This is the end of every song that we sing
(...)
We were always sure that we would never change.
Bu söylediğimiz her şarkının sonu
(...)
Asla değişmeyeceğimizden her zaman emindik.
— Alone - The Cure (2024)
Bazen şarkı sözlerini beyaz bir
kağıda veya bilgisayardaki boş bir sayfaya yazdığınızda manasız
veya ruhsuz görünebilir. Genelde bir şarkıdaki bir kelimeyi,
cümleyi, nakaratı, satırları güçlü, çok güçlü, sihirli, olağanüstü
kılan unsur onlara eşlik eden beste, yani müziktir. 16 yıl sonra
ilk defa yeni bir kayıt sunan, yılan hikayesine dönen yeni
albümü Songs of a Lost
World’ün 1 Kasım 2024
tarihinde çıkacağını duyuran efsanevi İngiliz grubu The Cure’un
yeni, aynı zamanda söz konusu albümünün açılış şarkısı ¨Alone¨un
bestesi, düzenlemesi ve prodüksiyonu, en baştaki dizelerin ve
devamının kaidesi olunca işte böylesine bir kuvvet ortaya
çıkıyor.
45 yılı aşkın bir kariyere ve çok yönlü bir külliyata sahip
grubun 32 yıl önce çıkan başyapıtı Wish albümünü, o
dönemlerini ve müzikal karakterini sevenlerin hemen meftunu olacağı
tınıda ve ruhta bir şarkı ¨Alone¨. 6 dk. 48 sn.’lik süresinin tam yarısına
kadar Wish’in harikalarından ¨Apart¨ ve ¨A Letter To
Elise¨ sularında seyreden enstrümantal girişin ardından şarkının ve
albümün ilk vokal satırını duyuyoruz: ¨This is the end of every
song that we sing¨. Hoşgeldin The Cure, hoşgeldin Robert
Smith. Senelerdir defalarca çıkış tarihi, planı, ismi değişe değişe
bir hâl olan, bir gün gün yüzüne çıkacağından bile şüphe edilen
Songs of a Lost World, bence adı gibi, şimdiden çok şey
vaat ediyor.
Çıkışına yönelik tanıtım ve
pazarlama kampanyası, senenin en büyük popüler müzik haberi
Oasis’in birleşmesini bile gölgede bırakacak kadar yüksek sesle
gelen bu albüm, şu ana kadar sunulan görsel malzemenin
çağrıştırdığı derecede karanlık olacağa benziyor. Benim gibi, The
Cure’un karamsar, şikayetçi ve derdine derman bulamayan hallerini
sevenler için hepsi iyi haberler. Nitekim çivi çiviyi söker; dibine
dayandığımız bu karanlık kuyulardan ancak daha da karararak
çıkarmışız gibi hisseder bazılarımız. Ama bu konuda benle tamamen
zıt düşünen çok müzisyen ve müzik insanıyla da tanıştım yıllar
içerisinde. Olsun; şarkıların mı sonu, yolların mı, yoksa bir
devrin mi bilinmez ama bir şeylerin sonunun geldiği hissi kuvvetli.
Bir zamanlar hiç değişmeyeceğinden emin olduğumuz bir şeylerin,
hatta çok fazla şeyin, bizlerin değiştiği gerçeği de öyle.
Oasis demişken, üzerine bu kadar
çok yazılmış ve konuşulmuş konunun, hele neredeyse 1 ay sonra,
üzerinde uzunca durmaktansa kısaca bahsetmek gerek. Bu da bir
¨değişikliğin¨ haberiydi. Evet, büyük ama bir o kadar da beklenen
bir haberdi. Dolayısıyla şaşırttığından fazla sevindirdi
milyonlarca insanı. Öyle ki, seri konserlerinin yalnızca Britanya
ve İrlanda'yı kapsayan ilk kısmının biletleri satışa açılır açılmaz
dünyanın bilet tekeli Ticketmaster’ın web sitesi çöktü ve
sistemleri kilitlendi. 10 milyondan fazla tekil giriş talebi olduğu
haber edildi. Ve kullanılan ‘dinamik fiyatlandırma’ yöntemi
neticesinde bilet fiyatlarının anons edilenin 2-3 katına
fırlamasıyla alıcıların tepkileri dağları aştı. Sonra yavaş yavaş
her şey yoluna girdi ve tıpış tıpış herkes rolünü yerine getirdi.
Biletler bir güzel satıldı, arada grup bu dinamik fiyatlandırma
yönteminden haberdar olmadığını bildiren ama kargaları bile
güldüren bir açıklama yayımladı, alan mutlu, veren mutlu oldu ve
biz de çıktık kerevetine.
Oasis’in dünyada patladığı yıllar İngiliz rock müziğiyle yatıp
kalktığım, nefes aldığım yıllardı. Grubu çılgınlar gibi olmasa da
sevdim, profesyonel anlamda da ilgiyle yakından takip ettim olan
biteni. Daha dün turnenin, bugün yaşadığım New York bölgesini de
içeren ikinci kısmını duyurmuş olmaları artık bir şey ifade
etmiyor. Konsere gitmeyeceğimi biliyorum. Lakin bugüne kadar
seyrettiğim onlarca müzik filmi ve belgeseli arasında beni en çok
etkileyenlerden olan Oasis: Supersonic belgeselini yazıyı
buraya kadar okumuş herkese hararetle tavsiye ederim. Hoşgeldin
Oasis, hoşgeldiniz Gallagher biraderler.
Söz Britanya’dan açılmışken ve
yazının başından beri İngiliz müzisyenlerden bahsediyorken, her
mayısta İngiltere’nin güney kıyısında bulunan Brighton and Hove’da
düzenlenen The Great Escape adlı festival ve müzik fuarının başına
gelenleri ele alalım. Festivale iki ay kala, festivalle alakası
olmayan Massive Attack, Brian Eno ve IDLES gibi ağır topların da
cephe alması neticesinde, konfirme edilmiş yaklaşık 500 isimden 120
civarı sanatçı/grup festivalden çekildiğini duyurmuştu. Nedeni ise
festivalin sponsorlarından Barclays Bank’in portföyünde İsrail
ordusuna silah satan şirketlerin hisselerinin bulunmasıydı.
Festival bir şekilde programlandığı gibi Mayıs 2024’te gerçekleşti
fakat 2025 için planlamalar yapılırken bir skandal daha yaşandı.
Önümüzdeki sene yanlarına ¨ortak ülke¨ sıfatıyla müzik ekosistemini
çok beğendikleri ve destekledikleri Faroe Adaları’nı alan festival
yönetimi, bu açıklamasından kısa süre sonra dün bu ülkeyi
ortaklıktan çıkardığını duyurmak zorunda kaldı. Sebebi, Faroe
Adaları’nın senelerdir süregelen geleneği balina avcılığına karşı
düzenlenen protestolardı. 2024’te ağzı yeterince yanan
organizasyonun artık ¨sıfır risk¨ stratejisini benimsemesi çok
normal.
Anna Calvi, Kae Tempest ve Stormzy gibi birçok ismin ilk
çıkışlarını yaptıkları bu önemli organizasyon, durumlar karşısında
çaresiz kalırken, olaylar çok ikircikli bir konuyu yeniden meydana
çıkardı. Kitlelere hitap eden ve onları peşinden sürükleyen, spor,
kültür-sanat ve eğlence gibi yeteneğe dayalı sektörlerin ticari
varlığında kurumsal sponsorların rolü ve payı her zaman çok büyük.
Burada doğan ekonominin hem lokomotifi hem de başlıca paydaşları
olan ¨yetenek¨lerin, yani sanatçı, müzisyen, oyuncu, sporcu vb.nin
pozisyonu irdelenmeye değer. Birçok durumda çifte standart ve
ikiyüzlülük batağına boğazına kadar saplanmış olsalar da havaya
bakıp ıslık çalmayı, belli organizasyonlarda yer alıp ceplerini
doldurmayı bildikleri gibi halkla ilişkiler ve kendi imajlarını
pazarlamada mahir olduklarından olsa gerek, hayatları gayet güzel
akıp gidiyor. Eleştiriler, serzenişler ve retlerle dolu mayın
tarlasında küçük slalom yapa yapa kayıyorlar. Yeri gelince ¨şimdi
tadımız kaçmasın¨, yeri gelince ¨bana dokunmayan yılan bin
yaşasın¨, yeri gelince ¨düşmanımın düşmanı dostumdur¨, yeri gelince
¨her şeyin bir yeri ve zamanı var¨. Ne güzel memleket, değil
mi?
Ama şaşırmamak ve kızmamak lazım aslında. Çünkü insan doğası ve
kaynakların kısıtlılığı çoğunlukla böyle davranmayı gerektiriyor.
Sadece özel yetenekliler değil, herkes böyle yapabiliyor. Lakin
yeteneğiyle büyülediği için bu insanî zaaflardan ari görülen ve her
falsosuna göz yumulan bu kişilere taparcasına kendini kaptırmadan
evvel bu riyakarlığı anlayabilmeli toplumun daha ¨sıradan¨
bireyleri. Evet, güneş balçıkla sıvanmaz ama alçaklık da sanatla
örtülmez.
Öte yandan, bugün içinde yaşadığımız sistemlerin, dünyanın,
ülkelerin ve toplumların neresi temiz, lekesiz, pirüpak ve masum?
Yukarıda bahsedilen festivalin başına gelenlerde ortaya çıkan
hassasiyetler her organizasyonla ilgili öne çıksa, ortada ne futbol
kalır, ne sinema, ne diziler, ne medya, ne de diğer kitlelerin
afyonu vasıflı olgular. Bir daha ne Dünya Kupası seyrederiz ne
Olimpiyatlar, ne de kolay kolay gidecek konser, festival
buluruz..
Herhalde kabul etmeliyiz; Efesli filozof Heraklitos’un
Karşıtların Birliği ve Savaşı kuramında dediği gibi,
"Karşıt olan şeyler bir araya gelir ve uzlaşmaz olanlardan en güzel
uyum doğar. Her şey çatışma sonucunda oluşur." Son yıllarda
ünlülerin, özellikle sinema ve müzikteki çok sevilen, hatta
tapılan, çok güçlü ve zengin bir sürü ismin fena suçlarının ortaya
çıktığı sayısız vakanın sonuncusu P. Diddy (veya Diddy, veya Puff
Daddy, gerçek ismiyle Sean J. Combs) adlı Amerikalı müzik
prodüktörü, yapımcı, şarkı yazarı ve rap şarkıcısının yediği
haltlar şeklinde karşımızda. Çoğunlukla cinsel taciz ve istismar,
alıkoyma, insan ticareti, uyuşturucu madde kullanımı gibi alanlarda
faaliyet gösteren bu ¨kanaat önderleri¨, işledikleri insanlık
suçları ortaya çıkmasa, sizler, bizler bilmesek her gün ortalıkta
fırtınalar estirmeye devam edecekler. Statükoları asla değişmez
gibi görünenler tepetaklak olunca temaşanın mahiyeti de
değişiyor.
Biz de her şey ve herkes gibi
değiştik. ¨Biz¨den istediğinizi anlayın. Biz genelde kötüye doğru
değiştik. En sevdiklerimize, bizi bizden fazla gözetenlere,
birbirimize ve kendimize yalanlar söyleye söyleye, orada burada
olmadık işleri ve kişileri köpürte köpürte hemen hemen her şeyi
balon ettik. İnsanın insanı sevmeye mi dövmeye mi geldiği belli
olmayan bu koca kürede yer bulamadıkça dünyayı birbirimize dar
ettik. Şimdi durmuş eserimize bakıyoruz, sonra birbirimize. The
Cure’un sözlerinde yer aldığı şekliyle, değişmeyeceğini sanmanın
toyluğunda değişimin hızını bile algılayamaz olduk. Ve belki yine
Heraklitos’a sığınmalıyız. Hatırlamalıyız ki, hayatta değişmeyen
tek şey değişimin kendisidir.