Çok fazla konuşuyoruz.
Tiwit'lerimizle, Twitch’lerimizle, Clubhouse’larımızla, Youtube kanallarımızla… Sürekli konuşuyoruz.
Aralıksız konuşuyoruz.
Tespit ediyor, analiz yapıyor, yorum getiriyoruz.
Her günün yeni konusuyla bütün bunları yeni baştan bir daha, bir daha yapıyoruz. Bitmiyor. Sonu gelmiyor.
Fazlasıyla lakırdıcı bir çağ bu.
Elbette sebepleri var bunun, tarihsel, toplumsal, politik bir yığın sebep.
Her şeyden önce, üretim ve tüketim tekniği sayesinde hem dünya küçüldü hem de konuşma araçlarımız çoğaldı; bu sayede her şeyden hemen haberdar oluyor ve haberdar olduğumuz her şeye hemen laf yetiştirme ihtiyacı duyuyoruz. Lafımızı yetiştirecek araçlar da zaten o anda elimizin altında hazırda duruyor.
14 Temmuz 1789’da Paris’te Bastille Hapishanesi’nin yerle bir edilişi, tüm dünyayı sarsacak devrimin bu en gösterişli anı, bu şahika, Paris’in 100 km. uzağına 15 günde ulaşmıştı.
Bugünün dünyası için anlaşılmaz bir yavaşlık.
Bugün öyle değil, tarih hızlı akıyor. Dünya bir yana, Türkiye’mizde bile neredeyse her gün “tarihî bir olay” yaşanıyor. Ve herkes tarafından duyulması için 15 gün değil, 15 dakika yetiyor. Ama en fazla 15 günde de unutuluyor. Bu da 1789 yılı dünyası için anlaşılmaz bir hız.
Seri biçimde anlık geçmiş parçaları, tarih parçaları yaratıyor bu hız. Kendi gününde “tarihî” olan bir olay 15 gün sonra “geçmiş” oluyor.
Tabi bu durumda cevaplanması gereken büyük soru şu: Tarihin bu hızlı akışı akıl tarafından nasıl anlaşılıp denetlenebilecek? Gazete yazısının sınırlarını zorlayacağı için bu soruya burada cevap aramayacağız, “Bu ayrı bir konu” deyip şimdilik bir kenara kaydedelim. Ama burada şöyle bir sorunun cevabını arayabiliriz: Çağın lakırdısının ağırlıklı kısmı, güncel politik ortamın her günkü “tarihî olayları” üzerine yaptığımız tespit, analiz ve yorumlardan oluşuyor. Peki ama onca lakırdı, politikanın cari gerçekliğini denetleyip yönlendirmede bir işe yarıyor mu? Sözün bir değeri var mı?
Güncel politikanın o günkü “tarihî bir olay”ına açıklama getiriyoruz, yorum yapıyoruz, anlam arıyoruz. Ama her şey yeterince açık zaten. Ortada saklı gizli bir şey olsa tamam ama gücü elinde bulunduranlar, yaptıkları şeylere demokrasi, akıl, hukuk, adalet gibi kılıflar uydurmaya hiç çalışmıyorlar ki! Böyle uygun gördük, böyle istedik böyle olacak diyorlar. Ne bir kamuflaj, ne bir estetik müdahale! Öncekilere hiç girmeden, son 24 saatin “tarihî olaylarına” bakalım… İstanbul Sözleşmesi’nden ayrılma kararı, Merkez Bankası'ndaki görev değişikliği, Gezi Parkı mülkiyetinin İstanbul Büyükşehir Belediyesi’nden alınması… Bütün bunlarda açığa çıkarılmaya ihtiyaç duyacak bir giz var mı? Yok. Her şey çok kaba saba. Her şey çok patır kütür. Buna rağmen biz yine de “Bu bundan, şu da şundandır. Böyle olursa şöyle olur, öbür türlü olursa şu şekilde sonuçlanır” diye fal açıyoruz. Her şeyde bir niyet arıyoruz. Ama niyet zaten aleni, neyi arayacaksınız?
İzninizle burada, bilgiç bir sinema eleştirmeninin Mayıs Sıkıntısı ile Uzak filmindeki “dış mekân” / “iç mekân” kullanımına ilişkin yaptığı tespit, analiz ve yorum ile her iki filmin de senarist ve yönetmeni Nuri Bilge Ceylan’ın buna verdiği açık, yalın ve samimi cevabı örnek göstermek isterim. Eleştirmenin nahoş bilgiçliğiyle uzayıp giden sorusuna inat Ceylan’ın kısacık cevabı son derece manidar. Sabrınıza sığınarak:
Eleştirmen soruyor: Mayıs Sıkıntısı’nda açık mekân meselesiyle Uzak’taki kapalı mekân duygusu ilgilendiriyor beni her ikisine baktığımda. Birisinde büyük bir açıklık duygusu var, geniş alanlar, tabiat… vs. Ötekinde ise tam tersine. Taşra ve şehir ekseninde olayı içeriler ve açıklıklar gibi anlatıyorsun biraz. Açıklıkların ıssızlığı… Şehirdeyse kapalı mekânlar, kapalı mekânların hem sığınma özelliği hem kısıtlayıcılığı var. Bu bakımdan iki filmi düşününce birisi işte güneş ve aydınlık, ötekisi kar ve karanlık, iç mekânlar duygu olarak karakterler mesela Mayıs Sıkıntısı’nda içeri girdiklerinde ne oluyor dışarı çıktıklarında ne oluyor? Uzak’ta içeri girdiklerinde ne oluyor dışarı çıktıklarında ne oluyor? İç ve dış meselesini duymak istiyorum biraz. Filmlerin eksenlerinden biri bu. Açık hava ve iç.
Nuri Bilge Ceylan, cevaplıyor: Daha somut nedenler var tabii. Uzak kışın geçiyor. Kışın iç mekân daha önemlidir. Soğuktur, içeri kaçarsın. Öbürü yazın geçiyor, dolayısıyla insan evde durmaz, dışarıda dolaşır. Dışarısı çeker insanı. Benim için çok özel anlamı yok.
Nasıl? Gayet net, değil mi?
İşte güncel politika analizlerimiz de bu gösterişçi film eleştirmeninin sorusuna benziyor biraz. Bugün muktedirlere soru sorulabiliyor olsa ve onlar da Nuri Bilge Ceylan dürüstlüğüyle cevap verecek olsalar, emin olun o cevaplar analizlerimiz kadar karmaşık olmayacaktır.
Elbette politik güçsüzlüğümüzdür bu gevezeliğin sebebi, bir şey yapamayınca dilimize vuruyor. Ve yine elbette, kabahat bizde değil. Siyasi Partiler Kanunu'na, yani siyasi partilere “milli iradenin oluşmasını sağlayacağı” için "açık propaganda hakkı" veren kanuna rağmen partilere politika yaptırılmazken… Anayasa'nın teminatı altında olan serbest siyasi faaliyet engellenirken… Kim, ne yapabilir ki? Sonuç bu oluyor işte.
“Nerede bir statis (tıkanma) varsa orada metastaz (çoğalma) vardır” demişti Baudrillard. Hiç şüphe yok ki diğer bileşenlerin zinde olmayışının yarattığı bir tıkanmadan ürüyor bunca lakırdı. Ama kulak vermek bir süre sonra içimizden hiç gelmeyecek.
Gitgide Dünyayı Sarsan On Gün’deki inanmış Bolşevik proletere yakınlık duyar hale geliyor insan, halbuki eskiden kaba saba (vülger) bir yaklaşım gibi gelirdi. O proleter kardeşimiz için her şey siyah ve beyazdan ibaretti, öyle netlemişti dünyayı. Kendisine politikanın gri alanlarından söz eden dilbaz Menşeviğin upuzun açıklamaları karşısında inanmış proleterimizin sözü alabildiğine kısaydı: “İki yol var” diyordu; “Biri doğru, biri eğri. Ben doğru olandan yanayım.” Bu kadar.
Sözü kısaydı, ama etkisi -bildiğiniz gibi- uzun oldu.
Bugün yerelde ve globalde de dünya netlik ayarı yapıyor. Laf üretim endüstrisini en yüksek kapasitede çalıştırdık. Ve artık (bütün kıymetli analizlerin ötesinde) bugün de sanki iki yol var gibi; biri doğru biri eğri. Bu kadar net.