Cumhurbaşkanlığına aday olunca Muharrem İnce, pek çoklarınca “öyle aman aman bir numarası yok” diye eleştirildiydi. Gerçekten ne dediydi, ne kaldı aklınızda? Meclis kürsüsünden hangi milletvekiline söylediği belli olmayan (önemli de değil zaten) “bir sus be Allah’ın belası adam, bir sus be!” isyanı. Bir de ilkinden, sonuncusuna, her mitingde defalarca dinletilen manzum konuşması: “Yuvasını bozduğun kuşun ahı var…” -filan, hatırladınız eminim. “Burada ne var, program mı var, vizyon mu var” diye sorulabilir. Ama şu da sorulabilir: “Bu kadarı dahi yetmediydi mi?” Bence yettiydi, gayet iyi geldiydi. O plasebo etkisi bile artık kalmadı.
Ya Demirtaş deyince akla gelen ilk cümle hangisi? Herhalde yanıt basit ve ortak: “Seni başkan yaptırmayacağız.” Hatta sonunda ünlem işareti dahi yok. Zira, Demirtaş bunu yine meclis kürsüsünden ama bağırmadan söylediydi. Hani şu mevcut tek adam-tek parti rejiminde mahalle kahvesine döndürülen mecliste. Geçen gün sorduydum, “önceki dönemin çakmak bakışlı, çatık kaşlı elemanları Efgan Ala, Yalçın Akdoğan ve sair saz arkadaşları nerededirler acep?” diye. Bir arkadaşımdan yanıt gecikmedi: Meğer Sayın Ala milletvekiliymiş, TBMM heyetiyle başkanlık rejimlerini yerinde incelemek üzere Latin Amerika turnesine çıkıyorlarmış. Kongre eğleniyor tevekkeli.
Bu girizgahı neden yaptım? Epeydir, dillere pelesenk “sözün bittiği yerdeyiz” de ondan. Yoksa konu var, mebzul miktarda hem: G-20, Kaşıkçı, Suriye, Irak, Irak Kürdistanı (IKB), İran yaptırımları, Rusya ile ilişkiler, AB ve AİHM, Kıbrıs, Sarı Yelekler, Brexit… Al kalemi eline, yaz babam yaz. Yahut “at kadehi elinden, bin parçaya bölünsün.” Nesini, nasıl yorumlamalı, açıklamalı? Musa Özuğurlu yazdı işte, Erdoğan G-20’ye gitti, Muhammet Bin Selman’a cihan pehlivanlarının huzurunda “van minut” demedi, onun yerine dönüş yolunda gazetecilere dert yanmakla yetindi. Bitmedi, “Gezi’nin dış ayağı Soros, iç ayağı Kavala” dedi. Münbiç’e, Fırat’ın Doğusu’na “ha girdik, ha giriyoruz” diyor. FSEN teorisi vardı, şimdi faizler yüzde 25’e yakınladı.
Tut kelin perçeminden. Adalet Bakanı Gül çıktı, “kum saati” uygulaması başlayacakmış mahkemelerde, onun müjdesini verdi. E, Kavala’nın bir yılı geçti, daha iddianamesi yok. Fransa’da Sarı Yelekler hareketi tüm ülkeyi sardı, Paris’in ana caddesi Şanzelize’ye, Zafer Takı’na dek vardı, Macron kafasına yumurta yedi, yine hükümet “kapımız açık” diyor, düzenli yinelenen gösterilerin sürmesine izin veriliyor, 42 maddelik talepler listesini alıyor, devlet televizyonları olaylar hakkında özel yayınlar yapıyor. Bizimkilere sorsanız, işin gırgırındalar. Hani derler ya havsalaları almıyor, zira çapları kifayet etmiyor. Suriye’de dörtlü İstanbul Zirvesi diplomatik başarı denildi, ben de dedim, şimdi Erdoğan öneri kabilinden Buenos Aires’te görüştüğü Putin’e “çok kısa da olsa” yineleyelim demiş. Nasıl olacak?
İşler böyle olunca benim aklıma filmlerde gördüğümüz, kahramanımızın bayılıp, gözünü açtığı bembeyaz ışıklı, duvarları yastıklı tecrit odası geliyor. Kahramanımız dizlerini karnına çekip, boş bakışlar ve kızarık gözlerle, devlet tiyatrolarından öğrendiği metodla akıl yitirme rolü keser ya, o sahne. Ama tam aksine bu günlerde, şairin “ölüm asude bahar ülkesidir bir rinde” dizesindeki pastoral mutluluk tablosu gibi düşüyor aklıma o bembeyaz tecrit hücresi. Biliyorum, oturulan koltuktan ahkam kesmek kolay. Hapishane deneyimi olanlar, insan hakları avukatları da, mümkünse yalnız kalmamayı öğütlerler hep içeride. Benimki bir huzur metaforu. İnsan ılık popolu liboş olmayagörsün…
Sözün bittiği yer, o çorak belde. Sözün bittiği yerde, tek kişinin biteviye bağırışı, azarları çınlıyor. Bitmeyen bir uğultu bu. Sözün bittiği yerde, eylem de başlamıyor. Bir apati, biraz daha lügat parçalarsak bir “anhedonia” hali. Boynuz boynuza duruşuyoruz işte öyle arada gözlerimizi kırpıştırarak. “Biz de burada durup sizi rahatsız etmeye devam edeceğiz” tek tesellimiz. Mümtaz anamuhalefet ne eyliyor? Behşuş çehreli güngörmüş sözcüleri aracılığıyla teskin ediyor bizi: “Güzel şeyler olacak…” Ve, bakın burası çok önemli: “Kılıçdaroğlu, Karamollaoğlu ile görüştü.” Dahası, “Almanya ve Avusturya’daki temaslarının ardından yurda döndü.” Bu yüreklere su serpen, özgüvenli duruş aciz bendenizde koşarak gidip, en yakındaki duvara frensiz kafa atmak isteği yaratıyor. Demek arıza bende.
Belki en doğrusu, fazla “şey etmeden”, insanın kendi en iyi bilebildiği konuda, yapabildiği en akılcı analizi, edinebildiği en doğru verilere dayandırarak paylaşmaya çalışmayı sürdürmesidir. “Karanlıkta bir kibrit de sen çak” hesabı. O hangi zamandı, o slogan? Geçmiş zaman, aklımdan çıkmış. “Faşizme inat, kardeşimsin Hrant”, o da vardı. Ne oldu Hrant’ın davası? Tahir Elçi’ninki? “Ankara’nın karanlık dehlizlerinde kaybolmayacak” buyurduydu Davutoğlu Ahmet Hoca, sonra kendi ortadan kayboldu. AİHM Demirtaş Kararı? İddianame bekleyen Kavala. Enflasyon yüksek çıkınca TÜİK’e yapılan atama. İçki ruhsatı vermemesiyle tanınan eski Denizli Belediye Başkanı’nın İzmir’e aday olunca yaptığı rakı açıklaması. İçişleri Bakanı’nın “HDP bu milleti kıskanıyor” demesi. Neyse, geçelim biz bunları, konumuz Ortadoğu olsun yine: “Yaz evladım, IKB’de Neçirvan’ın başkan virgül Mesrur’un başbakan adaylığı virgül…”