İtalyan şair ve çevirmen Cesare Pavese’nin sanat, edebiyat, tragedya, komedya, acı, ıstırap, vicdan, merhamet, olgunluk, çocukluk ve elbette en büyük derdi aşk üzerine müthiş gözlemlerle dolu günlüğü Yaşama Uğraşı ne güzel kitaptı! Çok etkilenmiştim, okuyalı çok uzun zaman oldu ama üzerimdeki etkisi bugün bile devam eder, hem de şu sözlerle bitmesine rağmen: “Tiksiniyorum bütün bunlardan. Sözler değil. Eylem. Artık yazmayacağım.” Aslında “rağmen” demek yanlış, tam da böyle, yani adeta bir şiirin bitiş dizeleri gibi insanın aklına mıh gibi kazınan sözlerle sona erdiği için aklımda ve ruhumda kalıcı bir etki yaratmış olsa gerek.
Ama bu sözler aklıma sadece, intihar fikriyle zaten bir zamandır büyülenen, yaşama arzusunun en coşkulu anlarını sürdüğü sıralarda bu coşkuyu her fırsatta körelten aileden, toplumdan, hatta insanlıktan intikamını almak için kendine uzun uzun dramatik ölümler tasarlayan ergenlerden biri olduğum için kazınmış değildi. Yazarın oradaki irade beyanını gerçekleştirmiş olduğunu, 18 Ağustos 1950’de bu sözleri yazdıktan sonra 26 Ağustos’da intihar ettiğini kitabın başındaki önsözden öğrendiğim için bu tutarlılık ve samimiyet sadece Kirilov gibi roman kahramanlarında bulunmuyormuş, hayatta da “sözler”in, inandığı fikirlerin insanı bir noktada “eylem”e götürmesi gerekiyormuş, götürmüyorsa o sözleri, fikirleri bir yana bırakmak gerekirmiş gibi çıkarımlar yapmıştım. Bir süre sonra “intihar” fikrini ve bahsini zihnimden ve hayatımdan çıkarmamda bu çıkarımların da bir payı oldu sanırım.
“Umutsuzluğun Doruklarında”n “Çürümenin Kitabı”nı yazıp kendine “Ezeli Mağlup” diyen, hatta bu son kitaptaki söyleşilerden birinde “tam da intihar fikri sayesinde hayatta kaldığını” söyleyebilen Cioran gibi isimler ise, ta o zamanlardan beri bu söz-eylem birliğine militanca inandığımdan, tahammülfersa geldi bana hep. İtiraf edeyim ki hiçbirini baştan sona okuyamayacak kadar bünyevi, adeta bedensel bir iticilik hissetmişimdir Cioran’ın metinleri karşısında; sizi sevmediğiniz müziklerin çalındığı ortamlardan bir an önce kaçmaya zorlayan kuvvete çok benzer bir his. Bahsettiğim o söyleşiyi yapan Alman denemeci Raddatz, şu soruyu benim gibiler adına da sormuş kendisine: “İnsanın ve tarihin bu kadar iç karartıcı sunuluşu karşısında, içimden size şunu sormak geliyor: Peki niçin yayımlıyorsunuz? Ne yapmak için? Kim için?” (Bu arada belirtmek gerek: İntihar fikri Cioran’daki şifa verici etkisini onu 80’li yaşlarında alzheimer olana kadar yaşatmak şeklinde göstermiş, söyleşiyi yapan Raddatz ise 83 yaşında “bu kadar yeter” diyerek intihar etmiş). Fason-nihilist Cioran buna haklısınız, ben de tasvir ettiğim şeyin örneğiyim, çelişkilerle doluyum gibi mırıltılarla cevap verebilmiş. Cioran’ın yaptığı bana basbayağı ümitsizlik ticareti gibi geliyor doğrusu (Cioran’la ilgili olarak gerçekten merak edip akıl sır erdiremediğim tek şey, Beckett ve Celan’ın ona nasıl tahammül edebildikleri).
Tam bu noktada Adorno’nun neredeyse darbımesel hükmüne giren sözünü hatırlatıp, “karanlıktan yakınana karanlık simsarı damgası” vuruyorsun diyenler olabilir. Cioran’ın yardımına Adorno’yla koşmak pek olacak şey değil ya (Adorno’nun nefret edeceği her şey var bence bu zatta, hem karanlıktan yakındığı da yok, kaçınılmazlığını ballandırıyor sadece!), hadi öyle düşünelim. Hatırlayalım: Minima Moralia’da “Abartmayın!” başlıklı fragmanda geçer bu laf. Bu “karanlık simsarı” sıfatı modern kapitalizmin ve onun hizmetindeki araçsal aklın yarattığı sahiden karanlık tabloyu, Auschwitz gibi bir dehşetin yaşanabildiği dünyayı bütün hakikatiyle serimlemek , anlamak ve çözümlemek isteyen kendisi gibi düşünürlere yakıştırılıyordu. Kimlerdi peki bu yakıştırmayı yapanlar? “Dehşet zaten yeni bir şey mi ki Yahudiler gibi yazgıları tarihin büyük dinamiği açısından hiç önemli olmayan bir grubun başına gelenlere ayrıcalık tanınsın, abartmayın!” diyenler. Yani aslında dehşeti bu denli kanıksamışlıklarıyla, dehşetin hep aynı kalan bir şey, yani neredeyse ontolojikleştirilmiş bir tarihsel unsur filan olmak şöyle dursun, arttıkça artabilen, dipsiz bir şey olduğunu inkâr etmeleriyle epeyce Cioran’ı andıran bazı solcularla polemiğe giriyor ve onları kendi savundukları politikanın anlamını da “tersyüz etmekle” suçluyordu Adorno: “Nihai yıkımı önlemek değil miydi bu politikanın anlamı?” diye soruyordu. Adorno’yu insanlığa dair hep karamsar tespitler yapmakla itham eden, tam bir çıkışsızlık, ümitsizlik, total bir manipülasyonun pençesi altında elinde hiçbir faillik imkânı, herhangi bir şeyi değiştirme gücü kalmayan bir insanlık tablosu çizmekle suçlayan farklı farklı sol çevrelerin gözden kaçırdığı umut momenti budur işte Adorno’daki: “Nihai yıkımın önlenebileceğini” ummaktadır. Bütün o kasvetli, iç karartıcı tespitleri yaptığı koca koca ciltleri bu çok çelimsiz, çok cılız, çok silik görünen ama hakikatliliğine inandığı, ne kadar küçük olursa olsun yine de ihtimal dahilinde olduğunu bildiği bu umut uğruna, has (yani boş umut tacirliği de yapmayan, etraftaki karanlığı sahte ışıklarla görünmezleştirmeye çalışmayan) sanat ve edebiyat eserlerinin, mesela Beckett’in, Kafka’nın metinlerinin içinde yanıp sönen mutluluk vaadinin -ilk Stendhal’in formülleştirdiği promesse du bonheur’ün- şahitlik ettiği bu umut sayesinde yazmıştır: Nihai yıkım durdurulabilir!
Bu kadar cılız bir umut, umutsuzlukla aynı şey gibi gelmiş olabilir birçok kuşağa. Ben de Adorno’yu çok sevmeme rağmen hemen hemen bu hissiyat içindeydim. Ama tarihin öyle distopik bir aşamasına gelmişiz ki artık “nihai yıkımın durdurulabileceğine” inanmak bile safdil umutlar beslemek olarak görülebiliyor kendine Marksist diyen epey kişinin bile dahil olduğu geniş bir kesim tarafından. “Corona sonrasında” dünya kapitalizminin içine girmesi mukadder büyük kriz sonunda, “doğru siyasi müdahalelerde bulunulabilirse” gibi şerhleri de mutlaka koyarak, insanlığın ufkunda komünizmin ciddi bir seçenek olarak tekrar belirebileceğinden dem vuran Zizek, Badiou, Nancy, Davis, Harvey vb. gibi birçok düşünüre verilen o sinik gülme -çoğunlukla bıyıkaltından, bazen de alenen gülme- tepkisinden de görmek mümkün bunu. Felaket ortamında komünizm imkânı konusunda ben de hasbelkader mütevazı bir -hatta geçen yılın son gününde yazdığım yazı da dahil edilirse iki- yazı karalama gafletinde bulunduğum için kendimden de biliyorum. Ciddi sayıda insan çeşitli mecralardan benim kadar umutlu olmadıklarını beyan etti. Halbuki son tahlilde “nihai yıkım kapımızda ama bunu durdurmak da mümkün!” diyordum topu topu, kendi şerhlerimi de koyarak. Bu şerhlere itiraz edilseydi, hayır insanları yanlış yönlendiriyorsun, asıl şunlar olursa bir ihtimal doğabilir denseydi memnuniyetle dinlerdim, tartışırdık, öğrenirdim. Ama böyle bir ihtimal yok, yine kapitalizm işini bilir ve kazanır ya da Çin’deki gibi totaliter gözetlemeci devlet yapıları her yerde yaygınlaşır diye kestirip atılınca diyecek hiçbir şey bulamıyorum. Böyle bir ihtimal yoksa, hiç olmayacaksa, olması neredeyse eşyanın tabiatına aykırıysa ne konuşuyoruz ki o zaman, kendimize neden sola ait politik sıfatlar yakıştırıyoruz?
Aslında burada bir tartışma veya düşünme çabası yok; aksine boş hayallere kapılmama adına hayalgücünü sıfır derecesinde tutma gayretkeşliğinin, kül yutmama görüntüsü vermenin adı “gerçekçilik” konuyormuş gibi geliyor bana. Geleceğe dair tek konuşabileceğimiz şey bir distopya manzarası çizmek midir? Zaten çok uzun zamandır distopyanın tam ortasında değil miyiz, “sosyal devlet” vaadini çoktan terk etmiş, milyonlarca insana alenen gereksiz muamelesi yapan neoliberal kapitalizmin dünyanın her yerine sirayet etmesinden daha korkunç distopya mı var? Sadece Çin değil, bütün devletler yeni teknolojileri zaten çoktandır hepimizi takip etmekte gayet aktif bir biçimde kullanmıyorlar mı? Şu salgından önce özgürlüğümüzden geriye (tüketme “özgürlüğü”nden başka) ne kalmıştı ki karantinanın devletlerin/kapitalistlerin eline yeni kozlar verebileceğinden söz edelim? Hele bu memlekette 12 Eylül’den beri grev hakkının içi tamamen boşaltılıp sendikaların dişi sökülmedi mi, işçiden artık kendisine iş ve biraz da para verdiği için patronuna şükretmesi, gerekirse ses çıkarmadan ölmesi istenir hale gelinmedi mi? Ülkenin bütün kaynakları, güzelim doğasının her köşesi bu kadar arsızca, bağıra bağıra talan edilmiyor mu, bütün kamu ihaleleri 10-15 şirkete verilip karşılığında karanlık vakıflar (devletin yeni ideolojik aygıtları) bu şirketlere finanse ettirilmiyor mu? Sokaklar bizim olmaktan Gezi’den beri çıkmadı mı? Sokakta protesto imkânı aşama aşama elimizden alınırken bir şeyler yapmayı deneyebildik mi? İktidar Suriye’de, Libya’da kendine bağlı paramiliter güçler oluşturup onlara maaş ödemiyor mu, bunları gerektiğinde içeride istihdam etmeyi deneyeceğinden şüphesi olan var mı? Ortada hukukun zerresi kalmadığı için yüzlerce insan keyfi olarak tutuklanmadı mı, senelerdir hapislerde çürümüyorlar mı; her muhalif her an aynı duruma düşebileceğini bilmiyor mu? Şu son bir-iki ay içinde gözümüzün içine baka baka mafya liderleriyle birlikte katilleri, hırsız uğursuzları salarlarken siyasal tutuklular içeride tutulmadı mı? İşçiler üzerinde açıkça sürü bağışıklığı stratejisi uygulanmıyor mu? Açlık grevi ölüm oruçlarına dönüştü, iki gencecik insanı kaybettik, kamuoyu vicdanının sızladığını söyleyebilecek olan var mı? Ölü bedenlere zulmetme konusunda akla hayale gelmedik stratejiler geliştirilmedi mi şu son yıllarda? Bir insanın cenazesi ailesine ödemeli kargoyla gönderilebildi bu topraklarda, kötülüğün bu kadarını hayal edebilir miydiniz? Dehşetin dibinin olmadığını, rutin olarak derinleştikçe derinleştiğini görmek için Adorno okunmasına gerek yok, bu ülkede azıcık devletdışı perspektife kayabilen herkes gayet net görebiliyor bunu. Corona’dan sonra bir distopya geleceğinden -hele ki bu ülkede- nasıl korkulabildiğini gerçekten anlamakta zorluk çekiyorum.
Bütün bu tablonun korkunçluğu yetmezmiş gibi salgının hemen ardından işsizler ordusuna milyonlarca insanın katılacağı, daha da ötesi gıda kıtlığı konusunda ciddi tehlikeler yaşanabileceği açık. Aslında küresel iklim bozukluğunun bütünüyle gemi azıya alması durumunda bunların hepsini çok daha şiddetli yaşayacaktık ama ortaya çıkacak can pazarında bunlara insanca, kolektif çözümler bulmayı başarmamız mümkün olmayabilirdi. Salgın hem üretim makinesini küresel olarak sekteye uğratarak bozulmayı bir süre ertelemeyi sağlamış, hem de bize aklımızı başımıza alıp çare üretmemiz, bu yıkımı durdurmamız için çok güçlü bir uyarı vermiş oldu. Bu uyarıya kulak vermek, artık safdil, naif, enayi gibi görünmeyelim diye hayalgücümüze koyduğumuz ketlemeleri bütünüyle kaldırıp bütün bu acil meselelerde pratiğe yönelik fikir ve hayal geliştirmek, söz değil eylem üretmek, mücadele olan/olması gereken her yerde, sömürü ve tahakküm mağduru herkesle fiziksel olarak da, bedenlerimizle de yan yana durmak artık bir hayat-memat meselesidir. O çok korktuğumuz devletlerle kapitalizmin bir salgın eylem planı bile hazırlayıp kendi çıkarlarını korumaktan aciz oldukları ortaya çıktı; ne kadar isterlerse istesinler, dünyayı devasa bir panoptikona çevirmelerine ramak kalmış olsun olmasın biz buna uslu uslu razı olmadığımız müddetçe, hayatlarımızın bütününü kontrol edemiyorlar, etmeleri mümkün değil.
“Ört ki ölem” demek için yazı yazmaya ve analiz yapmaya gerek yok. Özellikle daha akademik anlamda Marksist kesimlerde, öncelikle siyasi müdahalede bulunmak gereken acil durumlarda bile analize dalıp oradan kapitalizmin/devletlerin nasıl da bütün planlarımızı öngörüp boşa çıkarabilecek kadirimutlak bir tahakküm mekanizması olduğuna varan çıkarımlarda bulunma eğilimi geçen yüzyılın sonlarından beri epey yaygınlaştı (Said “Marksizmin akademikleşmesi”nden yakınmıştı hep). Bunun minör bir örneği olarak Tophane’de sanatçılara düzenlenen saldırıya politik tepki verilmesi gerekirken mutenalaştırma analizi yapmaya öncelik verilmesini konu alan bir yazı yazmıştım tam 10 yıl önce. Şimdi de benzer eğilimler depreşiyor; halbuki artık önceliği tahlil telaşına değil, alternatif dayanışma ağlarıyla birbirimize kuvvet verip hiç de yenilmez armada filan olmadığı gibi aksine dizleri epeyce titremekte olan ama çok fazla can yakma kudretine hala sahip olan sermaye-devlet blokunda gedikler açacak ofansif eylemlilikler planlamaya vermek gerek.
Bu yapılmadığı, yapılamadığı takdirde kehanetin kendi kendini gerçekleştirmesine, epeydir içinde bulunduğumuz faşizm ikliminin daha da koyulaşmasına giden yolu açmış oluruz. Bunun sonunda da “nihai yıkım” olacağı açık. Buna önlemek için elden gelen her şeyi yapmak sadece “umut” meselesi değil, “haysiyet” meselesi de. Kazanacağımızdan emin olarak girebileceğimiz bir savaş değil bu, kaybetme olasılığı çok yüksek, görüyoruz, herkes görüyor, kimse o kadar “safdil” değil. Çünkü insanın ne kadar alçaklaşabildiğini, güce nasıl boyun eğip yaltaklanabildiğini dolaysız tecrübelerimizle hepimiz biliyoruz, karanlık, tahakküm, cehalet ve sefalete erişim çok kolay, hemen yanıbaşımızda. Ama aynı sefil yaratığın uygun koşullar sağlandığında bilimde, sanatta, düşüncede ne kadar baş döndürücü yükseklere çıkabildiğini de biliyoruz. Kasvet üstüne kasvet yaşarken unutabiliyor insan, ama kendi kendimize hep hatırlatmamız gerek: Biz solcular aynı yaratıcılığı toplumsal hayatımızı düzenlemekte de gösterebilmemizin gayet mümkün olduğuna inandığımız için, zarımızı bundan yana attığımız için, hayat ancak bunun mücadelesini verdiğimiz zaman anlamlı ve değerli olabilir diye düşündüğümüz için solcuyuz.
Onun için Pavese’nin o sözleri bugün artık başka bir tınıyla, insanca yaşamak için geri kalan son güçlerimizi toplayıp harekete geçme çağrısı olarak söylenmeli: “Tiksiniyorum bütün bunlardan. Sözler değil. Eylem!”