Bu ülkede yıllarca sosyoloji hocalığı yaptım. Çok farklı üniversitelerde çalıştım. Çeşitli kurumlarda, ortamlarda konferanslar verdim. Tüm kariyerim boyunca en büyük zorluk taksi şoförlerine sosyolojinin ne olduğunu anlatmak konusunda olmuştur. Bir taksiye bindiğinizde taksi şoförünün ilk sorusu genelde şöyle olur: “Ne iş yapıyorsun abi?”. “Üniversitede hocayım” cevabınıza istisnasız her şoförden saygı ifade eden bir jest ya da sözle karşılık alırsınız. Ancak “Ne hocasısınız?” sorusuna verdiğiniz “sosyoloji” cevabının ilk cevabın yarattığı saygınlığı yerle bir ettiğini hemen fark edersiniz. Sosyoloji asla tıp, hukuk, mühendislik kadar toplumsal itibarı olan bir disiplin değildir zaten. Bu konuda şaşırtıcı bir durum yok. Ancak sosyolojinin toplumsal zihniyette örneğin psikoloji, arkeolojinin olduğu kadar bile bir karşılığı olmadığını hemen anlarsınız.
Ben kişisel olarak tüm akademik kariyerim boyunca bu diyaloğu hep önemsedim, hiç savsaklamadım. Sosyolojinin ne olduğunu, sosyoloji okumaya gelmemiş, ona özel bir ilgisi ve merakı olmayan insanlara anlatabilmeyi bir sosyoloğun mesleğinin deontolojisinin en önemli sorumlulukların birini teşkil ettiğini hala düşünüyorum. Kendimi bu konuda geliştirmeye özel olarak çaba sarf ettim. Bütün bunlara rağmen, sosyolojinin ne olduğunu taksi şoförlerine anlatabilmek konusunda hep sıkıntı çektim, çekiyorum. Üstelik sorumluluğu üzerimden atabilmek için meseleyi hiçbir zaman taksi şoförlerinin eğitim durumuyla, hatta IQ derecesiyle açıklamaya da yönelmedim. Meselenin eninde sonunda sosyolojinin disipliner anlamda toplumsal meşruiyeti, statüsü konusundan bağımsız düşünülemeyeceğine çok açık olduğunu düşündüm. Sosyolojinin bir akademik disiplin, bir uzmanlık alanı olmasının toplumda bir karşılığının olup olmamasının belirleyiciliğinde karar kıldım.
Aslında bu yazıyı yazmak istemem şimdiye kadar yazdıklarımı sizlere iletmek istememden değil, bu amansız süreç içinde zaman içinde fark ettiğim bir noktayı vurgulamak için. Evet sosyolojinin ne olduğunu taksi şoförlerine anlatma performansımı geliştirmeye çabalarken fark ettiğim şu oldu: Taksi şoförleri sosyolojiyi, tıp, hukuk, mühendislik gibi disiplinlerle aynı statüde görmüyorlardı çünkü sosyolojinin konularına, temalarına zaten vakıf olduklarını düşünüyorlardı. Sosyolojiye bilmediklerinden değil tam tersine bildiklerini düşündüklerinden saygı göstermiyorlardı. Zaten tıp, hukuk, mühendislik gibi disiplinlere saygı duymaları o alanları bilmemelerinden kaynaklanıyordu.
Taksi şoförü, sosyolojinin konusu olan her mecranın bir parçasıydı. Bir yurttaş, bir baba, bir evlat, bir taraftar, genellikle bir erkek vs. Sosyoloji onun hayatını, ilişkilerini araştırıyordu. Bu konular ise onun doğuştan bildiği, her ayrıntısında çok güçlü kanaatlere sahip olduğu bir alandı. Ama karaciğeri hakkında çok daha az şey biliyordu ve o yüzden doktora hürmette kusur edemezdi. Ev sahibi “çık” dediği zaman ilgili yasaların detaylarına vakıf olmadığı için bir avukata danışmakta hiçbir sakınca görmüyordu. Ama toplumun hali, geçmişi, geleceği konusunda bir sosyoloğun uzmanlığını ciddiye almıyordu. Çünkü bu konuda zaten gereği kadar kanaate sahipti.
İşte tam da bu gibi nedenlerle ben sosyolojiyle futbolu birbirlerine çok benzetirim. Toplumsal zihniyette asla bir uzmanlık alanı bir bilgi ve araştırma konusu olarak görülmemeleri nedeniyle. Evet futbol bir uzmanlık değil bir taraftarlık konusudur Türkiye’de. İlgili olanların her türlü konuyu en ayrıntısına kadar bildiği bir alandır. Hakemlerin her kararının doğrusunu taraftar bilir. Doğru veya yanlış onbiri herkes ayırt edebilir. Kimin futbolcu ya da teknik direktör olup olmadığını futbolla ilgili herkes gözünden anlar. Sanki futbol tarihi, stratejileri ve taktikleri, antrenman teknikleri olan bir uzmanlık alanı değildir. Hakemlik, futbol yöneticiliği aynı şekilde. Futbolun bir uzmanlık alanı olmamasının en iyi göstergelerinden biri biraz zengin olmanın futbol takımı veya futbol federasyonunda yönetici olmaya yeteceği kanaatidir. Mesela TFF’nin güncel başkanı ağırlıklı olarak inşaat sektöründe yatırımları olan bir iş adamıdır. Futbolla olan ilgisi ise Fenerbahçe yöneticiliğinden hatırlanabileceği gibi aslında taraftarlık düzeyindedir. Uzmanlık düzeyinde değil.
Sosyoloji için de böyledir. Bir siyasi görüşünüzün olması, dini, mezhebi, etnik kimliğiniz sizi toplumsal meselelerle ilgili o kadar güçlü kanaatlerle donatır ki, sizin için toplum bir bilgi nesnesi olmaktan kategorik olarak çıkar. Uzmanlık sizin için bilmediğinizi düşündüğünüz konularda başvuracağınız bir mercidir, bildiğinizi sandığınız konularda değil.
Bir beyin cerrahına kazma ve kürekle ameliyat yapılabileceğini söylerseniz ne olur? Bir daha insan içine çıkmaz hale getirilirsiniz. Peki bir sosyoloğa toplumun olduğu halin aslında bir Yahudi komplosunun sonucu olduğunu söylediğinizde başınıza ne gelir? Muhtemelen hiçbir şey. İşte tam da beyin cerrahisiyle sosyolojinin toplumsal statüsü bu gibi küçük detaylarda görünür hale gelir. Özellikle Türkiye’de bir hekimle kendinizin veya bir hasta yakınınızın tedavi prosedürlerini tartışabilir misiniz? Ama alanında uzman bir sosyoloğun her dediğine laf yetiştirmek futbol kadar popüler bir spordur Türkiye’de. Tıpkı futbola yıllarını vermiş, alanı neredeyse inşa etmiş, sürekli üstüne koyarak gelmiş Fatih Terim, Mustafa Denizli, Şenol Güneş gibi isimlerden “o adam değil”, “o teknik direktör değil” derken olduğu gibi.
Yaklaşık 40 yıldır sosyoloji ve futbolu takip ediyorum. Bu konularda düşünüyorum, dinliyorum, araştırıyorum, okuyorum. Ama hâlâ bu alanlarda kimilerinin birkaç günde gelebildikleri her şeyi bilebilme seviyesine henüz gelemedim.