Hatırlanacağı üzere yönetmenler Robert Wise ve Jerome Robbins’in, 1961 yılında, ortaklaşa imza atmış oldukları ‘West Side Story’ inanılmaz bir başarı kazanmış, o dönem hâlâ ‘altın çağını’ yaşamakta olan Hollywood sinemasının ‘kilometre taşlarından’ biri olmuş, birçok sinemaseverin (bazılarının tekrar tekrar) izlediği, daha genç jenerasyondan seyircilerin ise en azından kulağına ‘çalınmış’ dolayısıyla klasikleşmiş bir müzikal yapım, kendi türünde bir başyapıttı…
Çekildiği dönemde başta Oscar’lar olmak üzere (tam 10 Oscar) birçok önemli ödül kazanan, herkesin bildiği, duyduğu böyle bir ‘klasiği’ tekrar ele almak, bir anlamda ‘remake’ini sunmak gibi çok tehlikeli ve riskli bir işin altına kuşkusuz ancak Steven Spielberg ağırlığında bir isim girebilirdi. Her ne kadar Spielberg hiç kimsenin tartışamayacağı bir yetenek, kariyer ve olanaklara sahip olsa da, onun daha önce nerdeyse hiç bulaşmamış olduğu bir türe (müzikal) girişmesi ve hikâye açısından nispeten klasik ama görsel şov olarak ‘zirveler’ sunan bir başyapıta ‘yeni’ şeyler katmak istemesi ‘ters tepen’ bir sonuç verebilirdi.
Ancak Spielberg bir kez daha sadece yetenekli değil aynı zamanda ‘kurnaz’ yönünü de ortaya çıkarıyor ve Wise/Robbins ikilisinin yapımından çok uzaklaşmayan ama aynı zamanda orijinal filmin biraz ikinci plana attığı sosyal, politik konulara yeni bir bakış atan, basit bir ‘remake’ değil, daha çok bir ‘yeniden yorum’ sunuyor.
ASIL ESERE BAĞLI KALMAK…
Hatırlanacağı üzere ‘West Side Story’nin 1961 yılında çekilen görkemli filmi, 1957 yılında Broadway’de oynanmış ve büyük başarı kazanmış bir müzikal oyunun sinema uyarlamasıydı. Dolayısıyla değindiğimiz gibi, Spielberg’in orijinalinden tam 60 sene sonra gelen bu yapımı, bir film ‘remake’i gibi durmuyor. Daha çok ‘kaynak olan’ oyunun yeni bir versiyonu gibi… Bunu çok daha açık bir şekilde iki film arasındaki farklılıklarda görüyoruz.
İzlemiş olan herkesin artık ‘ezbere’ bildiği, klasik ana hikâyede fazla bir değişiklik yok: 1960’ların Amerika’sında kenar mahallerde yaşayan Amerikalı ‘Jetler’ ve Latino’ kökenli ‘Sharks’lar (Köpekbalıkları) arasında amansız bir çete savaşı yaşanmaktadır. Dönemin polisinin bile önleyemediği bu ‘savaş’ bölgesinin ortasında ‘Jetlerin’ eski lideri Tony ile ‘Sharks’ların başı Fernando’nun kız kardeşi Maria arasında bir aşk ‘filizlenir’! Ancak bu iki grup arasındaki düşmanlık ve sonrasında yaşanan ‘çatışmalar’ bu ilişkiye ciddi hasar verecektir…
İki film arasında bizce ana karakterler ve ‘Shakespearien’ aşk ilişkisi açısından bile pek göze çarpmayan, hatta genel anlamda ‘görünmeyen’ ama yine de dikkat çeken ufak değişiklikler, daha doğrusu yeni ‘dokunuşlar’ var. Bu değişlikler hem olaylar hem de karakterler bazında fark ediliyor:
İlk filmle bu film arasında karakterler arasındaki ilk fark, 1961 yapımı ilk filmde market sahibi olan Doc’ın, burada Latino kökenli Valentina ile yer değiştirmiş olması. Artık çete işlerinden ‘elini eteğini’ çekmiş, Tony’ye kanat germiş bu Porto Rikolu yaşlı kadın yaşanan olaylara karşı Doc’tan çok daha taraflı, ‘içten’ bir bakış taşıyor. Valentina’yı canlandıran oyuncunun, orijinal filmde ‘Anita’yı oynayan Rita Moreno olması kuşkusuz tesadüf değil…
Yine ilk filmde Tony, iyi bir aileden gelen, Jet’lerin lideri Riff’in yakın arkadaşı ama çete işlerinden vazgeçmiş bir gençti. Bu filmde ise Tony ve ‘Jet’ler arasındaki mesafe daha iyi çizilmiş gibi duruyor. Burada Tony, eski bir kavga yüzünden bir yıl hapis yatmış ve geçmişine sünger çekip tamamen ‘doğru yola’ geçmek isteyen bir karakter… İlk filmde Tony’nin bu geçmiş hayat ‘detayları’ yoktu.
AYRIMCILIK, IRKÇILIK VE SOSYAL ŞİDDET TEMALARI…
1961 tarihli ‘West side…’de biraz rahatsız edici bir detay göze batıyordu: Porto Rikolu çeteyi oluşturan oyuncular, biraz makyaj yardımıyla bu rolleri canlandıran beyaz aktörlerdi. Çetenin lideri Bernardo'da adeta ‘döktüren’ George Chakiris bile ‘Latino’ değil Yunan kökenliydi. Spielberg’in filminde ise gerçekten Latino-Amerikalı oyuncular ‘Sharksları’ canlandırıyor: Maria’yı oynayan Rachel Zegler Kolombiyalı ve Polonyalı Yahudi kökenlere sahip, Anita’yı canlandıran Ariana DeBose afro-Porto Riko çıkışlı ve Bernardo’ya hayat veren David Alvarez ise Kübalı anne ve babaya sahip Kanadalı bir oyuncu…
Bu filmde Spielberg, mülteciler ve kadının toplumdaki yeri konularını çok daha ciddiye alıyor ve bunların altını çiziyor. İlk filmde Tony-Maria aşkıyla biraz ‘hasıraltı’ edilen yoksulluk, ayrımcılık ve sosyal şiddet gibi temalar bu filmin her karesinde kendini hissettiriyor. Orijinal filmle kendisininki arasında 60 yıl olduğunun farkında olan Spielberg, sanki senaryosunu daha ‘güncel’ bir omurgaya oturtmak istiyor. Ancak yönetmen bu konulara değinirken asla onların filmin ‘seyir keyfinin’ önüne geçmesine izin vermiyor.
Filmle artık özdeşleşmiş ve klasikleşmiş şarkılarla akan sekansların hepsi bu yeni filmde de mevcut ama sıralamaları değiştirilmiş bir şekilde önümüze konuluyor. İlk filmi izlemiş olan seyircileri biraz şaşırtacak olan bu ‘dizilim’, aslında Spielberg’in sıkı sıkıya bağlı kaldığı orijinal oyun sırasını izlemekte. Seslendirenler açısından tek büyük fark ‘Somewhere’ şarkısında öne çıkıyor: İlk filmde Tony-Maria ikilisi tarafından söylenen bu şarkı bu sefer Valentina karakterinin ağzından dökülüyor. Bu seçimde bu aktrisin ilk filmle olan neredeyse ‘organik’ bağının etkisi de büyük…
Ancak asıl şaşırtan değişimler, ‘yer değiştiren’ şarkılardan kaynaklanıyor. Örneğin bir diğer klasik şarkı olan ‘America’ ilk filmde, bir evin çatısında birbirine çok yakın birkaç kişi tarafından söylenirken bu sefer sokaklarda, giderek artan bir topluluk tarafından büyük bir coşkuyla adeta haykırılarak söyleniyor.
Zaten Spielberg’in bu karakterleri ve mekanları ‘dışarıya taşıması’, hem biçimsel hem de içeriksel olarak onları serbest bırakması, yönetmenin bu yeni versiyonuna Bernstein’in unutulmaz müzikli sekanslarının hak ettiği politik ve sosyal bir katmanı kattığını kanıtlıyor. İkinci Dünya Savaşı'nın yaralarını yeni yeni saran, günümüzdeki ‘kentsel dönüşüm’ dalgasını çok daha sert ve adaletsiz bir şeklide yaşayan o dönemin Amerika’sında, özellikle fakir bölgelerde sosyal sınıf ve etnik köken farkından kaynaklanan bir kutuplaşma, adeta bir iç savaş sürmekteydi. Filmde iki farklı sokak çetesiyle temsil edilen bu çatışma aslında çok daha önemli bir sorunsala eğiliyor…
‘EPİK’ BİR FİLMİN ‘EPİK’ YENİDEN YORUMU…
‘Schindler’in Listesi’ filminden beri vazgeçemediği görüntü yönetmeni Janusz Kaminski ile işbirliğini bu filmde de ‘tam gaz’ sürdüren Spielberg, yakaladıkları gölgeleri, ışık hüzmelerini ve renkleri incelikle harmanlayarak muhteşem bir estetik doku çıkarıyorlar.
Kısaca, Spielberg bir kez daha ustalığını konuşturarak nasıl çok ünlü, inanılmaz etki yaratmış bir ‘müzikal başyapıtın’ özünü kaybetmeden, çok daha derin konuları eşeleyerek ‘modernize’ edilebileceğinin dersini veriyor.
Bizce bu yeni ‘West Side Story’, orijinal filmin koreografilerinden esinlenerek yaratılmış inanılmaz dans ve şarkı performansları, muhteşem güzellikte görüntüler barındıran ve bütün bunların yanına da sağlam bir Amerika ‘otopsisi’ ekleyen, ‘epik’ bir filmin epik bir ‘yeniden yorumu’!
Spielberg’in bu filmi çekmesinin nedeni kuşkusuz bu ‘klasiği’ genç seyircilere tanıtmaktan çok daha ötesi…