Sosyal deney nedir, ne değildir?

Diyarbakır’da yapılan uygulama sosyal deney değildir, ayrıca etik de değildir. Gizli kamerayla çekilmiş, çocukların veya ailelerin haberi olmadan, rızası alınmadan gerçekleştirilmiştir. Bilimsel bir yanı veya amacı da yoktur. Sosyal medyada yaygın kullanım amacıyla çekilmiştir; basit bir popüler inşadır. Çocukların okul çağında olmalarına rağmen çalışıyor olmaları, sosyo-ekonomik koşulları, böyle bir deneyimin onlar üzerinde bırakacağı etki düşünülmemiştir.

Abone ol

Aslıhan Aykaç Yanardağ*

“Hepinize merhaba arkadaşlar!” Bu cümle her gün binlerce açık erişim videonun başlangıcı oluyor, ama gün sonunda ancak birkaç tanesi kitlelerin ilgisine vakıf oluyor ve amacına ulaşıyor. Bu haftanın kazananı Diyarbakır’da iki sokak satıcısı çocuğun konu olduğu mizanseni hazırlayan Burak Tutal ve Mert Karakaş oldu. Çekilen görüntüde parası olmadığını söyleyen genç adam sokak satıcısı olarak çalışan iki çocuğun kendisine yiyecek almasını, yaptıkları karşılıksız iyiliği ve sonrasında onlara eğitimleri için tablet hediye etme sürecini içeriyor. Basında ve sosyal medyadaki ifadelerde ısrarla bir sosyal deney olarak tanımlanan bu örneği hem teknik hem de içerik yönünden doğru anlamak gerekiyor.

YÖNTEM VE ETİK SORUNU

Sosyal bilimlerde deney yapmak oldukça zordur. Birinci zorluk toplumsal koşulları kontrollü bir ortamda, yani bir laboratuvar ortamında yeniden üretmek mümkün değildir. İkinci zorluk ise insanın düşünen ve muhakeme yeteneği olan bir varlık olmasından kaynaklanır; dolayısıyla insanı kontrollü bir ortama soksanız dahi davranışları değişebilir, verilerin güvenilirliği için deneyi tekrar ettiğinizde insanın öğrenme süreci ve muhakemesi sonuçları değiştirebilir. Jim Carrey’nin başrolünü oynadığı Truman Show filmi bu tür kontrollü ortamların gerçek toplumsal koşullardan nasıl ayrıldığına ve toplumsal koşulların yapay olarak üretilmesinin imkânsızlığına dair güzel bir örnektir.

Sosyolojide en bilinen örneklerden biri olan ve filmlere konu olan Stanford Hapishane Deneyinde, Philip Zimbardo Stanford Üniversitesi’nde 24 öğrenciyi iki gruba ayırır, yarısını mahkûm yarısını da gardiyan olarak önceden tasarlanan bir hapishane ortamına yerleştirir. Altı gün süren deneyde mahkumların çoğu travma geçirirken, gardiyanlar ellerindeki gücü şiddete varacak derecede kullanırlar. Yine çok bilinen bir başka örnekte Yale Üniversitesi’nde Stanley Milgram tarafından yürütülen ve otorite, itaat ve kişisel değerler arasındaki ilişkiyi analiz eden Milgram deneyidir. Her iki deneyde de insan davranışı toplumsal normların ve değerlerin ötesinde farklılaşmış, her iki deney de yöntem ve etik açısından eleştiri konusu olmuştur.

Sosyal deney bugün hâlâ kullanılan bir yöntem; bunun için denekler kontrol grubu ve deney grubu olarak ikiye ayrılır, deney grubu ölçüm yapılacak değişkene maruz bırakılır, sonuç değerlendirilir. Ancak burada en önemli unsur deneklerin deneyden haberi olması, verilerin kullanımı için onaylarının alınması, kişisel haklarının korunması, olası risklerin kendilerine bildirilmesidir. Bütün bunlar garanti altına alındıktan sonra ve çoğu zaman kurumsal etik onayları alındıktan sonra sosyal deney yapılır. Deneylerin sonuçları araştırmanın hipotezlerini doğrulamayabilir.

Diyarbakır’da yapılan uygulama sosyal deney değildir, ayrıca etik de değildir. Gizli kamerayla çekilmiş, çocukların veya ailelerin haberi olmadan, rızası alınmadan gerçekleştirilmiştir. Bilimsel bir yanı veya amacı da yoktur. Sosyal medyada yaygın kullanım amacıyla çekilmiştir; basit bir popüler inşadır. Çocukların okul çağında olmalarına rağmen çalışıyor olmaları, sosyo-ekonomik koşulları, böyle bir deneyimin onlar üzerinde bırakacağı etki düşünülmemiştir. Çocukların her türlü istismara, tehlikeye ve şiddete açık hedef olduğu bir toplumda bu kadar dikkatsizce davranmak yeni riskler yaratır. Böyle olunca ailelerin “Tanımadığın kişilerle konuşma.”, “Biri sana bir şey verirse alma.” tembihleri anlamını yitirir.

KİŞİSEL/KAMUSAL AYRIMININ BELİRSİZLİĞİ: KANALIMA HOŞGELDİNİZ!

Kitle iletişim araçlarının yaygınlaşması ve buna yönelik teknolojinin ucuzlaması bu alandaki veri üretimini de artırdı. Kişisel olan ya da kişisel alana ait olan bilgilerin kamusal alana taşınması öncelikle kurumsal düzeyde kendini gösterdi. Biri Bizi Gözetliyor, Fear Factor, Survivor gibi “reality show” programları kurmaca alanlarda, kurmaca senaryolar üzerinden gerçek insanları bir gözlem nesnesine dönüştürdü. Gerçeklikle içerdiği insanlar dışında hiçbir bağı bulunmayan bu programlar ayrı bir sosyolojik inceleme konusu. Ama bugün vardığımız noktada neredeyse herkesin bir yayın kanalı var ve bu kanallarda içeriğin nasıl elde edildiğine, gerçekliğine veya doğruluğuna bakılmaksızın sınırsız bir içerik akışı var. Öyle ki içerik yaratmak adına bedensel ve ruhsal sınırlarını zorlayan insanlar var. Herkesin 15 dakikalığına ünlü olduğu çağdayız ve bu ün için kurban edilmeyecek hiçbir insani değer yok gibi görünüyor.

Bu videoyu çekenler çocukları kurbanlaştırdıklarını, kendi tıklanma rekorları için bir malzemeye dönüştürdüklerini fark ediyorlar mı? Ya da bu videoda olmasa da başka bir videoda, çocukların bir tablet için neler yapabileceklerini test etmeyi düşünüyorlar mı? Bir başka olasılık, bu videodaki senaryo başka çocuklar üzerinde de denendi mi? Sonuçlar ne oldu? Ya hiç beklenmedik bir davranışla, mesela olumsuz bir davranışla karşılaşsalardı, yine de videoyu yayınlayacaklar mıydı? 15 dakikalık ün için yapılacakların sınırı ne olabilir?

İşin hukuki boyutu dünyada ve Türkiye’de kişisel verilerin korunmasına yönelik düzenlemelerden geçiyor. Bu düzenlemelere yönelik yaklaşımlar da iki yönlü; bir tarafta kişisel verilerin korunması için ifade özgürlüğünün sınırlanması ve veri akışının denetlenmesini savunanlar, diğer tarafta ise ifade özgürlüğü bağlamında yaklaşanlar var. Verilerin korunması aynı zamanda kişisel bilgilerin işlenmesi ve fişlenmesi anlamına da geliyor, bu nedenle kanunun uygulamasından sorumlu kurumun özerkliği hukuki işleyiş bakımından önemli taşıyor. Örneğin, okullar, çocukların tören ve etkinliklerde yer aldıklarını gösteren resimleri sosyal medyada paylaşmak için veliden yazılı izin almak zorunda. Diyarbakır’daki çocukların ailelerinden böyle bir izin alındı mı belli değil.

DİYARBAKIR’DA İYİ İNSAN OLMAK

Bütün bu yöntemsel ve teknik sorunların dışında bu videonun sosyal medyada bu kadar ilgi görmesine neden olan toplumsal arkaplana da bakmak gerekiyor. Neydi bu kadar “içimizi ısıtan”, “gözyaşlarına boğan” insanlık örneği? Olayın yoksul çocukların iyiliğini göstermesi mi, yoksa Diyarbakır’da gerçekleşmesi mi? Ya da Diyarbakırlıların “iyi insan” çıkması mı? Bu çekimden ne çekenlerin motivasyonunu ve alana dair bilgisini, ne de konu olan çocukların davranışının yapısını çözümlemek mümkün. Çekenlerin motivasyonlarını, kamera arkası hazırlıklarını, bu çocukların neye göre seçildiğini bilmeden sağlıklı bir değerlendirme yapmak oldukça zor. Bu çekimlerin yapıldığı yerlerin neye göre belirlendiği de merak konusu, örneğin Diyarbakır’da bir başka mahallede başka sonuçlar görülebileceği gibi, başka şehirlerde de tepkiler değişkenlik gösterebilirdi.

Böyle durumlarda akla ilk gelen kalıpyargı kavramı, bir topluluğun bütün üyelerini nitelediği savunulan bir değerlendirmedir, “Bütün siyahlar hızlı koşar.” ifadesinde olduğu gibi. Buna karşılık önyargı bir kişi, topluluk veya durumla ilgili olarak önceden verilen karar ve değerlendirmeye işaret eder. Her iki kavramda belli değer yargılarının toplumsal koşullardan ve ilişkilerden bağımsız olarak işlediğini göstermek için kullanılır. Bütün Diyarbakırlıları, İzmirlileri, Konyalıları aynılaştırmak, bir kalıpyargı içine yerleştirmek toplumsal sözleşmenin inşası, uzlaşı zemininin korunması için tehlike yaratır. Önyargılar da benzer biçimde belli kesimlerin toplumsal sorunlardan sorumlu tutulmasına, bazen kahraman bazen de günah keçisi ilan edilmesine, ötekileştirmeye yol açar. Önyargılar ve kalıpyargılar toplumsal kutuplaşmanın hem nedeni hem sonucu olabilir. Bu nedenle basit ve sempatik anlatılar gibi görünse de bu tür girişimlerin hassaslıkla hazırlanması gerekir. Bir başka videoda Diyarbakırlı gençler yardım etmese, uzak dursa veya farklı bir biçimde davransa ve bu da yayınlansa, toplumsal tepkiler bambaşka kalıpyargılara varabilir.

Diyarbakır ilk defa bu tür deneyimlere sahne olmuyor. Aynı youtuberlar dokuz ay önce aynı deneyi Diyarbakır’da bir alışveriş merkezinde gerçekleştirmişler, çekimleri sadece Youtube üzerinden 4,4 milyon defa izlenmiş. Belli ki bu konu ve bu mizansen tıklanma konusunda bereketli bir alan. Herkesin 15 dakikalık ün peşinde koştuğu bir ortamda bu tür fırsatları geçer akçeye çevirmek önemli olsa gerek. Kapitalizm bir ağacın gölgesini de kitlelerin içlerini ısıtan, gözyaşlarına boğan hikayeleri de kazanç kapısına çevirebiliyor. Ne diyelim? Beğenenler like atmayı ve abone olmayı unutmasın!

*Prof, Dr., Ege Üniversitesi Uluslararası İlişkiler Bölümü