Aralık 1664 - Haziran 1665 yılları arasında gerçekleşen ve
karşılıklı dörder mektup olmak üzere, günümüze sekiz mektup olarak
ulaşan bir dizi mektuptan bahseder Gilles Deleuze. Onun sözünü
ettiği bu mektuplar, Spinoza-Blyenbergh arasındaki yazışmalardır.
Bu yazışmalar Deleuze’ün adlandırmasıyla 'Kötülük Mektupları'
olarak bilinir. Düşünür, 'Spinoza: Pratik Felsefe'(1) adlı
kitabında bu yazışmaları yer yer Spinoza’nın Oldenburg’a yazdığı
metinleri de işe dahil ederek "kötülük" çerçevesinden tartışır.
Ancak mektupları incelediğimizde bu metinlerin, Spinoza’nın, Tanrı
fikri, olumlama, hata, yetkinlik, yoksunluk gibi kavramlarını da
düşünmeye izin verdiğini görürüz.
Norgunk Yayıncılık tarafından, Alber Nahum çevirisiyle basılan
'Kötülük Mektupları'ndaki yazışmalar, yine Deleuze’ün bahsinden
öğrendiğimiz kadarıyla tahıl simsarı olan, Blyenbergh’in ilk
mektubuyla başlar (XVIII). O, bu ilk mektubunda felsefi bir
tartışma yürütüyor gibi görünür ve böylece Spinoza’yı ona cevap
vermeye yöneltir. Ancak sonraki mektuplarında meseleleri felsefi
açıdan değil teolojik açıdan ele aldığı ortaya çıkar (XX. Mektup).
Bu nedenle Spinoza ona karşı üslubunu değiştirir ve şöyle yazar:
"Öyle ki bu andan itibaren mektuplaşmamızın bize bir şey
öğreteceğini sanmıyorum. Gerçekten görüyorum ki, hiçbir kanıtlama,
hatta kanıtlama kuralları uyarınca en sağlam olanı bile, bizzat
sizin Kutsal Kitap’a atfettiğiniz açıklamalarla ya da tanıdığınız
teologların şerhleriyle bağdaşmıyorsa, gözünüzde hiçbir değeri yok
(XXI. mektup)."
Fark ederiz ki Spinoza, felsefi tartışma yürütmekle teolojik
tartışma yürütmek arasında bir fark belirlemiştir. Oysa Blyenbergh
mektuplarında, genellikle Kutsal Kitap dolayımlı bir Tanrı
varsayımından hareket eder ve ele aldığı konuları onun
"belirleniminden" yola çıkarak tartışır ki bu görüşlerin çoğu
Spinoza’da gördüğümüzün tersine insan merkezli yorumlar içerir.
Spinoza bu mektuplarda, Kutsal Kitap hakkında da fikir belirtir:
"Ben kendi payıma, Kutsal Kitap’ı incelemeye birkaç yıl hasretmiş
olsam da onu anlamadığımı, lafı hiç dolandırmadan söyleyebilirim ve
sağlam bir kanıtlama bulduğumda bu kanıtlamadan şüphe duymama yol
açacak düşüncelere asla düşmeyeceğimi bilirim (XXI. mektup)."
Nahum’un giriş yazısında belirttiği gibi burada ironik üslup dikkat
çeker.
YARGIÇ OLARAK DÜŞÜNÜLMEYEN TANRI
Blyenbergh ilk mektubunun bir yerinde şunu söylüyor, "Tanrı,
ruhun sadece tözünün değil, sizin de birçok yerde belirttiğiniz
gibi istek diye adlandırdığınız çabasının veya deviniminin de
nedenidir. Öyle görünüyor ki bu iddiadan zorunlu olarak çıkan
sonuç, ya ruhun devinimi ve isteğinde hiçbir kötülük olmadığı ya da
bu kötülüğe dolaysızca Tanrı’nın neden olduğudur." Blyenbergh buna
benzer pek çok meselede Tanrı’yı insan merkezli "iyi" ve "kötü"
açısından ele alır ve Spinoza’nın bir şeyi "kendinde" ele alma
bahsini kaçırır bana kalırsa. Spinoza’da Tanrı ve şeyler kendinde
değerlendirilir ve onun düşüncesinde Tanrı insani "yargılarla"
yorumlanamaz, bu nedenle Tanrı’nın edimleri "iyi ve kötü" olarak
nitelendirilemez. Ayrıca, mektuplarda da gördüğümüz gibi, Tanrı
"bir yargıç olarak tanıtılmaz", bu nedenle şeylerin kendinde
edimlerini onunla ilişkilendiremeyiz. Bu durum, Tanrı’yı şeyleri ve
varlıkları, ödüllendiren veya cezalandıran olarak tahayyül
edemememizi de sağlar.
Onun şeylerle ilişkisi, kitabın sonundaki eklerde yer verilen
'Descartes Felsefesinin İlkeleri' bahsinde, "Tanrı her şeyin
yaratıcısıdır" önermesinin, ikinci kanıtında açığa çıkıyor bana
kalırsa, "Şeyler kendi kendilerine, Tanrı’da içerilen bir bilginin
nedeni olan hiçbir öze sahip olamazlar; Tanrı özleri bakımından da
şeylerin nedenidir." Buradan anlaşılacağı gibi, Tanrı’nın şeylerle
öz bakımından ilişkisi vardır onun dışındaki edimler şeylerin
kendinde varolur, Tanrı onların edimlerinin belirleyicisi olmadığı
gibi onlardaki "iyi ve kötü"nün nedeni olarak yorumlanmaz.
İNSAN MERKEZLİ TANRI
Misrahi’nin vurguladığı gibi Spinoza’da Tanrı, "yargıç, monark
ya da bir baba değildir, böylece Spinoza insan merkezciliği de
tümden reddetmiş olur."(2) Blyenbergh’in mektuplarında bana
kalırsa, gözden kaçırdığı önemli noktalardan biri budur ki benim
metinde en dikkatimi çeken konu bu oldu. Onun şu örneğine bakalım:
"Diyelim ki Âdem’in ruhu yasak meyveyi yemek istiyor; …Âdem’in bu
isteğini Tanrı’nın etkisine bağlamak yetmez, birazdan gösterileceği
üzere, aynı zamanda bu isteğin belirli biçimde tezahür etmesini de
Tanrı’ya bağlamak gerekir; öyle ki, Âdem’in yasak edimi -Tanrı’nın
onu sadece istemesini sağlayacak değil, bu isteğinin belirli bir
biçimde gerçekleşmesini de sağlaması ölçüsünde- ya kendinde kötü
değildir ya da kötülük dediğimiz şeyi Tanrı’nın kendisi yapmıştır."
Blyenbergh’in Tanrı’ya yine insan merkezli yaklaştığını görürüz
ayrıca, onun ve Âdem’in edimlerini "kendinde" olarak ele almadığı
da gözden kaçmaz. Spinoza cevapta şunu söyler; "Âdem’in isteği veya
kararı, kendinde ele alındığında, ne kötü ne de iyi açıkçası
Tanrı’nın istencine aykırı olduğundan, Tanrı onun nedeni olabilir,
daha doğrusu –nasıl desem, sizin de fark ettiğiniz sebepten- onun
nedeni olmalıdır. Ama elbette bu isteğin kötü olması ölçüsünde
değil; zira ondaki kötülük, Âdem’in eylemi yüzünden yitirdiği daha
yetkin bir hâlin yoksunluğundan başka bir şey değildir." Burada
mesele Âdem’in edimini "kendinde" ele aldığımızda açıklığa kavuşur
bana kalırsa, onun davranışında belirleyici olan kendi özgür
isteğidir bu karar Tanrı’yla değil, onun "yetkin hâlinin
yoksunluğu"yla ilişkilenir. Ayrıca burada, Âdem’in davranışını
"kötü" olarak değerlendirmemizin nedeni, onu bizim "anlama
yetimize" göre yorumlamamızdır.
Spinoza XXI numaralı mektupta, "yoksunluğu" bir çeşit "eksiklik"
olarak ele alıyor ve onu "şeyleri birbiriyle kıyaslarken
kullandığımız bir düşünme şekli" olarak tahayyül ediyor. Mesela ona
göre; "kör biri için görme duyusundan yoksundur deriz, çünkü onu,
gören başka insanlarla ya da şimdiki halini, görebildiği haliyle
kıyaslayarak kolaylıkla gören biri olarak tahayyül edebiliriz."
Böylece, görmenin onun doğasında olduğunu kabul eder, şu anki
durumunda bundan yoksun olduğunu anlarız. Yani kişinin doğasında
olduğunu varsaydığımızın yadsındığı durumlarda onun "yoksun"
olduğunu söyleyebiliriz. Âdem’in dünyevi iştahını yorumlarken ise,
onu, "bizim anlama yetimize" göre "yoksun" olarak değerlendirmiş
oluruz.
Spinoza’nın sonrasında söylediği gibi; "Tanrı şeyleri soyut
olarak tanımaz, bu türden genel tanımlar oluşturmaz ve şeylerden,
tanrısal anlama yetisi ile gücün onlara bilfiil atfettiği ve
yerleştirdiği gerçeklikten fazlasını talep etmez; bunun içindir ki
bu yoksunluktan ancak bizim anlama yetimizle ilişkili olarak söz
edilebilir, Tanrı’nın anlama yetisiyle ilişkili olarak değil."
Filozofun açıkça belirttiği gibi, Blyenbergh’in Âdem’in edimini
değerlendiriş şekli "bizim anlama yetimizle" ilişkilidir oysa
Spinoza yukarıda bahsettiğimiz ilkelerde, Tanrı’nın şeylerle
ilişkisini özleri bakımından kurmuştur. Metnin başka bir yerinde
bunu şöyle ifade ediyor, "Âdem’e yönelik yasak, Tanrı’nın Âdem’e bu
ağacın meyvesinden yemesinin ölümüne sebep olacağını açıklamasından
ibarettir." Bundan dolayı, onun özden aldığı bu bilgiyle ne
yapacağı onun kendi edimlerine bağlıdır, Tanrı ona bu bilgiyi onu
yetkin kılması için verir. Kişinin elindeki bilgiyle nasıl hareket
edeceği onun kendinde varlığıyla ilişkilenir, yetkinliğini
arttırmak için iyi eylemde bulunmak (bizim anlama yetimize göre)
onun Tanrısallığa katılmasını mümkün kılsa da bu daha çok onunla
ilgilidir, bunun olumlu ya da olumsuz sonucu Tanrı’dan
bağımsızdır.
Ayrıca burada Âdem’in davranışı yine "bizim anlama yetimize"
göre "hata"dır çünkü Spinoza 'Descartes Felsefesinin İlkeleri'nde
"Hatanın olumlu varlığı yoktur" önermesini şöyle kanıtlar: "Eğer
hatanın olumlu bir varlığı olsaydı, nedeni sadece Tanrı olacak ve
O’nun tarafından sürekli olarak varlıkta tutulacaktı. O halde
hatanın olumlu varlığı yoktur." "Hatanın olumlu varlığı"nın
olmaması onu Tanrı ile ilişkilendirmemizin önüne geçer çünkü burada
"hata" Spinoza’nın deyimiyle, "özgürlüğün iyi kullanımının
yoksunluğundan başka bir şey olamaz dolayısıyla Tanrı’nın hatanın
nedeni olduğu söylenemez." Özgürlüğün nasıl kullanılacağı kişinin
kendine bağlıdır onun iyi veya kötü eylemlerinin sorumlusu bu
nedenle de Tanrı değildir ki burada Âdem’i "hatalı" görmek onun
"özgürlüğünü nasıl kullandığıyla" tekrar "bizim anlama yetimizle"
ve onun "yetkinliğinden yoksunluğuyla" ilişkili hale gelir.
TANRI’NIN GÖZÜNDE
Blyenbergh’in ısrarla farklı örneklerle üstünde durduğu,
"kötülük, hata, suç" gibi nitelikleri Tanrı’dan bağımsız
yorumlayamamasının nedeni de burada yatıyor sanırım. Spinoza hata
gibi "olumlu varlığı" olmayan durumları, özgürlüğün nasıl
kullanıldığıyla ilişkilendirirken, Tanrı tarafından "varlıkta
tutulan" nitelikler olarak yorumlamıyor. Blyenbergh ise, Tanrı’yla
kurulan öz nedenli ilişkiyi değerlendirirken "iyi" veya "kötü"nün
"Tanrının gözünde" eşit olup olmayacağı konusunda şüpheye düşmeye
devam ediyor, şunu sorguluyor XXII numaralı mektupta, "varolan her
şey, sadece Tanrı’nın ona verdiği özü barındırır, hangi tarzda
olursa olsun yetkinlik ima eden o özü. Bunu pek anlamadığımı itiraf
etmeliyim." Sonrasında şuna benzer sorular sıralıyor: "Öldürmek
sadaka dağıtmak kadar Tanrı’nın hoşuna gider mi?" Spinoza şu cevabı
veriyor: "Ben (felsefi tarzda konuşurken) Tanrı’nın hoşuna gitme
sözcükleriyle ne demek istediğinizi anlamıyorum. Eğer Tanrı
birinden nefret edip ötekini sever mi, birini hiçe sayıp ötekini
kayırır mı diye soruyorsanız, cevabım hayır. Eğer soru, öldüren
insanlarla sadaka dağıtanlar eşit oranda iyi ve yetkin midir
şeklindeyse, cevabım yine hayır olur." Spinoza’nın burada yine
meseleyi felsefe ve teoloji alanından tartışmanın farkını
hatırlattığını görüyoruz. Ayrıca, onun Tanrı’yı ele alışında
"hoşuna gitme" yine ona, insan merkezli bakmak anlamına gelirdi.
Daha önce bahsettiğimiz gibi, filozofun düşüncesinde, Tanrı bir
yargıç olarak tanıtılmaz bu nedenle onun birinin edimlerini
ötekininkine göre öncelemesinden söz edemeyiz, "birini hiçe sayıp,
ötekini sevmek" şeklindeki bir düşünceyi Spinozacı Tanrı fikrinde
göremeyiz. Tanrı yasa koyucu değildir bu nedenle kişinin edimleri
Kutsal Kitap’ın varsaydığı gibi, onun yasasına göre değil kişinin
kendi özgürlüğünü nasıl kullanacağına göre belirlenir.
Misrahi’nin söylediği gibi Spinoza düşüncesinde, "Yaratıcı bir
Tanrı olmadığı gibi, yukarıdan gönderilen ahlaki buyruklar da
yoktur. Anlamlar ve değerler, insanların onları nasıl
tanımladıklarına, dolayısıyla da insanların bedenlerinin,
imgelemlerinin ve beyinlerinin yapısına bağlı olarak değişiklik
gösterir. Düzen ve karışıklık, güzellik ve çirkinlik, iyi ve kötü
sadece insani yargılardır."
Bana kalırsa, Spinoza ve Blyenbergh arasındaki yazışmayı
karşılaştırdığımızda, daha önce de yer yer bahsettiğim gibi
meseleyi teolojinin, felsefenin bakış açısıyla değerlendirmenin
farkını da görüyoruz. Bu nedenle Blyenbergh’in ısrarla Tanrı’yı
yasalar koyan bir yere yerleştiren tavrı, insan merkezli yorumlayan
bakış açısı Spinoza’nın zarifçe de olsa mektupları sonlandırmasında
etkili oluyor fikrimce.
'Kötülük Mektupları', başta da bahsettiğimiz gibi farklı
okumalara açık bir metin, benim için metinde öne çıkan, Spinoza’nın
mektuplarında, Tanrı’yı olabildiğince insani ve dünyevi bakış
açısının sınırlarından özgürleştirme çabası oldu. Filozofun
düşüncesinde, Tanrı’nın Doğa ile özdeş olduğu da kabul edilir ancak
bu metinde, sanırım Blyenbergh’in meseleyi ısrarla teolojinin
alanına çekmesinin de etkisiyle yorum direkt Tanrı fikriyle
ilişkilenebiliyor.
1. Çev. Ulus Baker, Alber Nahum, 2011, s. 39-52, Norgunk
Yayıncılık.
2. Misrahi, R., (2019), “Spinoza Sözlüğü”, s. 234, (Çev. Ece
Durmuş), Otonom Yayıncılık.