Birden her yeri sardı. Herkes aristokratik bir tavırla beş soy ceddinin kim olduğu araştırmasına girdi. Doğru ya da yalan, devlet kayıtları, yani katliamlardan, soykırımlardan ve tabii ki asimilasyonlardan geri kalan ve eğer isimler henüz konarken, nüfus müdürlerinin, memurlarının ve bilumum diğer resmi sıfatların, mesela köy muhtarı ya da ne bileyim o zaman belki mahalle bekçisi filan tüm devlet aparatçıklarının beğenisi ile çelişmiyorsa yazılmış isimler üzerinden fal açılıyor. Acaba kimlerden geldik sorusu bu. Herkes artık ceddinde, fıtratına göre bir şey bulma seferlerine çıktı. Biraz Ertuğrul Gazi, olmazsa en azından Cem Sultan, belki yakın dönem paşası mesela İbrikçizade olabilir kıyısından köşesinden ya da Demirci Kava, Newroz’da geliyor ya da en azından isyancı bir aşiret, eğer rahmetli olduysa Ermeni anneanne, Rum dede ama namazında niyazında… Herkes bir şey arıyor.
Hepimiz; iktidarın en kutsalı tapu-kadastrosu bile henüz doğru dürüst geçmemiş bu ülkede, üç günlük belgede bile isimlerimizi, soy adlarımızı yanlış yazacak kadar beceriksiz, ölülere oy kullandıracak kadar hilekar, değil kayıtları insanları kaybedecek kadar alçak, yüz binlerce kişiyi yerlerinden sürecek kadar zalim ve mesela oğlu ceza yatmasın diye, oğlunun tecavüz edip öldürdüğü kadını birlikte gömen ama kendi ceza yatmasın diye oğlunu hapislere veren erkek, riyakar, iki yüzlü, aşağılık, soysuz, namert, rezil, hain dolu bir çuvalda bu belgelerden hakikat arayacak kadar çaresiz miyiz?
Bu durum ülkede o kadar yaygın ve nevrotik bir durum aldı ki Ortadoğu uzmanı Robert Fisk bile geçenlerde bunu yazdı. Afrika’da bir kabileden olanların kime değseler, dokunsalar, dokunduklarının penislerinin küçüldüğü inancıyla öldürülmeleri gibi kitlesel bir nevroza dönüştü bu. Burada çok ilginç olan, dokunulanların gerçekten penislerinin küçülmüş olmasıydı. Yani herkes buna inandığı için herkes bunu böyle görüyordu artık. Bu kitlesel nevrotik etkiyle arayışa geçen herkes, bugünümüzün kimliksizliğini ceddimize yaslanarak çözmek için, nüfus kayıtlarına saldırdı. Her türlü örgütlenmenin yasaklandığı ve zaten böyle bir geleneğin pek olmadığı bu topraklarda, sadece milli ve dini kimlik taşıma müsaadesine uygun olarak ne olduğunu keşfetmeye çıktı.
Sadece bizim topraklara özgü bir şey değildi tabii ki bu. Özellikle neo-liberalizm ile kurumsallaşmış örgütlenmelerin dağılmasıyla, ezilenlerin elinde kimlik olarak futbol takımlarından başka hiçbir şey kalmadı. Bu yüzden MST Topraksızlar Hareketi ‘mistica’ adını verdikleri ritüeller ve her basit toplantıdan önceki bir açılış töreni gibi attıkları kısa sloganlarla bir MST kimliği oluşturuyordu ya da Kore çiftçi sendikası dağın başında da olsa çiftliğe bir sendika bayrağı asılmasını istiyordu ki örgütlü çiftçi kendi kimliğini inşa etsin. Yoksa ezilenler için geriye kalan, her şeyin ulusal bayrak ve çoğunluk inancının altına süpürülmesi. Biz başka ve yeni kimlikler inşa edemezsek, her ölümde balkonlara asmalarını istedikleri bayrakların altındaki sıvasız evler gibiyiz tamamen.
Ve ben de baktım tabii ki…