Aslında bu yazı kimi eski hariciyecilere. Neredeyse tamamını tanıyorum. Pek çoğuyla yüz yüze hukukumuz da ama görev gereği ama dostluk çerçevesinde olmuştur. Amerikancadan çeviri yaparsak “birbirimizin omuzlarının üzerinden bağrışacağımızı”, sonunda anlaşamayacağımızı da biliyorum. Buna karşılık o klasikleşen parçanın güftesinde olduğu gibi “acı da olsa yine gerçeği / görüp de söylemeyi bilmediysen” dememek için yazıyorum. Haşa yargı dağıtmıyorum, haddim değil, yalnızca not düşüyorum.
Birinci tekil şahısta yazmamı da bu defa mazur görmenizi dilerim. Zira kendi adıma konuşuyorum. Zaten konu hakkında 24 Nisan dönümü vesilesiyle diyeceğimi geçen yazımda söylemiştim. Başkaları da vardır kuşkusuz ama arzu eden okura "diplomatça" bakış için Büyükelçi Oğuz Demiralp’i, "bilimsel" bakış için Irvin Cemil Schick hocayı ve "insancıl" bakış için diyelim, Murat Sevinç hocayı öneririm.
Hoş, burada muhatap almak istediklerim o üç duru dilli yazıya da kibirle dudak bükeceklerdir korkarım. “Biz onu mu diyoruz?" diye soracak, “ama onlar da…” yahut “bizim de dedelerimiz…” diye devam edecekler, “falanca anlaşmanın filanca hükmü” diye noktayı koyacaklardır kaşlarını kaldırarak. Bu tutum “konfor alanı” ve “görev bilinci” yanılsamalarıyla açıklanabilir. Düşünmeye cüret etmenin reddi olarak da tanımlanabilir söz konusu refleks. Bir de bunun akademisyen versiyonu var “seni gidi HDP'ci, Kürtçü, demek akılcı CHP-İYİP muhalefetine toz kondurmak ha…” diye parmak sallayan. O konu dışı kalacak bugünlük.
Memurluktan çıkmak zordur doğru, kendimden biliyorum. Akademisyenin de ülkemize özgü “memur” türü çoğunluktadır ayrıca. “Hariciyecinin ve subayın emeklisi olmaz” diye bana kalırsa tamamen uydurma bir söz vardır bizde –istihbaratçı neden boynu bükük bırakılmış onu da bilemiyorum. Holivut filmlerinde görürüz ya, alkolizm tedavisi bireyin “ben bir alkoliğim” demesiyle başlar. İrade, sabır (belki tahammül) ve sebat gerektirir. Bir de “cehennemin yolu, iyi niyet taşlarıyla döşelidir” diye ekleyelim. Üzerlerine alınmadan sahiplenip, “hah, ben de sana bunu diyorum” tepkisi vereceklerini de sineye çekerek.
Geçmişi tarihleştiremiyoruz. Hop, ayna çıkar hemen. Ayna tutulur ama aynaya bakılmaz. “Tembele iş buyur, sana akıl öğretsin” yaklaşımının bir başka çeşidi gibi. Değerli bir tarihçi dostum, karşılıklı atılan iki kadehin de verdiği yürek sıcaklığıyla, yarı şaka yarı ciddi “habire ‘konuyu tarihçilere bırakın’ deniliyor, biz ne yapalım kardeşim” diye çıkışmıştı eski bir sohbetimiz sırasında. Haklıydı. Muhalefet de memur zihniyetli. Orası da patolojik vaka yani. O zihniyetle “demokratik” iddiası taşımak güç, ya da en azından eksik, sakatlanmış. Üçüncü halin olmazlığı ilkesi uyarınca mantığa aykırı.
O yönden bakışla, Erdoğan “dahi” bir adım önde kalıyor: “Acıları kalbimize gömüp ileri bakma erdemimizi birileri yanlış anlamış. Buna göre bizim de Balkanların kaybından, doğuda uğradığımız işgallerden, güneyde verilip tutulmayan sözlere kadar muhasebe yapıp muhataplarımızın önüne koymamız gerekiyor.” İçtenlikse konu, siyasetçinin yöneticinin yaptığına, icraatına, siciline bakmalı. Ancak yönetici konumunun esneklik gerektirdiği teslim edilerek. (Ek: “Güneyde verilen sözler” nedir anlamadım.)
Hekim değilim ama sözünü ettiğim patolojinin tanısı belki Türkiye İslâmcısının ne yapıp etse kutsal kitapla, diniyle Arap halklarınki gibi “halis” yahut aracısız bir ilişki kuramamasına benzer olabilir. Seküler kimlik için cumhuriyetin kuruluşuna ilişkin böyle bir sıkıntı var sanıyorum. Bir türlü doldurulamayan bir boşluk. On yıllar önce, AKP’nin ilk iktidar yıllarında ilgili kurumdan bakanlıkta ziyaretime gelen bir yetkili, sesini alçaltıp, yüzünü yüzüme iyice yaklaştırıp, gözlerini açarak, “bize on yıllardır ‘sen cücesin’ dediler, halbuki biz deviz” demişti, bir sır verircesine. Ben de teatral tavırla, aynı biçimde gözlerimi açıp, anlamlı biçimde başımı sallamıştım yukarı aşağı.
Ermeni Soykırımı konusunda böyle bir kökten retçi tepki hattı tutturulunca, çok daha güncel Kobâne Davası, Kavala ve Demirtaş’la simgeleşen kişiliklerin haksız yere rehin tutulmaları gibi dosyalar üzerine de anlamlı söz söylemek olanaksızlaşıyor. Oysa bir demokrasi dayanışmasından, en azından hukuk devleti, ifade özgürlüğü, anayasal yurttaşlık gibi temel taleplerde ortaklaşmadan söz ediyoruz. Devleti savunmaktan değil, cumhuriyetimizi dönüştürme ülküsünden. “Bir tuğla çekersek, duvar yıkılır” ilkel, içgüdüsel korkusuyla nereye kadar?
Yok, konu bir konuşma, konuşma notu yazmaksa, yine artık memur olmadığımızın bilincinde davranmalıyız diye düşünüyorum. Doğru, hepimizin, herkesin aile ağacında vardır eline silâh alan, katledilen veya çok büyük özverilerde bulunan. Yas tutmak, yakınmak pek yok kültürümüzde. “Acıyı bal eyledik, Anadolu’yu yurt belledik” diyen insanlarız. Çerkes kırımından tutun, Balkanlardan, esasen imparatorluğun yüreği olan toprak parçasından göz açıp kapayıncaya sökülüp atılmaya; aralıksız on yıllarca savaşmış olmaya, kurtuluşun aynı zamanda bir iç savaş öyküsü de olduğuna varıncaya dek. Bozulan 1908 ortaklığı, 1921’den 1924’e neden olduğu çözümlenemeden terkedilen yerinden yönetim anayasal yaklaşımı, o kuruluş yıllarında dünyanın durumu. Saymakla bitmez. “Konuşma Notu” dedik zaten, sonradan kitaplaştırılacak bir doktora tezi değil.
Sonrasında kendimize anlatamadıklarımız da cabası: Defalarca yakılmış nüfus daireleri, yok edilen mezarlıklar, değiştirilen yer adları, Dersim tertelesi, Edirne fortunası, tehciri, seyfosu, Varlık Vergisi, 6-7 Eylül’ü, Yassıada’sı, üç fidanı, yetmişlerin kurşun yılları, 12 Eylül’ün zindanları, Kürt isyanları, 90’ların Güneydoğusu, Maraş, Sivas daha nice Alevi katliamı, daha nice faili meçhuller. Bunları öğrenmek, bilmek, haberdar olmak, yere bakmak, utanmak için değil. Aksine başımızı kaldırmak, iyileşmek, ortak geleceğimizi birlikte hayal edip, birlikte kurabilmek için. Benim anlayabildiğim kadarıyla Murat Sevinç hocanın “bir arada yaşamak ülküsünden çok, ‘bir olarak yaşamak’ zorunluluğu” dediği durum da bu.
Öyle, diğer “büyük” devletler, “yüce” milletler de tertemiz tarihlere sahip değildir. Bize karşı ayrımcı, önyargılı davranıyor da olabilirler. Bizi bir arada tutan pek az ilmek kaldı: Dil, Atatürk, onun kurduğu laik cumhuriyet. “Aynı derede yıkanan kişilerin ayakları arasından farklı farklı sular akar” özlü sözünde olduğu gibi. Aynı sözün Heraclitus’a atfedilen şekli: “Aynı insan aynı ırmakta iki kez yıkanmaz hiçbir zaman: Çünkü ne artık o aynı kişidir, ne ırmak aynı ırmak.” Bizim onlara dönüp ne dediğimiz değil, şimdi, burada, kendi aramızda ne konuştuğumuz önemli olan.
Benim bu sütundaki iç dökmelerim bir yana, onlar önemsiz, yukarıda bağlantılarını paylaştığım üç yazının içeriğine ilişkin ne diyebilirler, merak ediyorum, o eski pek çoğu da benden hayli kıdemli ve birikimli meslektaşlarım ve o “demokratik” payeli muhalefetin mensupları, tenorları, sözcüleri? Perinçek’in AİHM davası mı, ASALA’nın şehit ettiği diplomatlarımız ve aile fertleri mi, “bu işler karşılıklı” mı? Yineliyorum, konu bu değil ki. Sizlerden “bayrağı dik, sakın bir adım geri adım atma” beklentisi de, öyle bir mücadele meydanı da yok ki. Konu ülkemiz, bizleriz; kimliğimiz, geleceğimiz, nasıl yurttaşlar olarak yaşamak istediğimiz, işte cumhuriyetimizin bekası evet.