Sovyetler’de barınma hakkı: Tam olarak hangi ev bizim olacak?

Modası geçen şey bu hakların talep edilmesi değil, bize bunu olağanlaştıran sistemin ta kendisidir. Sorun kapitalizmin temel ihtiyaçları talep etme hakkını marjinalize etmedeki başarısından ibarettir. Bugün bir kişinin 300 tane konuta sahip olma hakkı varken, tek asgari ücretle geçinen bir ailenin kazan dairesine mahkûm edilmesi kimseye garip gelmiyorsa eğer, asıl marjinal olan budur.

Kavel Alpaslan kalpaslan@gazeteduvar.com.tr

Kapitalizmin başarılarından bir tanesi, en temel sorunlarımıza verilmesi gereken en basit cevapları, en radikal önerilermiş gibi yansıtma becerisine sahip olmasıdır. Sağlık, barınma, gıda, eğitim gibi hakları kayıtsız şartsız talep edenler kimileri tarafından meczup olmakla itham ediliyor. Ama kapitalizmin buradaki asıl başarısı sadece meczup göstermek değil, aynı zamanda bunu yaparak, radikal derecede insan onuruna aykırı kendi düzenini ‘gerçekçi’ olarak sunabilmesidir.

Mesela son günlerde gündemde olan barınma hakkını ele alalım. Türkiye İşçi Partisi (TİP) Genel Başkanı Erkan Baş’ın yaptığı açıklamaların ardından başlayan tartışma, bunu çok açık bir şekilde gösteriyor. Kısaca ne olmuştu hatırlamak gerekirse: Baş, katıldığı Ekşi Sözlük yayınında TİP iktidarında herkesin oturduğu evin sahibi olacağını söylemişti. Ancak kendisinin konuyu açmasına fırsat verilmediği röportaj kesiti kimi kesimler tarafından basite indirgenerek “o kadar çalışıp aldığımız evler ne olacak?” ifadeleri ile eleştirilmişti. Ardından Barış Atay da kendisine yöneltilen aynı soru üzerine konuyu en basit haliyle açıklayarak TİP’in verdiği kanun teklifini dile getirmiş ve “Oturulan ev ile ikinci bir evin ardından sahip olunacak konutlarda verginin katlanarak arttırılabileceğini” söylemişti.

Bu tartışma öyle bir seviyeye ulaştı ki sanki Erkan Baş kendi başına böyle bir gündem yaratmış gibi bir algı oluştu. Sanki asgari ücretle çalışan bir ailenin barınabilmesi değil de herkesin evinin olabilme ihtimali mucize!

Meselenin gündeme geliş hikayesi böyle. Konut sorunun çözümü konusunda hem kendileri, hem de kendisini eleştirenler son haftalarda çok söz söyledi. Dilerseniz biz, kanlı canlı bir konut kamulaştırma örneğini mercek altına alarak ilerleyelim. Böylece günümüzün krizini anlamlandırmak kapitalizmin illüzyonlarına rağmen mümkün olabilir.

KONUTLAR NEDEN KÂR YARATSIN?

Hangi görüşe sahip olursanız olun Sovyetler Birliği’nin eleştirilecek pek çok yanını bulabilirsiniz. Bu eleştirilerin bazıları değerli olmakla birlikte büyük bir çoğunluğu oldukça sığ ve kulaktan duyma önyargılardan ibaret olacaktır: “Gri bir hayat”, “Her şey birbirinin aynısı”, “Fakirlik ve sefaletten ibaret”, “1984 çok güzel kitap, işte tam Sovyetler’i anlatıyor orası da öyleymiş zamanında”… Bu gibi ipe sapa gelmez yorumları benimseyen biri bile, Sovyetler Birliği hakkındaki bazı olguları inkâr edemeyecektir. Nasıl mı?

Beğenirsiniz beğenmezsiniz, yanına bir sürü “Ama” ile başlayan cümle yerleştirebilirsiniz… Sovyetler Birliği’nin eğitim, sağlık, tatil, kültür gibi kamusal haklar alanında kat ettiği mesafeler de bir gerçek olarak karşımızda duruyor. Barınma hakkı da aynı şekilde. Peki ama mülkiyet dağıtımı nasıl oldu? Kimlerin evleri kimlerin oldu? Ne gibi engellerle karşılaşıldı, nasıl çözümler üretildi? Farklı dönemlerde farklı yöntemler kullanıldı mı? Bu sorularımıza daha anlaşılır bir yanıt bulmak için Çarlık Rusya’sının başkenti Petrograd’da (Eski ismi Leningrad, bugünkü ismiyle St. Petersburg) Ekim Devrimi’nden sonra neler yaşandığını adım adım izleyebiliriz.

Önce kabaca Sovyetler Birliği’nde barınma hakkının hangi çerçevede güvence altına alındığıyla söze başlayalım. Sovyetler Birliği Anayasası’nda mülkiyetin kamusallığı 6. Madde ile özetleniyor: “Toprak, doğal kaynaklar, sular, ormanlar, değirmenler, fabrikalar, madenler, demiryolları, su ve hava taşımacılığı, bankalar, posta, telgraf ve telefon, devletin büyük tarım işletmeleri (devlet çiftlikleri, makine ve traktör istasyonları vd.) ile belediye işletmeleri ve kentlerdeki konut işletmeleri ve sınai bölgeler, devlet mülkiyetidir ve bundan dolayı tüm halka aittir.”

Bu yeterli gelmezse eğer, konu hakkında Türkçe kaleme alınmış önemli yazılardan faydalanabiliriz. Örneğin Perihan Koca, El Yazmaları’ndaki yazısında konuya şu ifadelerle açıklık getiriyor:

“Kapitalist sistemde her şey sermayenin kâr güdümlü mekanizmasına odaklı olduğundan, kent ve toprak rantı dolayısıyla da konut, kâr elde etmenin ana araçlarındandır, sosyalizmde ise toprak ve mekân halk yararı için kullanıldığı için, kent ve mekân kâr elde etme aracı olmaktan tümüyle çıkar.

Rusya’da Ekim Devrimi’nin hemen ardından, toprak ve konut üzerindeki özel mülkiyet ortadan kaldırıldığı için, toprak ve konut doğrudan halkın ortak mülkü haline getirilmiştir. Konutun satın alınacak bir meta olarak piyasaya sunulduğu kapitalist sistemin tersine, Sovyetler Birliği’nde konut, bir meta olarak değil halkın gelir durumuna bakılmaksızın tüm yurttaşların temel hakkı olarak nitelendirilir ve Sovyetler Birliği Anayasası ile konut ve barınma hakkı güvence altına alınır.”

ESKİ PETROGRAD: BİR ODAYA DÖRT KİŞİ

Anayasal güvenceyi cılız bir argüman olarak değerlendirenler olabilir. Aslında bu doğru bir yaklaşım olacaktır. Devrimci süreçler ‘yazdık oldu’ şeklinde işlemiyor. Devrimin temennileri gerçek hayatla sınanıyor ve ondan geriye kalan ne ise böylece olgu oluşuyor. Ekim Devrimi’nin ardından herkes yukarıda bahsettiğimiz güvenceye bir gecede kavuşmaz, ülke bu alanda oldukça çetrefilli bir süreçten geçer.

Ekim Devrimi’nden önce Petrograd kenti 2 milyon 300 binlik nüfusuyla İmparatorluğun en büyük kentidir[1]. Kentin büyüklüğüne yakışacak şekilde konutların sunduğu olanaklar o mahallenin sınıfsal dağılımına göre büyük bir fark ortaya koymaktadır. Petrograd’ın ışıltılı merkezindeki sokaklarında yer alan evler 200 ile 400 metrekare arasında değişirken, kenti çevreleyen emekçi mahallelerinde bambaşka bir manzara vardır. I. Dünya Savaşı’ndan önce ortalama her oda başına iki kişi düştüğünü ve özellikle 50 bin hanede her oda başına 4 kişi düştüğünü söylemek gerekiyor[2]. Ayrıca bu hanelerin elektrik ve suya ulaşılamayan, toplu taşımanın olmadığı mahallelerde bulunduğunu da unutmamalıyız.

İşleri daha da karmaşıklaştıracak bir şey daha söylemek gerekiyor: Sefil barınma koşullarına sahip mahallelerce kuşatılmış Petrograd, dönemin Avrupa başkentleri arasında en pahalı konutların bulunduğu kenttir. Yani bir tarafta çamur içerisinde, perdelerle odaların ayrıldığı, işe saatlerce yürüyerek gitmeniz gereken bir yerde bulunan havasız çamur içinde ‘delikler’. Öbür tarafta ise her insanın yaşamak isteyeceği o yüksek tavanlı, gösterişli evler.

PATRONUN YENİ ‘EV ARKADAŞLARI’

Ekim Devrimi ile birlikte devran döner. Petrograd’da günler önce karmaşa ile geçse de kısa süre içerisinde Bolşevikler kimi acil düzenlemeler getirir. Amaç elbette ev sahibi ile kiracı arasındaki eşitsiz ilişkiyi ortadan kaldırmaktır. Bu anlamda yapılan ilk önemli düzenleme boş evlerin kamulaştırması ve ihtiyaç sahibi ailelere teslim edilmesidir. Konutların teslim edilişinde yerel Sovyet yönetimlere büyük bir özerklik tanınır. Ardından Petrograd Sovyeti, 1918’de aldığı karara göre ‘sıkıştırma’ ve ‘yeniden yerleştirme’ politikalarını yürürlüğe koylar. Böylece zenginler, evlerinde yetişkin başına bir oda düşecek şekilde kendilerine ayırabileceklerdir. Çocuklar için ayrıca bir oda saklama hakkı da verilir. Ancak oda sayısı hanedeki yetişkinlerin (çocuk odasının) sayısından fazla ise bu odalar ihtiyaç sahiplerine verilir. Böylelikle patron ile işçi geçici bir süreliğine aynı çatı altında buluşur.

Bu yöntem yaşam koşulu olarak kulağa pek de sağlıklı gelmiyor olabilir. Öyle olduğunu iddia eden de yok zaten. Ancak bir odada ortalama 2-4 arasında insanın barındığı bir kentte yaşayan büyük bir çoğunluk için kesinlikle olumlu bir çözümdür. Rahatı bozulan azınlıktır, göreceli bir rahata kavuşan ise çoğunluktur.

Bolşeviklerin sihirli bir değnekle, İç Savaş’ın eşiğinde herkese birkaç ay içerisinde ideal konfora sahip konut sunması fantastik bir düşüncedir. Asıl başarı, tüm olumsuzluklara rağmen kısa süre içerisinde devrimci bir konut anlayışını yürürlüğe sokabilmedeki başarıdır. İki yıl içerisinde 65 bin aile yeni evlerine kavuşur.

Ağustos 1918’de 5’ten fazla katı bulunan özel mülk binaların hepsi kamulaştırılır, sadece küçük konutlar bu süreçten etkilenmez. Ancak şehirdeki yapıların çok büyük bir kısmındaki özel mülkiyet ortadan kaldırılır. Bir diğer kamulaştırma kriteri ise bir daireyi iki aydan fazla boş bırakmaktır. Kentteki lüks oteller de kamulaştırılır ve işçi komünlerine yuva olur.

HANGİ EV KİME GİDECEK?

Sovyetler Birliği’nin barınma konusunda attığı adımlar sadece kamulaştırma ile sınırlı değildir. Mimaride ilk on yıllık dönem başta savaş nedeniyle çeşitli ekonomik ve teknolojik zorlukla geçer. Ancak o güne kadar hayalden ibaret olan pek çok mimari proje gerçekleştirilir. Yeni bir dünyayı yaratıyor olmanın verdiği ufukla ‘kommunalka’ gibi konutlar inşa edilir. Bu komünal konut tiplerinde kolektif yaşamı işaret eden birimler olan ortak mutfaklar, yeme- içme birimleri, kütüphaneler, okuma salonları, atölyeler, çamaşırhaneler, kreşler ve anaokulları vardır[3].

İkinci Dünya Savaşı’yla birlikte ülke büyük bir yıkımla karşı karşıya kalınca daha hızlı inşa edilebilen farklı konut projeleri ön plana çıkacaktır. Fakat yazımızın kapsamını aşmamak adına şimdilik burada duralım. Hem bu konuyu merak edenler hem de sadece konut değil, aynı zamanda çevre planlamada Sovyetler’in yaptıkları hakkında daha fazla bilgi almak isteyenler Evrensel Gazetesi’nde, Emek Hareketinden Mühendisler adına İsmet Doğan imzasıyla yayınlanan yazıya göz atabilirler. Bu yazıda dikkat çeken, merak uyandıran bir başka konu ise ‘öncelik’ meselesi. Yani hangi evde kimin oturacağının Sovyetler’de nasıl bir sistemle belirleniyor oluşu. Doğan konu hakkında şunları söylüyor:

“Mevcut konutların hakkaniyetle dağıtımı çok önemli bir konuydu. Bölgesel ve şehir otoriteleri olan Halk Temsilcileri Sovyetleri konut dağıtımında da baş hakem konumundaydı. Başvuruların aciliyet sırasına göre liste oluşturuluyordu. Asıl hedef olan, her aileye modern gereçlerle donatılmış bir ev sağlanana kadar bu listeleri yapmak mecburiyetti.

Konutlar dağıtılırken tüm şartlar eşitse engelli olmak, savaş gazisi olmak, çok çocuklu olmak gibi durumları öncelik kriteri olarak kabul edilirdi. İkiz çocuk sahibi olmak hemen ev sahibi olmak anlamına geliyordu. Bir bina harap olduğu için yıkıldığında kiracılarına sıra beklemeden yeni ev sağlanırdı. Konut sahipliği süresizdi ve ebeveynlerden çocuklara geçiyordu. Yetişkinlere erken yaşlarından itibaren ücretsiz konut sağlanıyordu.”

KİRA BEDELİ: AİLE AYLIK GELİRİNİN YÜZDE 2’Sİ

Doğan, merak edilen bir başka konuya da dikkat çekiyor: Kira meselesi! Ekim Devrimi’nin ardından geçici olarak kiralar kaldırılmış olsa da daha sonraki yıllarda detaylı düzenlemelerle daha sistematik çözümler üretilmeye çalışılır:

“Devrimden sonra toprak ve konut üzerindeki özel mülkiyet kaldırıldığı için konutların mülkiyeti değil kullanım hakkı veriliyordu. Karşılığında ise belirli bir kira bedeli alınırdı. Kira bedeli bütün Sovyet kentlerinde aynıydı. Yani konutun Moskova’da ya da Bakü’de olması fark etmiyordu.

Konutların metrekaresi için alınan kira bedeli 14 kopekti. (Rublenin yüzde biri.) Ayrıca kira dışında ‘genel servis giderleri’ adı altında bedel alınırdı. Konutu kullanan kişi başına; gaz kullanımı için 16, elektrik için 4, suyun metre küpü için 4, sıcak su için 50 kopek öderdi. Çöp toplama bedeli ise dairenin metrekaresi başına 6-8 kopekti.

Tüm bu ödemeler toplamda bir ailenin aylık gelirinin yüzde 2’sini geçmezdi. Sovyetlerde en düşük işçi ücreti 125 rubleydi. Yukarıdaki rakamları dört kişilik bir işçi ailesi için hesapladığımızda 1.5-2 ruble civarında kalacağını görürüz. Bu da en düşük işçi ücretinin yüzde 2’sinin bile altındadır.”

Türkiye’nin bugünkü şartlarına uyarladığımızda yaklaşık 170 lira gibi tüm hizmetler dahil bir kira bedeli ile karşılaşıyoruz…

ASIL ÇÖKEN NE?

İşte Sovyetler Birliği’nin konut sorununa dair olgusal çözümleri karşımızda duruyor. Buna rağmen bazıları çıkıp şöyle diyecektir “Eh, bak ama sonunda ne oldu?”. Sanki Sovyetler Birliği’nin çöküşünden onu yaratanları sorumlu tutabilirmişiz gibi. Varsın öyle olsun: Sovyetler Birliği her şeye rağmen konut mülkiyeti olmadan yurttaşlarına barınma hakkını kayıtsız ve şartsız 70 küsur yıl boyunca sunabilmiş midir? Evet sunmuştur. Kimilerinin ‘çılgın’ gördüğü bu fikir demek ki o kadar da akla hayale gelmeyecek bir şey değilmiş, olsa oluyormuş…

Şimdi soruyu ters çevirip soralım: Bugün kapitalizm bize konut sorununun çözümüne dair ne sunuyor? Bir kimsenin temel haklarına ulaşamadığı bir düzen nihayete ermiştir, işlemiyordur. Fiilen çöken kapitalizmin kendisidir.

Modası geçen şey bu hakların talep edilmesi değil, bize bunu olağanlaştıran sistemin ta kendisidir. Sorun kapitalizmin temel ihtiyaçları talep etme hakkını marjinalize etmedeki başarısından ibarettir. Bugün bir kişinin 300 tane konuta sahip olma hakkı varken, tek asgari ücretle geçinen bir ailenin kazan dairesine mahkûm edilmesi kimseye garip gelmiyorsa eğer, asıl marjinal olan budur. Dolayısıyla son dönemde gündeme gelen konut tartışmasının yalınlığı, her ne kadar aldığı eleştirilerin niteliğindeki seviye nedeniyle Baş için biraz bunaltıcı olsa da aslında faydalıdır.

[1] Blair A. Ruble, Leningrad: Shaping a Soviet City (Berkeley: University of California Press, 1990), 213–14.

[2] Aris Dougàs Chavarria, Trialling… and erring: a historical overview of housing in Petrograd, Leningrad, and Saint Petersburg

[3] Sevim Ateş Can – Kadir Emre Bakır, İdeolojik Bağlam: 1920’li Yıllarda Sovyet Konut Mimarisi ve Narkomfin Komünal Konutu

Tüm yazılarını göster