Siyaset gündemindeki hareketlilik hız kesmiyor. Olup bitenler, olan bitene verilen veya verilemeyen tepkiler, şaşırtıcı ve bazen de sarsıcı tablolar oluşturmaya, kafaları iyice karıştırmaya devam ediyor. Bir süredir geçerli olan alışkanlık ya da mecburiyet de hâlâ devam ediyor: Yaşananlardan çok, söylenenlerden istikamet tespit etmeye çalışmaktan başka bir yol bulunamıyor. Söylenenlere bakarak yol bulmaya çalışınca da kaybolmak kaçınılmaz. Hemen hiç tartışmaya yer bırakmayacak biçimde göze sokulan uygulamalar, kararlar, eylemler; edilmiş ipe sapa gelmez laflar kadar gündem olamıyor. Sözlerin arasından cımbızlanarak bulunan veya uydurulan imalar, arkasında olduğu iddia edilen anlamlar, işaretler, açık seçik yaşananlardan daha çok gürültü çıkartıyor. Bilindiği üzere, geçen hafta siyasetçi ve gazetecilere yapılan saldırılar, artık kanıksanmış sözel şiddetin fiziki tezahürlerinin de çok uzakta olmadığını gösterdi. Bu olayları kontrol ve güç gösterisi olarak yorumlayanlar da var, denge kaybının yarattığı endişenin büyümesine yoranlar da. Hangi yaklaşıma göre ele alınırsa alınsın, artık sözleri aşan bir durumla yüz yüze kalındığı ortada. Galiba birileri, bazı sözlerin yeterince anlaşılmadığı kanaatiyle, göstererek, örneklerle anlatmayı deniyor. Fakat bunları da yine söylenen sözlerden takip etmek zorunda kalıyoruz. Alın size “öngörü” yapmak, “rota” görmek için birkaç örnek:
Birinci söz, bu saldırıların arkasında olmak ve teşvik etmekle suçlanan MHP’nin liderine ait: Devlet Bahçeli, bir süreliğine ayrıldığı sosyal medyayı yine etkili kullanmaya devam ediyor. Son saldırı sonrasındaki tartışmalara dahil olduğu epey uzun zincir mesajdaki özet cümle şöyle: “MHP; sokağı bilir, hasmı bilir, haini bilir, tuzak ve tertipleri bilir ve tanır. Ancak Milliyetçi-Ülkücü Hareket’i tarafı olmadığı saldırılarla ilişkilendirmeye ve yargılamaya cüret etmek terörizmin lügatinden beslenenlerin harcıdır. Aynı zamanda bühtandır, komplodur.” Bu açıklamanın içeriğindeki örtülü imaları bir kenara bıraksak ve sadece “komplo” savunmasını dikkate alsak bile, derin bir mantık boşluğu ortaya çıkıyor: Eğer bir komplo söz konusuysa, bu komplonun ilk ve en önemli ayağı, saldırıyı yapanlar değil midir? Dolayısıyla, saldırıya uğrayanları veya eleştirenleri suçlamaktan önce saldırganları işaret etmek gerekmez mi? Bahçeli ise bu konuya hiç girmeden hedef listeler yayınlamaya devam etmeyi tercih ediyor. Bırakalım öncelikle saldırıyı yapanları suçlamak, tam tersi MHP Genel Başkan Yardımcısı Semih Yalçın da, “hareketin talimat dinlemeyen delilerinden” bahsediyor. Bu da yetmiyor, bazı ülkü ocakları yöneticileri, açıkça adlarıyla sanlarıyla soruşturmayı yürüten savcıyı sosyal medyada tehdit ediyor, “komplonun” araştırılmasının durmasını istiyor.
İkinci söz, kendi yardımcısı silahlı sopalı saldırıya uğramış olan Gelecek Partisi Genel Başkanı Ahmet Davutoğlu’ndan. Davutoğlu çeşitli platformlarda yaptığı açıklamalarda, olayı siyasi terör olarak tarif ediyor ve mesajını da ağırlıklı olarak iktidarın AKP kanadına verme derdinde: “Erdoğan, şu an vesayet altında. 28 Şubat artıklarının vesayeti altında. Uyarıyorum, yakında Sayın Erdoğan da tasfiye edilecek. Sayın Erdoğan bir yol ayırımında. Cumhur İttifakı’yla seçim kazanması çok zor. Reformlar diyor. ‘Sakın reformlardan bahsetme, sen bizim esirimizsin’ diyorlar.” Davutoğlu, bu cümlenin önünde ve arkasında -değişmiş olduğunu söylese de- böyle bir tasfiye hamlesinde arkadaşı Erdoğan’ın yanında olacağını ifade ediyor. Yani Selçuk Özdağ’ı arayıp “Hayrola ne oldu, ne yapıyorsunuz, Ankara’da mısın?” gibi cümleler kuran Erdoğan’ı uyarıyor ve ona bir “kurtulma” kapısı açmaya çalışıyor. Hatta partisine yönelen saldırıları da, Erdoğan’a sundukları “vesayetten kurtulma” imkanından duyulan endişe ile gerekçelendiriyor. Bir süredir çok revaçta olan “Erdoğan’a kurtuluş yolu veya mecburi istikamet” gösterme gayretlerini daha somut bir içeriğe kavuşturuyor. Daha önce yapılmış “kandırıldık” açıklamalarının gerçek olduğuna inanmak/inandırmak istiyor ve daha önceki bütün ittifaklarında olduğu gibi yine Erdoğan’a merkezi bir rol öneriyor.
Üçüncü söz, henüz tam kurulmamış olan muhalefet ittifakı imkanını canlı tutmak için olağanüstü çaba gösteren CHP Genel Başkanı Kemal Kılıçdaroğlu’ndan. Kılıçdaroğlu, muhalif muhafazakar bazı isimlerle bir araya geldiği online bir toplantıda şöyle diyor: “Solcular kamu adına çalışır. Sağcılar kamu adına çalışmıyor mu? Solcular fakire yardım eder… Sağcılar fakire yardım etmiyor mu? Dolayısıyla bizim 18. yüzyıl kavramlarına hapsedilmiş bir siyasetle Türkiye'yi aydınlığa çıkarmamız mümkün değil. Yeni kavramlar üretmeliyiz.” Aynı toplantıda, popüler sağ saldırganlığının sembollerinden, Necip Fazıl Kısakürek’in de bir dönem CHP'nin Parti Meclisi üyesi olmasını kanıt olarak öne sürüyor. Bazen belirli bir hedefe odaklanmak ve kısmi sonuçlar alıyor intibaına kapılmak, çok kafa karıştırıcı olabiliyor. Sağcılık veya solculuğu, sarışın olmak, uzun boylu olmak filan gibi kendiliğinden kazanılmış bir kimlik etiketi gibi düşünmek, herhalde böyle bir karışıklığın ürünü. Hangi yüzyıldan kaldığı veya geçerli olup olmadığı bir yana, bunlar belirli tercihlerin etrafında oluşan politik pozisyonlar. Kendilerine sağcı diyenlere, sağcılık güzellemesi yaparsanız alacağınız cevap, “o zaman siz yanlış yerdesiniz” olur ve sizi sevmesi yerine kendisini haklı görmesi daha güçlü ihtimal. Bozkurt selamı verilerek, Necip Fazıl överek ikna edilecek kimdir?
Gerçekten çok acayip zamanlardan geçiyoruz. Yaşananlara odaklanmayı ve anlamayı zorlaştıran söz kalabalığında iyice kayboluyoruz. Yukarıda sıraladığım üç örnek, her gün birkaç tanesiyle listeye katılan Erdoğan dışındaki siyasi aktörlerden çıkan – ve birkaç güne sıkışan- “veciz” sözler. Bugün yaşananlardan hayrete düşenler, yakın ve uzak geçmişte yaşanmış hadiseler yokmuş gibi, şimdiki zamandan hikmet ve delil bulmaya çalışıyor. Eskiden MHP’li olanlara yönelen saldırılar tarihi bir dönemeç değil, Meclis bahçesinde kendi milletvekilini dövmeye kalkan, hareket içi şiddetten nasibini almamış –Bahçeli dahil- kimse bırakmayan bir miras. Çakıcı’nın dava arkadaşı olmasına şaşırabilmek için, Peker’in alacağını söylediği “kan duşuna” AKP’lilerin zamanında ne tepki verdiğinin, medeni ölüler yaratma işini üstlenmişlerin Erdoğan’dan aldığı talimat ve desteğin unutulmuş olması lazım. Yaratılan bu zeminin mağduru veya kurbanı sayarak Erdoğan’ı “çıkış kapısına” çağırmak, uyanıkça bir siyasi hamle olmaktan çok, onun şimdiye kadar geçtiği her kapıdan kişisel gücünü artırarak çıktığını unutmakla mümkün. 60’lı ve 70’li yılları CHP’liler için “hayat hakkı bulamayacakları” intikam çağrılarıyla geçiren ve hâkim (Sunni-Türk) kalabalığın dışındakilere sadece itaat vadeden Necip Fazıl’ın eski parti üyeliğini hatırlatmanın açacağı siyaset alanı, Erdoğan’ın açıklamaya hazırladığı “reform” paketinden daha geniş olmayacaktır.