ilk tepkisi bunu ortaya çıkaranlara medya aracılığıyla “metodolojik teröristler” (Letzter, 2016) diyerek onları böyle Beyaz Saray ağzıyla itibarsızlaştırmaya çalışmak olabiliyor. Bir bilim alanında bu sallapati hal 40 yıl boyunca sorgulanmıyor. Belki de çat pat sorgulandıydı, hiç sorgulanmamış değildi, ama bu sorgulama girişimlerinin, APS eski başkanının şiddetli tepkisi göz önüne alındığında, öyle kolay görünür olmalarını beklemek safdillik olur, değil mi?

Ta ki 2008 ekonomik krizi patlıyor ve bu yayınların üretildiği projeleri finanse edenler (başta Batı devletlerinin akademik fon kurumları) sosyal bilimcilere dönüp “dedikleriniz işimize yaramıyor, gerçek hayatta karşılığınız yok” diyor da bu tekrarlanmama krizi gündeme gelebiliyor. Bu bilim finansörleri, sosyal bilimlerden gerçeği öğrenmediklerini zaten başından beri bilmekteydiler. Burjuvazi, her şey olabilir ama aptal asla. Yani sosyal bilimler; fizik, kimya, biyoloji kadar dakik değildir. O yüzden hiç olmazsa kendi politik kehanetlerini gerçekleştirmelerinde kullanabilecekleri bir sosyalizasyon aracı olmalarını bekliyorlar sosyal bilimlerden. Kuantum üzerine öyle herkes konuşamazken sosyoloji her gün köşe yazılarına meze olabiliyor. Üniversitelere, televizyon programlarına, TED konuşmalarına sinmiş olan “görünmez amaç” bu. Hep iddia ederim, TED konuşmacılarının hiçbiri tarihe kalmayacak. Çünkü tarihe kalanlara dönüp baktığınızda, hangisinin böyle spot ışıkları altında alkışlarla dinlenmiş olduğunu görürsünüz? Bu gün asıl tarih, bu “modern kiliselere” rağmen yine yer altında yazılıyor. O yüzden yaşayan hakikatli bilim insanlarının isimlerini onlar ancak sansasyonel bir ödül alırlarsa ya da ölürlerse az biraz duyuyoruz.

Şimdi Gopnik’in 20 yıl önce aykırı bir şey dediğinde neden görece hızlı ve kolay kabul gördüğünü anlayabiliriz. Çünkü o zamanlar bir politik kırılmaya oturuyordu iddiası. Ne demiştim, eleştirinin de bir ana akımı vardır her daim. Doğuştancılık, evrim teorisini çarpıtarak sosyal bilimleri tam da statükoya uygun şekilde biyolojikleştiriyordu, yani davranışlarımızı sadece biyolojik determinizme hapsediyordu. Eğer çocuklar başkalarının niyetlerini doğuştan anlayabiliyorlarsa, bu ancak evrimsel bir şey olabilirdi. O zaman bunu ete kemiğe büründürmek gerekir. Kelimenin gerçek anlamıyla ete! Evet, büyük bir galatı meşhur olarak ayna nöronlara geldi sıra. Şimdi size ayna nöronların, birçok ünlü akademisyen tarafından tıpkı evrim teorisi gibi bağlamından koparılarak nasıl çarpıtıldığını anlatacağım.

AYNA NÖRONLAR VE BİYOLOJİKLEŞTİRME

Çoğu hayvan türünün sinir sistemi vardır. Bu sistem, birbirleriyle bağlantıları olan sinir hücrelerinden (nöronlardan) oluşur. Bu hücreler, türün evrimsel (filogenetik) ve bireyin gelişimsel (ontogenetik) deneyimleri ile organize olmuştur. Belirli çevresel ve içsel sinyalleri alır, (sadece merkezi sinir sistemi, mesela beyinleri olanlarda) işler ve geri bildirirler. Psikolojinin konusu olan davranış, bu geri bildirimlerden biridir.

Nöronlar, birbirlerine sıkı sıkı ya bağlı bir kablolar yumağı gibidir. Ya çalışırlar ya çalışmazlar: (1) ya da (0). (1,5) ya da (0,5) filan yok. Çalışma sıklıkları değişebilir ama çalışırkenki durumları sabittir (1). Bir nöron, bağlantılı olduğu diğer nörondan ya çalışma (1) ya susma (0) sinyali alır. Çalışma sinyali alan nöron ise bağlantılı olduğu nörona çalış ya da sus sinyallerinden birini gönderir. Tabii buradan nöronların doğrusal şekilde art arda sıralandıkları düşünülmesin. Bir nöron, yüzlerce farklı nörondan farklı sinyaller alırken yüzlerce nörona da farklı sinyaller taşıyabilir. Yani bir nörona sus derken aynı anda diğerine çalış diyebilir ve bunu bir anda paralel şekilde yüzlerce kez yapabilir.

Ayna nöron nedir? Bugün birden fazla çeşidi olduğunu bildiğimizi buraya not düşüp orijinal çalışmayı (di Pellegrino vd., 1992) basitçe anlatayım. Bir nöroloji laboratuvarında olduğumuzu ve denek olarak karşımızda bir makak maymunu olduğunu hayal edelim. Maymunun kafatasını açıyoruz. Maymun ilaç etkisi altında, bilinci açık ve her adımımız oldukça kontrollü ilerliyor. Maymun kolunu kaldırdığında çalışan nöronunu buluyoruz. Bu hareketi yaptığına beyninde sürüsüne bereket elektrokimyasal hareket oluyor ama biz vücut hareketlerinden sorumlu olanlarının sadece bir kısmına odaklanmış vaziyetteyiz. Çünkü nörolojik görüntüleme tekniklerinin bir handikapı olarak tüm beyne baktığımızda ayrıntıları kaçırırız, ayrıntılara bakarken de bütünü. Öyleyse bir ya da bir grup nöronu izlerken tüm sinir sistemi hakkında konuşmak baştan sakıncalı.

Evet, nöronu bulduk. Peki nasıl? İlgilendiğimiz alandaki bazı nöronlara belirli istatistiksel tahminlerden yola çıkarak elektrotlar bağlıyoruz. Yani milyonlarca nöronun milyarlarca bağlantısıyla istatistiksel tahmin yoluyla başa çıkmaya çalışıyoruz, tıpkı yıldızlarla başa çıkmamız gibi. İncelediğimiz nöronun, öncül nöronlardan kimyasal ileticiler aldığında elektriksel bir atış yaparak sonraki nöronlara kimyasal iletici salıp salmadığını gözlüyoruz. Bu atış yapılırsa elektrotumuzun bağlı olduğu ekranda bir sinyal yanıyor. Düzenek bu.

Maymun, örneğin önündeki bir fıstığa uzandığında bu düzeneğin çalışmasını bekliyoruz. Diğer her şeyin iyice kontrol edildiği bir durumda bu beklentimiz gerçekleşirse; diyoruz ki, elektrot bağladığımız nöron, izlediğimiz hareketten sorumlu. Buraya kadar her şey beklediğimiz gibi oluyor. Şimdi deneye ara verdiğimizi düşünelim. Maymunun bilinci hâlâ açık yani etrafında olup bitenleri izliyor.

Bu sırada canımız çekiyor, maymunun önündeki fıstıklardan birini ağzımıza atıyoruz. O da ne! Düzeneğimiz sinyal verdi. Fakat maymun hiç hareket etmedi!

Bu gözlem bir açıklamaya muhtaç. İzlediğimiz nöron, maymunun vücut hareketlerinden sorumlu nöron ağının bir parçası. Tam olarak kolunu ileri uzatmasından sorumlu. Fakat maymun hareket etmezken de çalıştı. Eğer çalıştıysa maymun hareket etmeliydi, etmemesi acayip. O sırada ne yapıyordu peki maymun? Aynı hareketi bizim yaptığımızı izliyordu. Demek hareketi kendi yapmasa, bir başkasının yaptığını görse dahi aynı nöronlar çalışıyor.

Bu gözlem, burada oldukça basit ve kabul edilebilir ölçüde eksik bir şekilde anlattığım orijinal çalışmanın yapıldığı İtalya’daki bir araştırma laboratuvarında çalışan asistanlardan birine ait. İtalyan ekip, yapmakta oldukları asıl araştırmayı kenara bırakıp asistanın bu ilginç gözlemine odaklanıyor hemen. Bunu kendileri de kontrollü bir şekilde birçok defa gözledikten sonra herkes duysun diye oturup raporluyorlar. Makaleyi ünlü Nature dergisine gönderiyorlar. Fakat editör, yazarlar kadar ilginç bulmuyor bu gözlemi ve makaleyi reddediyor (bu sırada sosyal bilimler alanında kabul ettiği makalelerin yarısından çoğunun tekrar edilemediğini ama gazetelerde haber olabilme potansiyeli taşıdığını hatırlayalım). Makale, başka birçok dergiden daha reddediliyor ve epey bir zaman sonra pek ünlü olmayan bir dergide yayınlanıyor. Öyle hemen kimsenin ilgisini de çekmiyor şimdiki gibi. Ama ekip bu olguyu araştırmaya devam ediyor.

Yayınlar geliyor peyderpey. Bu arada, araştırmalar maymunlar üzerinde yapılıyor çünkü yukarıdaki gibi bir operasyonu insanlar üzerinde yapmak yasak.

Ayna nöronlar hakkında oturmuş olan hipotez ve bulgular böyle. Bilahare, dünyaca meşhur olan nörolog Ramachandran (2009), bir TED konuşmasında, bu aslen birkaç hayvan türünde iyi araştırılmış olguya bizim niyet okuma becerimizin ve dolayısıyla medeniyetimizin temeli, hatta psikolojinin DNA’sı diyor heyecanla. İmam cemaat ilişkisinin malum sonucu olarak, ayna nöronlar konusu, otoritenin “tüm kuğular beyazdır” önermesini sadece beyaz kuğulara bakarak doğrulamaya hevesli olan yeni çağ akademisyenlerince son on yılda aşırı yorumlanarak çığırından çıkarılıyor.

AYNA NÖRONLAR PSİKOLOJİNİN DNA'SI MI?

Bir şeyin, başka bir şeyin DNA’sı olduğunu söylemek; ilk şeyin kesinlikle ikinci şeye neden olduğunu söylemenin havalı bir yolu sadece. Psikoloji, tüm davranan şeyleri inceleyen, bu davranışlar evreninin biyoloji teorileriyle açıklanamayan kümesine özgün teorilerle açıklamalar getirmeye çalışan bir sosyal bilimdir. Biyoloji ise tüm canlı şeyleri inceleyen bilim dalıdır. Canlı şeylerin alametifarikalarından biri davranmalarıdır. Ancak canlıların salt biyolojik saiklerle açıklanamayan davranışları vardır. Bunların başında öğrenme gelir.

Öğrenme, bir canlının davranışlarında deneyimleri sonucu meydana gelen görece kalıcı değişikliklerdir. Yani davranışların, biyolojik (bugün evrimsel diyebiliriz) olarak kodlandıkları sınırların dışına çıkmasıdır. Ancak öğrenme de bittabi evrimsel bir adaptasyondur. Salt biyolojik değildir. Aslına bakarsanız çağdaş evrim teorisi de ta kurucu Darwin’den beri salt biyoloji değildir. Hatta biyolojik olan daha çok tarihsel bir çıktıdır. Neyin? Doğal seçilimin! Doğal seçilimdeki “doğal”a en ya kın kavram “çevresel”dir. Darwin, bugünkü popüler tartışma dahilinde, genci olmaktan çok çevreciydi diyebiliriz. Bu nedenle öğrenme, biyolojik (evrimsel) mekanizmaları olan ancak salt biyoloji teorileriyle açıklanamayacak bir olgudur. Hizmet ettiği şey ise yine evrimdir. Yani bir bireyin, atalarının seçildiği çevresel şartlarda meydana gelecek belirli ölçüler dahilindeki ani değişimlere de uyum sağlayabilmesine yarar.

Tüm davranışlarımızın sebebinin DNA olduğunu düşünmek, sadece Leyla ile Mecnun dizisindeki İsmail Abi karakteri için geçerlidir. DNA, bir canlının, çevreden gelen etkilere hücresel düzeyde nasıl tepkiler üreteceğinin olasılıklarını düzenler. Evrimde belirleyici (ve aslen popülasyon bazında düzenleyici) olan çevredir. O yüzden Darwin, canlılar âlemine biyolojik malzemenin daha çok olasılıklı, çevrenin ise şartlı bir etkisi olduğunu ifade etmiştir.

Öğrenmeye dair yukarıdaki açıklamamdan yola çıkarak diyebiliriz ki, sinir sistemi belirli bir organizasyona kavuşan birçok hayvan türü (özellik le yüksek memeliler), çevreden gelen etkilere tepki verirken sadece atalarının biyolojik mirasıyla (mesela reflekslerle) kısıtlı kalmazlar. Cari davranışları, kendi deneyimlerinin de bir sonucudur. Ne demiştik; bu öğrenmedir ve etkili bir adaptasyon yoludur. Öğrenme, DNA’ya kodlanmaz, DNA’yı değiştirmez, bir sonraki kuşağa aktarılmaz ama aynı DNA’ya s hip olan nöronlar arasındaki ilişkileri değiştirir. Bu yeni sinir organizasyonunun öyle olmasının sebebi, artık sadece DNA’dan kaynaklı değildir. Nöronlar arası ilişkiler de etkilidir. Bu ilişkiler ise o bireyin çevresine uyumu sırasında kurulmuştur.

Üreme hücrelerimiz hariç vücudumuzdaki tüm hücrelerimizin çekirdeğinde aynı DNA bulunur. Peki, neden beynim ile tırnağım farklıdır? Çünkü her bir hücrenin içinde aynı DNA olsa bile farklı hücre sistemlerinde (organlarda) o DNA’nın farklı kısımları çalışır. Yani bir hücrenin çevresindeki hücreler nöronsa, etraftan öyle sinyaller alıyorsa o hücrenin de nöron olmasını sağlayacak proteinleri üreten DNA kısımları çalışır, etrafta tırnak hücreleri olursa tırnak proteinini üreten kısımlar çalışır. Görüldüğü üzere DNA’nın bir farkındalığı, bir ajandası, amacı, niyeti filan yoktur. Tamamen kimya yasalarına uygun olarak çalışır. Ancak ortaya çıkardığı sonuçların hepsi kimya yasalarına halen uygun olmakla birlikte kimya teorileriyle açıklanmaz. O yüzden biyoloji vardır. Ha o sonuçların bir kısmı biyoloji yasalarıyla da açıklanamaz, ondan psikoloji diye bir disiplin daha vardır.

Ayna nöronların psikolojinin DNA’sı olduğunu düşünsek bile, bu, psikolojinin açıklamaya çalıştığı tüm davranışların nöroloji ile açıklanabileceği anlamına gelmez. Bir de burada Occam’ın usturasını argüman olarak kullanıp nörolojinin psikolojiye göre daha basit açıklamaları olduğunu ima etmek, indirgeme safsatasına bambaşka bir boyut getirmek olur ve ancak okumayla ulaşılabilecek bir cahillik seviyesidir.

Bir cinayet işlerken ateşlenecek nöronlarım, bir cinayeti gördüğüm de de ateşleniyorsa, neden bir görgü tanığı olarak kendimi katil sanmıyorum? Bu, abartılı bir soru. Kendilik, sanmak vs. nörolojinin tek başına altından kalkamayacağı meseleler. Ancak şu düzeltmeyi yapabiliriz: Tüm motor nöron ağı, “ayna” özelliği göstermiyor. İlk keşfedilen ve tekrarlanabildiği için üzerinde olgusal olarak daha sağlam konuşabileceğimiz ayna nöronlar, motor nöron ağının sadece spesifik vücut hareketlerinden (mesela uzanıp bir şeyi tutmaktan) sorumlu alt kümesinin bir alt kümesi, motor nöronların yüzde 20’si civarı olduğu tahmin ediliyor (dediğim gibi milyon nörona tek tek elektrot bağlayıp onları ayırıp sayacak halimiz yok, o yüzden istatistiksel bir kestirim yapıyoruz).

Ayna nöronlar, hem sizin spesifik bir vücut hareketinizde ateşleniyor hem de bu davranışı bir başkasında gördüğünüzde ateşleniyor. Ancak beyin ve aslında tüm sinir sistemi doğrusal olmayan bir yapı, öyle pat diye neden-sonuç yok, geribesleme var. Yani siz bir hareket yaptığınızda veya bu hareketi bir başkasında gördüğünüzde ateşlenen bu nöronlar, bu iki farklı olay sırasında beyinde olup bitenlerin sadece küçücük bir kısmı. Biz oraya odaklandığımız için, elinde çekiç tutanın her şeyi çivi görmesi gibi, bize de her şey ayna nöronlar yüzündenmiş gibi geliyor. Halbuki diğer milyarlarca nöron, bu iki farklı olay sırasında susarak ya da ateşlenerek farklı çalışıyor. Hatta her bir deneyimde, topyekûn beyninizin, bir sonrakini işleme şekli az çok değişiyor.

FİZİK, KİMYA, BİYOLOJİ VE PSİKOLOJİ NEDEN FARKLIDIR?

Fizik yasalarına aykırı bir kimya bilimi olabilir mi? Hayır. Peki, fizik neden kimya olgularını açıklamıyor? Ya da kimya varken biyolojiye neden gerek duyuluyor? Çünkü maddenin farklı nitel düzeylerde ortaya çıkardığı fenomenler farklı. Nicel birikim ve nitel dönüşüm meselesi. Bir tüp suyumuz olsun. Sıcaklığı 20 santigrat derece. Bu suyu deniz seviyesinde ısıttığımızı farz edelim. 21 derece oluyor. 20 ile 21 derece arasında bir derece fark var. Isıtmaya devam edelim: 97, 98, 99, 100. Şimdi 99 ile 100 derece arasında da bir derece fark var ama suda nitel bir değişim meydana geliyor. Su artık sıvı değil, faz değiştiriyor. Su moleküllerinin kinetik enerjisi fiziğin, faz değişimi ise kimyanın konusudur. Faz değişikliği, fizik yasalarına aykırı bir şekilde açıklanamaz ancak fizik teorilerinin de ilgisi dışındadır.

Biyoloji, kimyaya; kimya ise fiziğe indirgenemez. Psikoloji de biyolojiye. Eğer insan davranışlarının tümü sadece beyinle açıklanabilseydi zihne gerek olmazdı. Burada hemen teknolojik yetersizlik argümanı gelir. Ancak bu da başka bir safsatadır. Bu ifade, teknoloji ilerledikçe her şeyin nörolojiyle açıklanabileceği hayaline yaslanır. Searle’ün sorgusunu tekrar edelim: Eğer düşünen şey nöronlarsa ve nöronlar da atomlardan oluşuyorsa, aslında atomlar düşünüyor diyebilir miyiz? Bu basitlik takıntısını fizikçiler aşalı bir asır oldu. Einstein, açıklama yeteri kadar sade olmalı ama daha basit değil, der.

İnsan davranışları tabii ki nöronların çalışmasına, nöronların çalışması da DNA moleküllerinin çalışmasına, bu moleküllerin çalışması da temel fizik yasalarına dayanır, aksini iddia eden yok zaten. Ancak, örneğin bir dil konuşmamızın sebebi, nöronlarımız, dolayısıyla DNA’mız ve dolayısıyla fizik yasalarıdır demek saçmalıktır. İnsanların öznelerarası bir dünya inşa edebildikleri nörolojiden evvel zaten sosyal felsefede ve teori de tartışılıyordu. Bunu ilk defa nörologlar fark etmedi. Onlar deyince bu daha bilimsel bir hale de gelmedi. Nörolojik bulgular, bu fenomenin evrimsel tarihini düşünmeye itti bizleri, o kadar.

Ayna nöronlar, ötekinin hareketlerine duyarlı olan nöron ağının kişinin hareketlerinde de ateşlendiğini gösterdi. Fakat bu oldukça lokal bir gözlem. Daha küresel olarak, örneğin nöral kenetlenme gösterildi (Has son vd., 2012). Nöral kenetlenme, aynı anlamı işleyen bireylerin beyinlerindeki hareketlerin eşgüdümlendiğini gösterdi. Şimdi bir beyin görüntüleme cihazına girdiğinizi ve tepenizdeki küçük ekranda kısa bir film izlediğinizi düşünelim. Bu sıra da beyninizdeki hareketler kaydediliyor. Sonra siz ve bir başkası yan yana duran iki cihaza uzanıyorsunuz. Sizden daha önce izlediğiniz filmi yanınızdakine anlatmanız isteniyor. Bu sırada hem sizin hem diğerinin beyin görüntüleri alınıyor. Sizin filmi izlerken ve sonra anlatırkenki beyin görüntüleriniz örtüştüğü gibi diğer kişinin sizi dinlerkenki beyin görüntüsü de sizinkilerle örtüşüyor. Bu üç görüntü aynı! Bu çalışmaları yapan ekibin başındaki nörolog Hasson, bu yazının kaynakçasındaki makalede nörolojinin de psikolojinin düştüğü hataya düşerek birey merkezli bir biyolojik dünya tasavvur ettiğini, ancak bunun açıkça hatalı olduğunu, sosyal bilimler için birey merkezli olmayan bir sosyal evren öngören bir Kopernik Devrimi’nin gerektiğini yazıyor. Bunu demek bir nöroloğa düşmemeliydi oysa.

Nöral kenetlenme çalışmalarıyla konuşmacı ve dinleyicinin beyinlerinin bir konuşma sırasında bir birinden ayırt edilemeyecek ölçüde benzeştiği gösterildi. Bunlar ayna nöronlar değil ancak aynı anlamı işleyen en az iki kişinin ilgili beyin bölgelerinde aynı tepkilerin üretildiği gözlem. Yani eğer yeteri kadar başarılı olduysam, şu anda bu yazıyı okuyan sizin ve bu yazıyı yazarken ki benim beyinlerimiz ayırt edilemeyecek ölçüde benzeşmekte. Yani beyinlerimiz bir etkiye tepki veriyor, bir sonuç oluyor.

Türümüz için iletişimin diğer birçok türde olduğu gibi biyolojik, dilin ise türümüze özgü şekilde kültürel kökenli olduğunu anlatmıştım bir yazımda (Yıldız, 2017). Dili iletişimden çok öykü/mit (anlatı) için kullanıyoruz hâlâ. Dolayısıyla dili sadece iletişim davranışlarımıza indirgemeden, kendine has şekilde incelememiz gerekir. Bir bilimin araştırma tekniklerini nesnesi belirler.

Kültürel fenomenleri/varlıkları inceliyorsak onları anlamak için onlara uygun teknikler geliştirmeliyiz. Kültürü biyolojikleştirmemeliyiz. Bu, akciğerlerimiz olduğu için Dünya atmosferinin böyle oluştuğunu söylemeye benzer. Buradaki tüm güçlü biyolojik bireyciliği görmüyor musunuz? Kültürel davranış, canlıların tüm davranışları gibi biyoloji yasalarına aykırı değildir ancak biyolojinin teorileriyle de açıklanamaz. O yüzden sosyal bilimler vardır. Mesela beynimizde bir para nöronu ya da genomumuzda bir tanrı geni filan yoktur. Bunları iddia ederek bir şey açıklamadığımız gibi cari toplum sal sistemimizi doğal ve dolayısıyla değişmez addederiz. Bu kimin işine yarar, yukarıda anlattım.

Kültürel davranış biyolojiye indirgenirse, bu, otomatikman atomların roman yazdığı, nötronların ibadet ettiği saçmalıklarına götürür bizi. Çünkü biyoloji neden fizikleştirilemesin ki. Bazı atomlar canlı olmayı mı seçerler! Yeni çağ bilimcilerine göre dinler saçmalık ama bu bilimci animizm çok mantıklı. Evrenin her 1035 metresinde fiziğin standart modeli işler. Bu yazıyı yazarken de okurken de hiçbir şey bu modele aykırı değildir. Ancak bu model, neden böyle şeyler yazdığımı ve bu sembolleri nasıl algıladığınızı açıklamaz. Tıpkı kendini tekrar üreten molekülleri (canlılığı) açıklamadığı gibi.

Evrim teorisi de bir biyoloji teorisi ve kültürel fenomenlere uygulanamaz. Biyolojik yapı ve süreçlerin evrimi, ancak kültürel fenomenlerin tarihi vardır. Sosyal olguları tarih dışı kılıp “evrimsel psikoloji” diye hiçbir tarihsel koşul ve kültürel çeşitliliği açıklamadan basiretsiz bir yapısalcılık mı yapacağız! Geçen yüzyıl boyunca da çift beynin dedikodusu böyle yapılmıştı. Sol beyin analitik, sağ beyin duygusal. Hatta sol beyin eril, sağ beyin dişidir. Yok Batılıların sol beyni iyi, yok Doğuluların sol beyni kötü. Bugün aklı başında görünen kimse bu saçmalıkları açıkça savunmuyor artık ya da büyük ihtimalle gözden düştükleri için pek kimse hatırlamıyor olabilir. Çünkü bu çıkarım, çok zayıf bulgular üzerinden gayet arkaik faşizan bir ezberin bilim kisvesi altında tekrar gündem edilmesinden başka bir şey değildi. Fakat bugün kimse birçok türün beyninin yarık, yani ikiye ayrılmış olduğunu inkâr da etmiyor. Tırnak içinde “iki beynimiz” var ama buradan şu beyin matematik, şu beyin şiir beyni filan demek abes. Bugün de ayna nöronları aynı şekilde anlam manyağı yapmaya çalışıyorlar.

DAVRANIŞSAL EKONOMİ VE BÜYÜK KRİZ

Psikoloji adıyla verilen bir Nobel yok ancak psikoloji alanındaki çalışmalara üç defa Nobel verildi. Ödüllerden ikisi davranışsal ekonomi alanına taze gitti. Freud, aday olduysa da Nobel alamamıştı; ama iki defa Nobel alan davranışsal ekonomi konusu, onun görüşlerinin günümüz sosyal bilim jargonuyla stilize edilerek mikro ekonomiye uyarlanmasından başka şey değil aslında. Davranışsal ekonomi çalışmaları, liberal okulun rasyonel insan modelinin geçerli olmadığını göstermekten başka bir şey yapmıyor. Aydınlanmanın rasyonel insanı, liberal okulun dünya hegemonyasının meşruiyet kaynağı değil miydi? Ne oldu da bindikleri dalı kesmeye yeltenenleri ödüllendirir oldular?

Davranışsal ekonomi çalışmalarına göre insan doğuştan rasyonel değil. Mesela diyorlar, bir seçim döneminde hangi aday daha fazla görünürse onu seçme olasılığımız artar (Hitler’in propaganda bakanı Goebbels’i anımsadım). Yani demokrasi, seçmen iradesi filan fasa fiso mu? Çalışmalara göre öyle, çünkü davranışlarımız aslında otomatik. Kökleri, evrimsel bir karanlık geçmişe uzanıyor. Hâlâ mağara adamlarıyız diyorlar bir bakıma. Biraz abartılı değil mi? Hemen şu ek geliyor: İnsan doğuştan rasyonel değil ama rasyonel olmayı öğrenebilir. Hani insanların doğal hali özgür ve rasyoneldi? Şimdi özgür ve rasyonel olabilmek için hangi eğitim şart oldu?

Liberal okul, insanın doğal halinin rasyonel ve bunun kutsal olduğuna ikna etmemiş miydi bizi? Doğal olan her şeyin kutsallığına? Mesela serbest piyasanın, görünmez elin? İnsan Hakları Evrensel Beyannamesi’ne bir bakınız. Hiç de insan mağara adamıdır demiyor. Aradan birkaç asır geçti, bu fikir üzerine inşa edilmiş olan statüko, gücünün zirvesindeyken patlak verince insanın doğal hali rasyonalite olmaktan çıkıp kontrol edilmesi gereken bir zombiye dönüşüverdi. Nörolojiden sinemaya, ekonomiden psikolojiye bu görüşün destekçileri ödüllendirilmiyor mu bugün?

Önce doğal bir insan tarif ettiler. Dolayısıyla doğal bir toplum. Sosyal bilimler bunu destekledi. Sonra bu toplumun tabakalarının da doğal olduğu geldi. Bilimsel bir kast sistemi yani. Toplumsal hareketlilik hiç yok mu? Var doğru, ama yanlışlıkla aşağıda olanı yukarıya, yukarıda olanı aşağıya gönderme hareketliliği var. Sosyal bilimler bunu da destekledi (marshmallow çalışmasını hatırlayınız). Sonra bu insan, ona biçilmiş bu akıl kılıfına sığmaz oldu. Krizler, savaşlar peş peşe geldi. Dünya hakimiyeti ise artık bu kılıfı dikenlerin ellerinde. Eski akademik ortaklarının altından çekiyorlar halılarını. Yenilerinden ise esaslı eleştiriler değil, yine kendi hegemonyalarının reformuna destek bekliyorlar

Buralar politikanın alanı. Beni doğrudan ilgilendirmez. Politika ile bilim her zaman yakın olmuştur. Tartıştığım şey bu değil. Tartıştığım şey, politik alandaki hakim ideolojinin tarihin hiçbir döneminde olmadığı kadar benim bilim yapışımı, yaptığım şeyi bilim sanışımı, diğer bilim insanlarıyla ilişkilerimi vs. belirleyecek denli güçlü oluşu. O yüzden ekonomideki krizle politikadaki kriz, politikadakiyle de bilimin, özellikle sosyal bilimlerin krizi aslında aynı derin krizin farklı tezahürleri. Peki, bu yeni skolastik düzende bilim insanları ne yapmalı? Sosyal bilimlerde de bir Kopernik çıkar mı?

KAYNAKLAR

1) di Pellegrino, G., Fadiga, L., Fogassi, L., Gallese, V., ve Rizzolatti, G. (1992); Understanding motor events: a neurophysiological study. Experimental Brain Research, 91, 176–180.

2) Feynman, R.P. (1974). Cargo Cult Science. 1 Temmuz 2018 tarihinde http://calteches.library.caltech.edu/51/2/CargoCult.htm adresinden erişildi.

3) Hasson, U., Ghazanfar, A. A., Galantucci, B., Garrod, S., ve Keysers, C. (2012). Braintobrain coupling: a mechanism for creating and sharing a social world. Trends in Cognitive Sciences, 16 (2), 114121.

4) Letzter, R. (2016, 22 Eylül). Scientists are furious after a famous psychologist accused her peers of ‘methodological terrorism.’ Business Insider. http://www.businessinsider.com/ susanfiskemethodologicalterrorism20169 adresinden erişildi.

5) Özsoy, E.D. (2016, 20 Şubat). Din Bilim. 1 Temmuz 2018 tarihinde https://www.youtube.com/ watch?v=nCGaTpJ3RMc adresinden erişildi.

6) Ramachandran, V. (2009, Ekim), The neurons that shaped civilization. 1 Temmuz 2018 tarihinde https:// www.ted.com/talks/vs_ramachandran_the_neurons_ that_shaped_civilization adresinden erişildi.

7) Repacholi, B.M., ve Gopnik, A. (1997), Early reasoning about desires: Evidence from 14 and 18montholds. Developmental Psychology, 33(1), 1221.

8) Replication Crisis (2018). 1 Temmuz 2018 tarihinde https://en.wikipedia.org/wiki/Replication_crisis adresinden erişildi.

9) Ruffman, T., Aitken, J., Wilson, A., Puri, A., ve Taumoepeau, M. (2017); A reexamination of the broccoli task: Implications for children’s understanding of subjective desire. Cognitive Development, doi.org/10.1016/j. cogdev.2017.08.001.

10) Shoda, Y., Mischel, W., ve Peake, P.K. (1990); Predicting adolescent cognitive and selfregulatory competencies from preschool delay of gratification: Identifying diagnostic conditions. Developmental Psychology, (26)6, 978986.

11) Watts, T.W., Duncan, G.J., ve Quan, H. (2018); Revisiting the marshmallow test: A conceptual replication investigating links between early delay of gratification and later outcomes. Psychological Science, doi. org/10.1177/0956797618761661.

12) Yıldız, T. (2017), Yapay zeka, şempanze, insan iletişimlerinin kökenleri ve dil. Bilim ve Gelecek, 165, 9091.

*Bu yazı ilk olarak Academia'da yayınlanmıştır.