Sosyolog Neşe Özgen: Sığınmacılık, mültecilik, göçmenlik artık bir rehinelik statüsüdür
Sosyolog Neşe Özgen AİHS ve Cenevre Sözleşmesi’ne aykırı bir biçimde; göç etmenin artık bir insan hakkı olmaktan çıktığını ve yönetilmesi gereken bir 'güvenlik sorunu' olarak kabullenildiğini söyledi.
Namık Alkan
DUVAR - Sosyolog Profesör Neşe Özgen, bugün çeşitli nedenlerle doğduğu yeri bırakıp başka yollarda, başka yerlerde yaşamakta olan 270 milyonu aşkın insanın, 1951’de kabul edilen Mülteciliğin Önlenmesine Yönelik Cenevre Sözleşmesi’nin maddeleriyle yönetiliyor olmasını eleştirdi.
1951 tarihli Cenevre Sözleşmesinin ‘’göçmen statüsü’’ için mutlaka ve kesin bir hükümle yerinden edilme ve zorla itilme maddelerini şart koştuğunu belirten Özgen, bunun günümüzde bir yandan ulus-devletler için durumun sorumluluğunu uluslararası bir alana devretmelerini çok kolaylaştırdığını, öte yandan da devletlerin ‘’bu hükümler dahilindeki sorumluluğu paylaşmak’’ adına ikili-üçlü anlaşmalarla yeni hükümler kurmalarını meşrulaştırdığını söyledi.
'YERİNDEN EDİLME VE ZORLA İTİLME ŞARTI'
Dünyanın, 2'nci Dünya Savaşı’ndan sonraki en yüksek göç dalgalarıyla sarsıldığını söyleyen Özgen, “İki büyük savaşın ardından kurulan ulus-devletlerin kutuplaşmasının arttığı, yeni güç arayışlarına girdiği, coğrafi, ekonomik, siyasi ve ideolojik paylaşımın giderek daha büyük bir şiddetle uygulandığı yeni sömürgecilik dönemine girdik: Yerinden etmelerin büyük akışıyla karşı karşıyayız. 270 milyonu aşkın insan çeşitli nedenlerle doğduğu yeri bırakıp başka yollarda, başka yerlerde yaşamakta bugün. Yeni dönemin özelliği şudur: Savaşların, çatışmaların ve yeni kolonyal sömürünün yerinden ettiği bu büyük sayıda, çeşitte ve tabakada insan grubunun hatta çocuklarının geleceği hâlâ 1951’de kabul edilen Mülteciliğin Önlenmesine Yönelik Cenevre Sözleşmesi’nin maddeleriyle yönetiliyor” dedi.
1951 Cenevre Sözleşmesi’nin ‘’göçmen statüsü’’ için mutlaka ve kesin bir hükümle yerinden edilme ve zorla itilme maddelerini şart koştuğunu belirten Özgen, şunları söyledi:
“Üstelik bu şart, köken ülkeden varış ülkesine en kısa yolu zorunlu koşuyor ve daha önemlisi göçmen sayılabilme hakkını da 'siyasi karşıtlık ve can güvenliği' imasına dayandırıyor. Diğer bir deyişle ancak kendi köken ülkenizde siyasi bir karşıtlık içindeyseniz ve can güvenliğiniz yok ise ve en kısa yoldan hedef ülkeye geçebilirseniz mülteci statüsüne hak kazanır ve uluslararası korunmaya alınırsınız. Yani eğer ara ülkelerde biraz oyalanırsanız, ya da örneğin kağıtsız olarak bir başka ülkeye ilticaya kalkışırsanız ya da doğrudan olmasa da dolaylı olarak yerinden edici politikalara maruz kalırsanız (mülke el koyma, mesleğinden atılma, iklim kırımı ya da alt yapı yatırımları nedeniyle tarım alanlarını kaybetme vb.) bu statüden yararlanma hakkınız yok oluyor. Geçmişte de Türkiye (diğer pek çok ülkeye benzer biçimde) 1951 Cenevre Sözleşmesi’ne sığınarak geri itmeleri, sığınmacılar arasında Doğu’dan gelenleri reddetme (Kırgızistan vb.) Batı’dan gelenleri de kabul (Bulgaristan göçü vb.) gibi keyfi uygulamaları sürdürüyordu. Ancak yeni dönem bu ikiyüzlü politikaların katlanarak arttığı ve sığınmacı, göçmen ve mülteci politikalarının keyfiliğinin meşrulaştığı bir dönemdir.”
'GÖÇ ETMEK ARTIK BİR 'GÜVENLİK SORUNU' OLARAK KABULLENİLDİ'
Özgen, sözlerini şöyle sürdürdü:
“Yukarıda saydığımız bariyerler 1951’den itibaren en katı biçimiyle uygulanırken, günümüzde bir yandan ulus-devletler için durumun sorumluluğunu uluslararası bir alana devretmelerini çok kolaylaştırıyor, öte yandan devletlerin 'bu hükümler dahilindeki sorumluluğu paylaşmak' adına ikili-üçlü anlaşmalarla yeni hükümler kurmalarını da meşrulaştırıyor. Türk Devleti ile Almanya ve Yunanistan arasında 2020 Mayıs ayında imzalanan ‘’çeşitli ülkelerden gelen göçmenlerin güvenilir üçüncü ülke sınırları içinde tutulması’’ anlaşması ve Yunanistan ve İtalya’nın kitlesel zorla geri göndermeleri bunların en sonuncusu.
Sonuç itibariyle Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesi de dahil Cenevre Sözleşmesi’nin temel hükümlerine dahi en aykırı yere vardık: Göç etmek artık bir insan hakkı olmaktan çıktı, yönetilmesi gereken bir ‘’güvenlik sorunu’’ olarak kabullenildi. Bu aşamada örneğin ekonomik krizlerle sarsılan ülkelerdeki göçmen düşmanlığının meşrulaştırılması, örneğin Türkiye’nin yaptığı gibi sadece kan bağı veya medeniyet-din-mezhep benzerliği, vb. olanların göçmen statüsünü alabilmesi, hatta insan hakları savunucularının itibarını ve güçlerini geriletmek gibi hayli uzun ve dolambaçlı bir dizi siyasi suikast ve itibar aşındırıcı politikalar uygulandı.”
'MÜLTECİYİ REHİNE STATÜSÜNDE TUTUYOR'
Prof. Özgen, yeni anlaşmaların, hükümlerin ve açıkça bildirilmese de imayla sürdürülen engellemelerin şiddeti meşrulaştırdığını, mülteciyi, sığınmacıyı, sürgünü her an yerinden edilmeye hazır veya karşı devletle yapılan anlaşmalara bağlı bir rehine statüsünde tuttuğunu belirterek, “Bu politikalar arasında göçmenin hedef ülkesine varıncaya kadar oyalanması ve varış ülkesindeki haklarını kaybetmesinden, yolda tamamıyla kaybedilmesine kadar sürdürülen insanlık dışı politikalar, her gün şahit olduğumuz inanılmaz bir keyfilik var. Göçmen, sığınmacının 'caydırıcılık- güvenlik- soruşturma' adıyla kıstırıldığı bu sürece araştırmacılar 'Long Tunnel Thesis' (Uzun Tünel Tezi) adını veriyorlar (Muntz, 2010). Ailece girdiğiniz, uzun ve çaresiz yıllar süren bu tünelden, geçmişinizi ve geleceğinizi yitirmiş, hatta kendinizi ve oluşunuzu inkar etmiş ve aile üyelerinden en az birisini de mutlaka kaybetmiş olarak çıkıyorsunuz. Sığınmacılık, mültecilik, göçmenlik statüsü artık bir rehinelik statüsüdür. Geçmişte sadece siyasi sığınmacılara uygulanan bu hükümler artık parası, teknik bilgisi ve veya varış ülkesine feda edecek başka bir niteliği olanlar dışındaki tüm sığınmacılara uygulanmakta” dedi.
'TÜRKİYE’NİN BU TUZAKTAN ÇIKMASI ÇOK ÖNEMLİ'
Bu retorik ve durum çerçevesinde, Türkiye’deki 'göçmen-sığınmacı' politikalarını aşırı sağ ve siyasi İslamcılığı neoliberalizmle harmanlayarak yöneten AK Parti’nin, mültecilerin geleceği ve sınıflamasına yönelik yeni bir zemin arayışına girdiğini gördüğünü ifade eden Prof. Özgen, şunları söyledi:
“Özbek ve Uygurları gözünü kırpmadan feda eden, esas olarak mezhebine ve rehine tutabileceği statüye göre sığınmacı seçen ve ortadan derlediği İslamcı cihatçılarla parası olan Arap ülkelerindekilere vatandaşlığı bol keseden dağıtmakta olan AKP, yeni bir sığınmacı politikasını da uygulamaya hazırlanıyor: Gerek yükselen milliyetçiliği konsolide etmek, gerek yükselen ekonomik krizin görünürlüğünü ve hak arayışlarını bastırmak için yeni bir programı da uygulamaya koyacaktır. Şimdi de göçmenlerin geri dönüşünü teşvik adıyla, ne Libya’da, ne Azerbaycan’da ne de Ukrayna’da tutunduramadığı cihatçı paralı askerleri bu koridorda tutma ve böylece kiralık bir saldırgan deposu besleyerek dış politikada söz hakkı arayışı içinde. Sadece Suriye’nin ve Kürtlerin değil, anlaşılan o ki Türkiye’nin de geleceğine büyük zarar verecek olan bu saldırının ifşa edilmesi ve Türkiye’nin bu tuzaktan bir an önce çıkması çok önemli.”
Dünyanın giderek daha zalimleştiğini söyleyen Özgen, “Her zamankinden daha uyanık, her zamankinden daha çalışkan olmaya ve bütüncü ve nitelikli sol politikalar üretmeye ihtiyacımız var” dedi.