Hobbes'a göre insanlar kendi rızalarıyla gücü Leviathan'a vermeden barış ve huzur içinde yaşamaları mümkün değildir. Aksi taktirde şiddet, çatışma, güvensizlik ve terör hüküm sürer.
2015 yazında, Suruç katliamını takip eden kasvetli günlerden birinde, hemen hepimiz kötü şeylerin olacağı, çok kötü şeylerin olmaya devam edeceği endişesini taşıyorduk. Nitekim öyle de oldu. Dışarıya çıkılamayacak kadar sıcak bir öğleden sonra, Andrey Zvyagintsev’in 2014 yapımı filmi Leviathan’ı izlediğimde, yönetmenin sıradan insanların giderek sınır tanımayan bir deniz canavarına dönüşebilen devlet iktidarı karşısında ne denli aciz olduğunu gösterme konusunda çok başarılı ama bir o kadar da kasvetli bir film yaptığını düşünmüştüm. Barents Denizi’nin kıyısında küçük bir kasabada yaşayan Nikolay’ın, arazisine göz diken belediye başkanının kimliğinde temsil bulan devlet iktidarı karşısında sıradan, küçük hayatının yerle bir oluşunu anlatıyordu film. Zvyagintsev’in filmine adına veren ve Nikolay’ın sıradan hayatını mahveden Leviathan, Thomas Hobbes’un 1651 yılında yazdığı Leviathan adlı eserinde değindiği “egemen”in, bugünkü tanımıyla merkezi devlet iktidarının ta kendisiydi.
Hobbes’a göre, Tevrat’ta ve İncil’de geçen Leviathan (kötülüğü temsil eden kocaman bir deniz canavarı) kadar güçlü ve adeta bir ölümlü tanrı olan egemenin ona bu gücü kendi elleriyle ve rızalarıyla veren insanlar üzerindeki sınırsız iktidarı olmaksızın toplumun barış ve huzur içinde yaşaması mümkün değildi. Oysa bir kez insanlar yaşamları üzerinde söz hakkı da dâhil olmak üzere tüm güçlerini egemene (Hobbes bunun bir kuruldan çok tek bir kişide bulunmasını tercih ediyordu) teslim ettiklerinde, iktidarını onlardan alan, ancak onlar adına kullanmakla yükümlü olmayan, yani gerçekte halkla değil, devletle özdeşleşmiş olan kral, ölümlü tanrı, barışı yeniden tesis edebilecek, insanlığı yalnızca ve yalnızca savaşın hâkim olduğu doğa durumundan kurtaracaktı.
Leviathan’ın 1651 baskısının kapağında gövdesi birçok insandan oluşan dev bir insan olan ölümlü tanrı resmedilir.
Hobbes, egemenin mutlak iktidarını barışı tesis etmenin zorunlu koşulu olarak görüyordu. Yalnızca güçlü bir kral, doğası gereği her şeyin en iyisini kendine isteyen ve Latince homo hominu lupus (insan insanın kurdudur) sözleriyle tanımladığı insanı çatışmadan kurtarabilir, güvenliği yeniden tesis edebilirdi. Aksi taktirde şiddet, çatışma, güvensizlik ve terör hüküm sürecekti. Ancak bunun için, kralın egemenliğinin kendi yaptığı yasalar dâhil hiçbir güç tarafından sınırlanmaması gerekiyordu. Dilediği her şeyi yapabilmeli, dilediği her şeye sahip olabilmeliydi. Zira kral, mutlak iktidarı sayesinde dilediği her şeye ve sınırsız güce sahip olduğu için sadece kendi iyiliğini düşünen sıradan insanlar gibi davranmayacak, herkesin iyiliğine hareket edecekti. Dolayısıyla yasaları koyacak, uygulayacak, ancak kendisi bu yasaların dışında kalacaktı. Egemeni sınırlayacak başka herhangi bir güç yoktu; erki sınırsız ve sorumsuzdu. Böylesine güç sahibi olan kral, elbette gerekli gördüğünde güç ve zor kullanmakta da özgürdü.
Sonuçta Leviathan’ın iradesi karşısında, sıradan insanların hayatları birer teferruattan ibaretti. Başka bir deyişle, devlet erkini tek başında elinde bulunduran kral onların canlarını alabilir, mallarına el koyabilir, özgürlüklerini kısıtlayabilirdi. Üstelik hakları sadece bunlarla da sınırlı değildi. O, “hangi görüş ve düşüncelerin barışa aykırı ve hangilerinin uygun olduğuna; dolayısıyla kimlerin halk topluluklarının karşısında, hangi durumlarda ve nereye kadar konuşmalarına izin verilebileceğine ve bütün kitaplardaki düşünceleri, yayımlanmalarından önce kimin inceleyeceğine karar verme” hakkına da sahipti. “Barışın sağlanması amacıyla yalnızca egemen düşünmeli ve toplumda geçerli olan kanıları belirlemeli”ydi. … “Bütün toplum tek bir beden gibi egemenin düşüncelerini benimsemeli ve bu düşünceler doğrultusunda olayları yargılayıp değerlendirmeli”ydi (1).
Şimdi bana “Hobbes’un üzerinden çok sular aktı. Mutlak monarşiler çoktan yıkıldı” diyebilirsiniz: Locke’tan bu yana egemenin iktidarını can ve mal güvenliği anlamına gelen mülkiyet hakkı başta olmak üzere temel haklarla sınırlandıran, Rousseau’dan bu yana egemenliğin ancak halk tarafından kullanıldığında meşru olabileceğini söyleyen düşünceler hem teoride hem pratikte geniş bir karşılık buldu. Yirminci yüzyılın ortalarına kadar süren temel haklar mücadelesinin, devlet iktidarının sınırlandırılması için yürütülen mücadelelerin, demokrasi mücadelesinin elde ettiği onca kazanım ortadayken Leviathan’dan söz etmek niye?
Hobbes’un siyaset teorisinde bir çığır açacak şekilde mutlak güçle donattığı devlet iktidarı, kendini bu iktidarın yegâne temsilcisi, bir kişide beden bulmuş hali olarak gören modern krallar açısından bugün hâlâ aynı mantıkla işliyor. Ne yazık ki bugün hâlâ özgürlüğümüz, yaşam hakkımız, seyahat hakkımız, eğitim hakkımız elimizden her alındığında, neyi söyleyip neyi söyleyemeyeceğimize hatta neyi düşünüp neyi düşünemeyeceğimize bizim adımıza karar verildiğinde, her seferinde bize “söz konusu vatan olduğunda gerisinin teferruat olduğu” söyleniveriyor.
Üzerinde yaşayan bizler olmaksızın, bizlerin dirliği olmaksızın boş bir toprak parçasından ibaret olacak vatan söz konusu olduğunda, “gerisi” dedikleri bizlerin küçük, sıradan, biricik, değerli hayatları… Bir ‘yanlışlık’ sonucu bizim ya da evlatlarımızın canı alındığında, özgürlüğümüz kısıtlandığında, işimizden edildiğimizde, kolayca “kurunun yanında yaş da yandı” denilebiliyor. Ya da “OHAL’den hiç kimse zarar görmemiştir” denirken, KHK’larla işlerinden olan binlerce insan, OHAL düzeninde haksız yere tutuklanan yüzü aşkın gazeteci, onlarca siyasetçi, hak savunucuları, hayatları alt üst olan on binler, ‘hiçkimselik’ mertebesinde insanlıktan çıkarılıyor. Kaç çocuk doğuracağımızdan nasıl doğuracağımıza, yurt dışına çıkıp çıkmayacağımızdan çocuklarımızın hangi sınavlara gireceğine, kentlerimizin nasıl inşa edilip nasıl ve kimler tarafından yönetileceğine, gazetelerimizde hangi haberlerin yayınlanabileceğine, kimlerin bize dost kimlerin düşman olduğuna, hangilerimizin terörist ya da vatan haini olduğuna, üstelik hangimizin hayatının teferruat sayılabileceği, hangimizin bu vatanın ‘özde’, hangimizin ise ‘sözde’ vatandaşları olduğuna hâlâ her şeye muktedir olduğunu sanan Leviathan karar veriyor.
Ne var ki, köprünün altından gerçekten çok sular aktı. Monarşilerin çağı çoktan kapandı. Demokrasi, milyonlarca insan için basit bir araç, durağa varmak için binilecek bir tren değil, bir varoluş, bir yaşama biçimi. Bizi insan yapan şey, asla bir teferruat olmayan kendi değerli hayatlarımız üzerinde söz söyleme özgürlüğümüz.
1 Leviathan’dan aktaran Mehmet Ali Ağaoğulları, Kral-Devlet ya da Ölümlü Tanrı, İmge Kitabevi Yayınları, 3. Baskı, 2004, s. 239