Sosyalizm görmüş ülkeler, ev sahibi oranında neden hâlâ birinci?

Sanıyorlar ki bu sorunlar kapitalizmle alakalı değil de idari kimi birkaç hata ile ilgili. Oysa idari yozlaşmanın, onu hayata bağlayan mevcut ekonomik sistemle hiçbir alakası olmadığını varsaysak bile kapitalizmin yarattığı cehennemi görebiliriz. Güvencesiz binalarda yaşamanın ekonomik nedenlere bağlı olduğunu görmek yerine bunun bir ‘tercih’ olduğunu düşünmek gerçeklikten kopmaktır.

Kavel Alpaslan kalpaslan@gazeteduvar.com.tr

Kapitalizmin konut krizi sadece ödenmesi mümkün olmayan kiralarla gün yüzüne çıkmıyor. Nüfusun ezici çoğunluğu ekonomik nedenlerde afetlere karşı dayanıksız yapılara mahkum. Hal böyle olunca insan ister istemez ‘temel’ olmasına rağmen unutulan bir ihtiyacı hatırlatıyor: Barınma hakkı. Konu barınma hakkının unutuluşu olunca, insanların ekonomik arka plan gözetmeksizin temel ihtiyaçlarını karşılayan sosyalizm deneyimleri yeniden aklımıza düşüyor.

Ne ilginçtir ki sosyalist ülkelerin vatandaşlarına sağladığı konut hakkından söz açıldığında, burjuva-liberal kalemler bu yapıların ‘kasvetli oluşunu’ eleştiriyorlar ya da ‘en iyi koşulları sağlamadığını’ iddia ediyorlar. Sanki bugünün dünyası kasvetten uzak ve en iyi koşulları herkese sunan bir dünyaymış gibi… Yine de bu eleştirilere verilecek yanıtın iki ayağı var. Birincisi, eleştiride doğrudan sorulan sorulara vereceğimiz yanıt. İkincisi ise bu eleştiride bulunanların ‘tercih edilir’ gördüğü bugünün dünyasıyla sosyalist deneyimler arasında yapacağımız karşılaştırma olacak.

Gelin güncel konut krizinin düşündürdüklerini geçmiş sosyalist deneyimlere yapacağımız bir seyahatle birlikte tartışalım.

ESKİ SOSYALİST ÜLKELER EV SAHİBİ NÜFUS ORANINDA BİRİNCİ

Sovyetler Birliği’nde barınma hakkı üzerine bir yazı hazırlamıştık. (1) Tekrara düşmeyelim, konuya dair detayları merak edenler faydalanabilir. Yine de Sovyetler Birliği Anayasası’nın 6. Maddesi'ni hatırlatarak söze başlayalım: “Toprak, doğal kaynaklar, sular, ormanlar, değirmenler, fabrikalar, madenler, demiryolları, su ve hava taşımacılığı, bankalar, posta, telgraf ve telefon, devletin büyük tarım işletmeleri (devlet çiftlikleri, makine ve traktör istasyonları vd.) ile belediye işletmeleri ve kentlerdeki konut işletmeleri ve sınai bölgeler, devlet mülkiyetidir ve bundan dolayı tüm halka aittir.”

Bu maddeyi daha somut hale getirmemiz gerekirse eğer çok ilginç bir grafikle devam edebiliriz. Dünyada ev sahibi olma oranları en yüksek olan ülkeler listesinde ilk sıralar açık bir şekilde sosyalist mirasa sahip ülkelere ait. Sosyalist devletlerin kendi içlerine doğru çökmesinin ardından 30 yılı aşkın bir süre geçti. Buna rağmen bu kadar çarpıcı bir tabloyla karşılaşmak şaşılacak şey.

Örneğin 2021 yılı verilerine göre (2) Avrupa ülkelerinde ev sahibi olma oranlarına baktığımızda ilk sıradaki 11 ülkenin tamamının da eskiden sosyalist bir yönetime sahip olduğunu görebiliyoruz. Doğu Avrupa ülkeleri ekonomik olarak Batı Avrupa ülkelerinden çok daha güçsüz olmasına rağmen tabloda ciddi bir üstünlüğe sahipler. Romanya yüzde 95 ile listenin başında yer alıyor, devamında ise Slovakya (yüzde 92), Macaristan (yüzde 91), Hırvatistan (yüzde 90), Karadağ (yüzde 90), Litvanya (89) gibi ülkeler geliyor. Listede en düşük oranlara sahip ülkelerse İsviçre (yüzde 42), Almanya (yüzde 49), Avusturya (yüzde 54), Türkiye (yüzde 57), Danimarka (yüzde 59), Fransa (yüzde 64) şeklinde sıralanıyor.

İlk grafikte yer almayan, eski sosyalist ülkeler Arnavutluk ve Kosova'nın ikinci grafikte ilk iki sırayı aldığı gözlemleniyor. Her iki grafikte de görülmeyen Rusya’da 2020 verilerine göre ev sahipliği oranı yüzde 90. (3) Farklı araştırmalarda Bulgaristan’ın da daha yukarı sıralarda gösterildiği oluyor. Ancak tüm bu farklara rağmen genel tablo değişmiyor.

Dünya listelerine baktığımızda da değişen pek bir şey yok. Laos, Kazakistan, Küba, Vietnam, Çin gibi ülkeler diğer Doğu Avrupa ülkelerine benzer oranlara sahip, hepsi neredeyse yüzde 90’ın üzerinde. ABD'de ise bu oran yüzde 60’larda kalıyor. Dolayısıyla eski sosyalist ülkelerin hâlâ en yüksek ev sahibi olma oranlarına sahip olduğu yorumunu rahatlıkla yapabiliriz.

KASVET Mİ BAKIMSIZ BIRAKILMA MI?

Bu güçlü veriler tek başına bile bize bir şey anlatıyor. Yine de kimileri şöyle düşünebilir: “Tamam yani ev veriyorlar ama evlerin hali Allah bilir nasıldı?” Bugün eski sosyalist ülkelerde rastladığımız 30 yaşın üzerindeki binalar gerçekten de genel olarak ‘bakımsız’ sayılabilir. Ancak sosyalist dönemden kalan bir binanın bugününe ait görüntüleriyle ‘bakımsızlık’ çıkarımına varanlar aslında istemeden de olsa kapitalizmin getirdiği yıkıma işaret etmektedirler. Kamu mülkiyetindeki binaların sosyalist ülkelerde -genelde alelacele ve sorunlu bir şekilde- özelleştirilmesinden sonra bakım masraflarında ciddi bir kesinti göze çarpıyor. Rusya’da inşa edilen binaların ezici bir çoğunluğunun ya Stalin döneminde ya da II. Dünya Savaşı’ndan sonra yaşanan yıkımın ardından yapıldığını hesaba kattığımızda, bugün karşımızda bulunan sahneyi, kapitalizmin bu memleketlere ‘getirdikleriyle’ ele almak gerekebilir:

Binaların ‘kasvetine’ gelecek olursak eğer Sovyetler Birliği örneğinden devam edebiliriz. Sovyetler Birliği’nin erken dönemlerinden itibaren yapılaşmaya ve mimariye ciddi bir önem verilir. Almanya’daki ünlü Bauhaus’a benzer bir şekilde fütürist, modernist mimarinin öğretildiği pek çok okul açılır. Ardından şehir plancılığında da urbanist ve disurbanist farklı yaklaşımlar söz konusu olur: Köy ile kent arasındaki farkın bulanıklaştığı bir yaklaşımın karşısında sanayici ve ilerlemeci yansımalar… Fakat Sovyet mimarisi ve şehir plancılık anlayışları başlı başına ayrı bir konu olduğu için başka bir yazıda değerlendirmek üzere şimdilik burada duralım.

GRİ Mİ YEŞİL Mİ?

Sovyetler’de, sadece çalışanların barınma sorunlarına odaklanılmaz, aynı zamanda yeni bir yaşam biçimini yansıtan kentler üzerine çalışmalar yapılır. Yani tartışmanın ‘Sovyetler insanlara ev veriyordu’ ile sınırlandıramayacağımız bir çeperi var. İnsanların barınma ihtiyaçlarını karşılama her ne kadar çok değerli olsa da, çevre planlamasında halka sunulanlar ile birlikte değerlendirilmeli.

Eğer bugün eski sosyalist bir ülkeye gidersek, pek çok biçimsel benzerliği kolayca saptayabiliriz. Açık alanlar, geniş caddeler, planlı yapılaşma bunların başında geliyor. Sosyalist şehir plancılığındaki avantajlardan biri, seçmen oyu ve sınıfsal ayrım gözetmeden bilimsel bir şekilde ‘planlama’ yapılabilmesi olabilir. Örnek vermek gerekirse, dünyanın her yerinde şehirlerin altyapısı sınırlıdır. Endüstrinin ve dolayısıyla nüfusun belli yerlere yığılması durumunda şehrin altyapı kapasitesi aşılır. Hal böyle olunca şehir, zorunlu olarak belli başlı tavizler verir: Trafik, elektrik-su hizmetlerinde aksaklıklar, daha fazla altyapı masrafı, kirlilik, yeşil alanların tahribi, boş alanların azalması, gürültü kirliliği…

Tabii ki kalkıp ‘sosyalist ülkelerde tüm bu sorunlar asla olmamıştır’ demeyeceğiz. Fakat şu da bir gerçek ki planlı bir ekonomik modelde nüfusun ülke genelinde dağıtımı daha kolay olur. Mesela yapılar arasındaki boşluklara verilen önem, böylesi bir planlamanın sonucudur.

Sosyalist kentlere dair yanlış bir kabul de ‘gri’ oldukları yönündedir. Sovyetler Birliği’nin çeşitli aşamalarında yapılan devasa sanayileşme hamleleriyle birlikte pek çok büyük fabrika yerleşkesi inşa edilir. Elbette bu yapıların herhangi bir güzellik saçtığı iddia edilemez. Fakat yapılan ‘gri’ yorumu ile bu sanayi bölgelerinden ziyade yerleşim yerleri kastediliyor. Brutal bir mimari anlayışının kişide bıraktığı izlenimden yola çıkarak, ‘beton kent’ yargısına varmak pek mantıklı değil. Öyle ki Sovyetler için yeşil alanlar, bizzat büyüyen ve genişleyen sanayi bölgelerinin panzehiri olarak değerlendirilir. Bu yüzden endüstriyel alanlarla yerleşim yerlerini ayıran dev yeşilliklere ek olarak yapılar arasında da park ve bahçe düzenlemelerine geniş yer verilir.

Moskova’da 1972 yılında inşa edilen ‘Bublik’ lakaplı bina
‘BURJUVA ESTETİĞİ FETİŞİZMİ’

Aslına bakarsanız sosyalist şehir plancılığına ve mimarisine dair yapılan eleştirilerin çoğu bilgisizlikten beslense de burjuva estetiği fetişizminden kaynaklanıyor. Oysa bir yapının veya kentin biçimini sınıfsal bir süzgeçten geçirdiğimiz takdirde daha farklı bir yaklaşıma varabiliriz. Neden mi?

Mesela antik kentlerin ya da eski binaların ihtişamı etkileyici olmakla birlikte yanıltıcıdır. Bu konutların ezici bir çoğunluğu belli bir sınıfın kullanımında olagelmiştir. Geçmişin yoksullarına ve alt sınıflarına ait yapıların ahşap gibi daha dayanıksız ancak ucuz malzemelerden inşa edilişi, bugün fiilen ‘yok olmalarına’ sebep oluyor. Dolayısıyla yapıların ‘estetiği’, sınıfsal bir ayrıcalık olarak karşımıza çıkıyor ve belli bir sınıfın değerini referans noktası belirlediğimizde de ‘güzel’ diye bildiğimiz şeyin menşei o sınıfa ait oluyor. (Bu durum, ‘eskinin genelde burjuva estetiği temsil ettiği’ gerekçesiyle ‘çirkin’ olacağı anlamına gelmiyor. Tersine güzellik algısına herhangi bir pranga vurmamak gerektiğine işaret ediyor.)

Sosyalist ülkeler ‘ideal’ şehir planını ya da ‘ideal’ mimariyi yaratmamıştır. Ancak unutmamalı ki deneyimleri de ‘ideal olmayan’ koşullar altında gerçekleşmiştir. (II. Dünya Savaşı’nda ülkenin en önemleri kentleri yerle bir edildikten sonra, Kruşçev ile özdeşleşen yapıların ‘hızlı ve en uygun maliyetle yapılması’ şaşırılacak bir şey değil.) Tüm bunlara rağmen şehir plancılığında kamusal alanlara ciddi önem verilir. Daha da önemlisi ‘yeşil alan’, ‘güvenlik’ ya da ‘kamu hizmetleri’ sadece kentin varsıl kesimine ya da başka bir deyişle ‘merkezine’ bahşedilmiş ayrıcalıklar değildir. Emekçi mahalleleri de tüm bu haklardan sonuna kadar faydalanır. Yurttaşlarına tanınan ‘bir konuta sahip olma hakkı’ kadar, konutun çevresindeki yaşam alanında insanca bir hayat sürebilmek de değerli bir haktır.

TEMEL HAKLARI UNUTMAK

Yaşadığımız kentlerin yüzde kaçı insan onuruna yaraşır bir hayat koşulunu sunuyor? Yüzde kaçında yer alan binalar bize ‘estetik’ bir zevk veriyor? Yüzde kaçı bize güvenceli bir yaşam vadediyor? Neden yüksek güvenlikli site arayışı gündeme geliyor? İşe gidiş-gelişler hangi sınıflar için ne kadar zaman kaybı anlamına geliyor?

Fakat bazıları istiyor ki, bir avuç insanın debdebeli burjuva ‘estetik’ anlayışları uğruna yüzbinler barakalarda, gecekondularda, afetlere dayanıksız yapılarda yaşasın. İstiyorlar ki uydu görüntülerinde sadece ‘kiremit turuncusu’ olarak görülen mahalleler, çağımızı çevreleyen bu sistemin bir ürünü değilmiş gibi davranalım.

Sanıyorlar ki bu sorunlar kapitalizmle alakalı değil de idari kimi birkaç hata ile ilgili. Oysa idari yozlaşmanın, onu hayata bağlayan mevcut ekonomik sistemle hiçbir alakası olmadığını varsaysak bile kapitalizmin yarattığı cehennemi görebiliriz. Her ülke için çeşitli örnekler verebiliriz, deprem ve deprem riski bulunan bölgeler bizim için bunun en trajik deneyimidir. Güvencesiz binalarda yaşamanın ekonomik nedenlere bağlı olduğunu görmek yerine bunun bir ‘tercih’ olduğunu düşünmek gerçeklikten kopmaktır.

Sosyalizm deneyimlerini pek çok anlamda eleştirebilirsiniz. Ancak yaşadığımız mahşeri kapitalizmi işaret edip, sosyalist ülkelerde temel insani hakların sağlanmasına ekleyebileceğimiz fazla bir ‘ama’ yoktur. Gerçeğe dönüş, ancak insanların temel ihtiyaçlarını karşılamasının bir ‘hak’ olduğunu yeniden idrak etmekle mümkündür, başka kapitalist yönetimleri bozuk bir analoji kurarak referans noktaları yaratmakla değil. Bir insanın daha yaşanılır bir dünyaya nasıl ulaşabileceğine dair yanıt ise hem geçmişin ışığında hem de bugünün karanlığında saklı.

Kaynaklar ve daha detaylı bilgilerin yer aldığı adresler

- The Changing Eole of Housing Assets in Post-Socialist Countries, Srna Mandič

- https://inblickosteuropa.se/2000/05/urbanism-and-disurbanism-in-the-soviet-union-by-michael-gentile/ 

- https://www.e-skop.com/skopbulten/disurbanizm-sosyalist-kentin-insasinda-kisa-suren-bir-deney/6087 

- https://www.rbth.com/history/333420-socialist-communal-cities-architecture 

1) https://www.gazeteduvar.com.tr/sovyetlerde-barinma-hakki-tam-olarak-hangi-ev-bizim-olacak-makale-1599321 
2) https://www.statista.com/statistics/246355/home-ownership-rate-in-europe/ 
3) https://www.statista.com/statistics/1139285/russia-home-ownership-rate/ 

Tüm yazılarını göster