Bugün kafanızı neler kurcaladı? Barınma krizi nedeniyle davalık olduğunuz ev sahibi ile kafanızda yaptığınız kavgayı bir kez daha mı simüle ettiniz? Fırına sabah ekmek almaya gittiğinizde para üstünü beklerken bir süreliğine kasanın yanında duran SMA’lı bir çocuk için toplanan bağış kutusuna mı gözünüz takıldı? Gazetelerin dünya sayfasında yer alan ‘savaş’ kelimesinin sıklığı dikkatinizi mi çekti? Öğle arasında ne yemek yiyeceğinizi seçmeden önce banka hesabınızı mı kontrol ettiniz? Tatile bütçe ayıramadığınızı aklınıza getiren, ‘tatil’ temalı Instagram story’lerine denk gelince tek parmakla yana mı kaydırdınız?
Bu düşüncelerin adına ‘koşuşturma’ diyerek normalleştirebiliriz. Sadece yaşadığımız yerin mevcut yöneticilerine has bir beceriksizliğin ürünü olduğunu düşünüp meseleleri tekilleştirebiliriz. Ya da kişisel sebeplerle ilişkilendirip faturayı kendimize kesebiliriz. Fakat gündelik sorunlarımız üzerine düşüncelerimiz bizi kolay kolay ‘temel insani ihtiyaçların ulaşılmazlığına’ götürmez. Ne de olsa kapitalizmin ezel ve ebet olduğunu kanıksamışızdır bir kere.
Daha henüz çocukken, okullarda çeşitli biçimlerde 'insanın temel ihtiyaçları’ öğretilir. Aynı söz hem özel okullarda hem devlet okullarında tekrarlatılır: Barınma, beslenme, eğitim, sağlık, dinlenme, barış… Eğitim kurumları bunu açıkça söyleyecek kadar cesur değillerdir, ancak kademe atladıkça öğrenilen ‘temel hakların’ altında sınıfsal dipnotlar belirmeye başlar. ‘Ama’ların ‘fakat’ların sayısı öylesine artar ki artık metnin o basit cümlesi görülmez ve hatta akla gelmez hale gelir. ‘Barış, beslenme, barınma, eğitim, dinlenme, sağlık’ tayfası, “Bu dakikadan sonra bizlik bir durum yok” bile demeden sessizce ortadan kaybolur. Bunun adına da utanmadan ‘hayatı öğrenmek’ deriz.
Oysa hayatımızın büyük bir kısmı, bu başlıklar altında şekillenen dertlerle geçip gider. Küçük bir ayrıcalıklı kesim hariç herkes kapitalizmin alnına dayadığı çeşitli namluların soğukluğunu hissederek yaşar. Namluların farkına varmak, tetiği tutan elin kime ait olduğunu görmek hayatı -ya da daha doğrusu yaşadığımız çağı- öğrenmektir evet. Ancak temel ihtiyaçları hatırlamak ve bunları talep etmek ‘çocuksu bir saflık’ değildir, insan olmanın getirdiği bir gerekliliktir, hatta bir reflekstir. Sorunların faili maske kullanma ihtiyacı duymadan kendini gösteriyorsa, bunun suçlusu kapitalizmdir, onu tespit edenler ya da farklı bir alternatifi düşleyenler değil.
Kapitalizm, bir şekilde farklı bir alternatifi düşünme yetisini dahi insanın elinden alır. Böylece temel insani ihtiyacın koşulsuz bir şekilde karşılanmasının imkansız olduğu fikri yerleşir. Dolayısıyla ihtiyacın kendisi hakkında konuşmak yerine, çoğunlukla onun semptomları etrafında söz cambazlıkları yapanların yazılarını okuruz, sözlerini dinleriz. Karşılarına geçip lafı meselenin aslına getirirsek ne olur? Size “O işler teoride güzel ama pratikte işe yaramaz” gibi bir tekerlemeyle yanıt verirler, bilgece bir çıkarım yapmışlar gibi…
***
Oysa ‘o işler’ teoride de, pratikte de güzeldir. Teoride de pratikte de işler, işlemiştir, işleyecektir. Bunun mümkünlüğünden bahsedeceğiz. Fakat önce ‘pratikte işlemez kanka’ düşüncesinin temeline dair birkaç söz söyleyelim. Bu tekerlemenin anlamsızlığı bir gerçek. Fakat onun anlamsızlığı, kapitalizmin ilginç bir başarısına ışık tutuyor. Bu da onu tüm anlamsızlığına rağmen incelemeye değer bir söz kılıyor.
Konu üzerine düşünen isimlerden biri olan Mark Fisher, bu durumu ‘kapitalist gerçekçilik’ olarak tanımlıyor. “Kapitalizm tek geçerli siyasal ve ekonomik sistem olmakla kalmaz, aynı zamanda artık ona tutarlı bir alternatif hayal etmek bile imkansızdır” diyen Fisher, Alain Badiou’nun şu gözlemini aktarıyor:
“Bir çelişkide yaşıyoruz. Derin biçimde eşitliksizci -tüm varoluşun tek başına parayla değerlendirildiği- amansız bir gidişat, bize ideal olarak sunuluyor. Tutuculuklarını aklamak için, yerleşik düzsenin yandaşları bunu gerçekten ideal veya harika olarak adlandıramıyorlar. Bu yüzden de, bunun yerine geri kalan her şeyin korkunç olduğunu söylemeyi seçtiler. Elbette, diyorlar, kusursuz iyilik durumunda yaşıyor olmayabiliriz. Ama kötülük halinde yaşamayacak kadar da talihliyiz. Demokrasimiz kusursuz değil. Ama kanlı diktatörlüklerden daha iyi. Kapitalizm adil değil. Ama Stalincilik kadar da mücrim değil. Milyonlarca Afrikalıyı AIDS’ten ölmeye terk ediyoruz, evet, ama Miloşeviç gibi de ırkçı milliyetçi beyanlarda bulunmuyoruz. Iraklıları uçaklarımızla öldürüyoruz, tamam, ama boğazlarını Ruanda’da yaptıkları gibi palalarla kesmiyoruz ya… vb.”
***
Günaşırı yeni bir dünya savaşının senaryosundan bahsedebiliyoruz. Ya da halihazırda devam eden katliamlar, akıl almaz vahşetine karşın şaşırtıcı bir hızla ‘olağanlaşabiliyor’. İşlerin daha da kötüye gittiği bir durumu, hatta kelimenin tam anlamıyla dünyanın sonunu üç aşağı beş yukarı kafamızda canlandırabiliyoruz. Fakat mesele kapitalizmin sonuna geldiğinde aynı tasavvur mümkün olmuyor.
Bu noktada kimileri şöyle düşünebilir: “Sadece kapitalizmi suçlamak ve sadece kapitalizmin yoksun bıraktığı ihtiyaçlardan bahsetmek tüm güncel sorunları basitleştirmek değil midir?” Hem hayır hem evet. Hayır, basitleştirmek değildir çünkü sorunun teşhisi gerçekten de çok kolay. Tek anahtarı kâr hırsı olan bir sistem kendine takılacak her türlü gemi reddediyor ve akla hayale gelebilecek her türlü insani ihtiyacı ezerek halihazırda dünyayı felakete sürüklemekten çekinmiyorsa eğer başka ne söylenebilir? Kapitalizm, tüm illüzyonlarına rağmen hassas karnını gizlemeyi başaramıyorsa bu bizim suçumuz değil, kapitalizmin suçu. Gerçek bu kadar basit.
Öte yandan gerçekten de bir şeyin tespitinin basit oluşu, geriye kalan tüm soruları da aynı basitlikte yanıtlanabileceği anlamına gelmez. Kapitalizme sadece ahlaki eleştiri okları fırlatmak, toplumsal mücadelenin karmaşık denklemlerini reddetmek, meselenin insana dair olan diğer yüzüne yabancılaşmayı doğurur. Bu konu hakkında yine Fisher’ın isabetli bir yorumu var:
“Kapitalist gerçekçilik bu kadar kesintisiz bir bütünlük halindeyse ve eğer mevcut direniş biçimleri bu kadar umutsuz ve iktidardan yoksunsa, etkili bir meydan okuma nereden gelebilir? Istıraba yok açan yöntemlerini vurgulayarak yapılacak kapitalizmin ahlaki bir eleştirisinin tek sonucu, kapitalist gerçekçiliği pekiştirmek olacaktır. Yoksulluk, kıtlık ve savaş, gerçeğin kaçınılmaz bir parçası olarak sunulabilirken bu ıstırap biçimlerinin kolaylıkla ortadan kaldırılabileceği umudu naif ütopyacılık olarak tasvir edilebilir. Kapitalist gerçekçilik, ancak bir şekilde tutarsız veya çürük olduğunun gösterilmesi halinde tehdit altında kalacaktır; başka bir deyişle, kapitalizmin görünüşteki ‘gerçekliğinin’ hiç de öyle olmadığı ortaya çıkarılırsa.”
***
Peki kapitalizmin görünüşteki ‘gerçekliğinin’ hiç de öyle olmadığı nasıl ortaya çıkartılabilir? Güncel olarak bunu yapmanın çeşitli biçimleri var elbette. Emek sermaye çelişkisi var olduğu sürece, kapitalizmin her zaman için bir aşil topuğu olacak. Bu topuğa daha kolay nişan alabilmek için ne mutlu ki elimizde tarih var. Çok değil, birkaç on yıl önce ‘varlığı hayal edilemez’ bulunan bir gerçekliğin ‘olağan’ görüldüğü bir çağda yaşıyoruz. Bununla birlikte geçmiş, bizim, kapitalizmin noter onaylı bir gerçeklik olmadığını anlamamızı mümkün kılıyor. Başta Ekim Devrimi olmak üzere geçmiş, bize farklı bir alternatifin var olabileceğini kanıtlayan düzinelerce ufuk açıcı örnek sunuyor. Bugün var olmamaları, onlarca yıl var olmuş oldukları gerçeğini değiştirmiyor.
Lenin’in daha önce kullandığımız bir ‘dağcı’ metaforu vardı: “Çok yüksek, dik ve henüz keşfedilmemiş bir dağa tırmanan bir insan düşünelim: Diyelim ki, bu insan inanılmaz zorlukları ve tehlikeleri aşarak, kendisinden önce bu dağa tırmananlardan daha yükseklere çıkmayı başardı, fakat hala zirveye ulaşmış değil” sözleriyle başlayan Lenin, başarmaya çalıştıkları şeyin ‘ilk’ oluşu nedeniyle karşılaştıkları zorlukları çok hoş bir dille aktarıyor[1]. Biz artık o dağa çıkılabildiğini biliyoruz. Aynı zamanda zirveye ulaşma ihtimalinin düşük, tökezleyip düşme ihtimalinin yüksek olduğu bir tırmanış olduğunu da biliyoruz. Ancak bunu denemekten başka bir çaremizin olmadığını da biliyoruz. Çünkü arkamızdan korkunç bir tufan geliyor. Üstelik fazla zamanımız da yok gibi görünüyor, tufanın suyu çoktan dizimizi aştı. İşte böylesi bir anda bize dağa çıkmanın zorluklarından bahsetmiyorlar; dağın komple var olmadığını söylüyorlar. Daha önce tırmananların sahipsiz sancaklarını gösteriyorsunuz, ama diyorlar ki “O teorik bir dağ, gerçekte yok”.
Bu yüzden geçmişin harabelerine bakarken bugünün dertleri ile kuracağımız köprüleri düşünmeliyiz. Bir günün dertleri ilk bakışta ‘öznel’, ‘fani’, ‘yerel’ ya da ‘önemsiz’ görülebilir. Oysa basit görünen detaylar bize sorunun ve çözümün kaynağını sunar. Bu yüzden çocukken öğrenilen ‘insanların temel ihtiyaçları ve hakları’ gerçeği yansıtmasa da boş laftan ibaret değildir. Çünkü varlığı değil yokluğu işaret eder. Bir temennidir. Onurlu, eşit bir yaşamın temennisidir.
Geriye temel ihtiyaçların, insan onuruna yaraşır bir şekilde, amasız fakatsız karşılanabileceği bir dünyayı düşünmek kalıyor. Bu yolda tarihle kuracağımız köprüler ise kaynağın bariz özüne giden meşakkatli yolu kolaylaştıracaktır.
Evet, barınmayı dert etmeden yaşayabiliriz. Evet, bir hastalığın bol sıfırlı masrafı olan tedavisine paramız yetmediği için çocukları ölüme göndermeyebiliriz. Evet, emperyalist savaşların gölgesinde hayatları ve şehirleri yok etmek zorunda değiliz. Evet, hak ettiğimiz gibi yiyip içebiliriz. Evet, hak ettiğimiz tatili koşulsuz ve ücretsiz yapabiliriz. Dün kısıtlı imkanlara rağmen çeşitli örneklerde bu haklar sunuldu. Bugün katbekat sunulabilir. Yeter ki dağın varlığını kabul edelim.
[1] https://www.gazeteduvar.com.tr/olumunun-100-yilinda-lenin-henuz-cikilmamis-bir-zirvenin-dagcisi-makale-1663111