Sözleşme, şiddet, kötülük…

Bu kararın sonuçları itibariyle sorunu daha da derinleştireceği açık. İktidarın Sözleşme'den çıkmakla yetinmeyeceği, şiddete karşı koruma sağlayan diğer hukuki düzenlemeleri de askıya alabileceği de görülüyor. Ailenin korunması odaklı yeni bir Sözleşme hazırlığı içinde olduklarını ilan ettiler bile. Her şey istedikleri gibi olursa pek çok kadın okula gidemeyecek, çalışamayacak, politik bir söz söyleme cesaretini kendinde bulamayacak... Yok sayılmaya razı olmamız istenecek.

Nur Betül Çelik nbcelik@gazeteduvar.com.tr

Beş gün önce yayınlandığı gecenin karanlığını üstümüze kalın bir perde gibi çeken, hukuken “yok hükmünde” bir Cumhurbaşkanlığı Kararı ile Türkiye İstanbul Sözleşmesi'nden çekildi. O günden itibaren bu ülkenin bütün kadınları artık şiddet kurbanıdır.

Karar, kamusal alanı yıkarak toplumu geniş bir aileye dönüştürmeyi hedefleyen, yurdu eve özdeş sayarak dokunulmaz mahrem ilişkilerin alanına indirgeyen bir zihniyetin ürünü. Tıpkı çekirdek ailenin mekânı ev gibi, ev olarak yurt da kamusallığın değil “özel”, “mahrem” ilişkilerin alanı haline geldiğinde dokunulmazlık zırhına sokulmuş olur. İçindekilere dokunan, onları öldüren şiddeti önlemek gibi bir gerekçe bile hiç kimseye bu zırhı delme gücünü veremez. Zaten yurt ev olunca her köşesinde kol kıranların kırdıkları kolların yen içine gizlenmesi için de artık bir gerekçe kalmaz. Herkesin bildiği, herkesin ortak olduğu, ama yine herkesin kurbanı olduğu şiddet… Çıplak, totaliter şiddet… Hepimizi suç ortağı kılan şiddet… Alınan karar işte bu nedenle bizatihi bir şiddet edimidir. Herkesi aynı suçun ortağı kılma girişimidir. Yalnızca hukuka aykırılığıyla değil bu nedenle de reddedilmelidir.

Bütün kamusal alanın bu şekilde çökertilmesi, özel alanın da çökmesi demektir. Tersine işleyen bir totaliterlik gibi… Haklarıyla değil büyük aile içindeki rolü çerçevesinde var olabilen bireyi koruyan kamusal araçlar yoktur artık. Ailede reis olduğunu sananın reisliği de vekaletendir. Ev sandığı yeri koruyan duvarlar yoktur, ailesini bir başka reisin hükmüne terk etmiştir. Kendisi de onun vekili olarak temsili bir otoriteye sahip olabilir. Birbirine benzeyen evlerde, birbirinin kopyası “aileler”, o tek reisin hükmüyle yer içer, ürerler. Reisin onayıyla şiddet artık çıplaktır. Kadınlar okumasa da olur; kadınlar çalışmamalıdır; kadınlar dövülebilir; kadınlara sövülebilir, kadınlar öldürülebilir. Bin kat örtünün altına gizlesen ne çare, kadının bedeni orta malı olmuştur çoktan. Ne yapsan bedenin mahremiyetini inşa edemezsin artık. Çocuklar çocuk değildir. Bedenleri kendilerinin değildir. Masumiyet doğmadan yitirilmiştir.

Gelenek diye diye, “özgürlük”, “eşitlik”, “adalet” gibi evrensel değerleri hiçe sayan, insan onurunu ev içini aileye özge kılmakla meşrulaştırdığı şiddete feda eden bu zihniyet, birkaç satırlık bir kararla her birimizi bir çırpıda cinsiyet temelli ayrımcılığın, dolayısıyla şiddetin en beterini deneyimleme noktasında birleştirmiş oldu. Cinsel kimliklerimizi, yönelimlerimizi dayatılmış bir çerçeveye sıkıştıran, bu çerçevenin dışına çıkanın yaşam hakkına kastedilmesine göz yumulabileceğini gizlemeden yekten ilan eden bir edimdir bu. Bu edimle “ailenin içinde yaşanabilecek tartışmalar” kılıfıyla ev içinde kadınların, çocukların maruz kaldığı şiddeti topyekun “haklılaştıran” örgütlü nefret, “sapkınlık”, “gelenek”, “değerler” bahanesiyle LGBTQİ+ bireyleri kendilerine yönelik her tür şiddete karşı Sözleşme'nin sağladığı korumadan mahrum bırakmış oluyor. Şiddetten 'meşreb'e uygun koruma sağlanacakmış, bundan kimsenin kuşku duymaması gerekirmiş. Buna inanmamız bekleniyor. Fakat aslında bunun hiçbir anlamının olmadığını herkesin bildiği yerde, bu yalana ancak inanmış gibi yapılır. Üstelik şiddet, dosdoğru iktidar eliyle yaratılıp devletin aygıtlarıyla meşru kılınınca… Sözleşmeden çıkılma kararıyla kadına yönelen şiddetin, LGBTQİ+ bireylere karşı nefretin nasıl cesaret bulduğu örnekleriyle ortadayken…

Her birimiz kendi kişisel hayatlarımızda, yurt bildiğimiz ülkenin kazanmak için yıllardır mücadele ettiğimiz sokaklarında tekinsiz “nesnelere” dönüşmüştük çoktandır. O sokaklarda, gülüşlerimizden gebe bedenlerimize, doğurduklarımızdan doğur(may)acaklarımıza, giyindiklerimizden giyinmeyi reddettiklerimize, yasımızdan eğlencemize, sözümüzden dilimize, aşklarımızdan cinselliğimize, tercihlerimizden yönelimlerimize her şeyimizi diline dolayan kesif bir nefretle tacize uğratıldık, yetmedi öldürüldük. Sokaklarda, evlerde kıyıma uğradık. Çocuktuk, gençtik, orta yaşlıydık; fark etmedi öldük. Gelinen noktada bir cinskırımla karşı karşıyayız. Şimdi ise bu kararın sonuçları itibariyle sorunu daha da derinleştireceği açık. İktidarın Sözleşme'den çıkmakla yetinmeyeceği, bu hamlenin ardından şiddete karşı koruma sağlayan diğer hukuki düzenlemeleri de askıya alabileceği de görülüyor. Ailenin korunması odaklı yeni bir Sözleşme hazırlığı içinde olduklarını ilan ettiler bile. Her şey istedikleri gibi olursa pek çok kadın okula gidemeyecek, çalışamayacak, politik bir söz söyleme cesaretini kendinde bulamayacak. Bedeninin başkalarının namusu sayılmasına direnemeyecek. Çocuk yaşta evlenmek zorunda kalacak. En yakınlarından gelen cinsel istismarı dillendiremeyecek. Yok sayılmaya razı olmamız istenecek. Nefretin, şiddetin, istismarın ödüllendirdiği bir toplumda yaşamamız istenecek. Sadece nefes almak yaşamak sayılabilirse tabii…

Yeni durumda kadın-erkek hepimiz önce nefrete, sonra şiddete, en sonunda da ölüme mahkum edilmiş olduk. Biz bu kötülüğü çok iyi tanıyoruz. Dünyanın her yerinde benzeri gerekçelerle örgütlenen bu nefretin faillerini, onların taktiklerini, stratejilerini, ardına sığındıkları ideolojik gerekçeleri çok iyi biliyoruz. Bu nedenle İstanbul Sözleşmesi'nden vazgeçmiyoruz! Sonuna kadar, dayanışmayla Sözleşme'yi savunmaya devam edeceğiz!

 
 
Tüm yazılarını göster