Spor dünyasının gerçek 'masal'ları ve gerçek 'kahraman'ları

Sevecen Tunç’un 'Memleket Sporundan Öncü Portreler: Sana Hikâye Geliyor' kitabının 'kahraman'larından Ludmila Grodetski’den yola çıkıyoruz ve spor dünyasının renkli tırmanıcı çocuklarına katılıyoruz.

Abone ol

DUVAR - Tarihe dönüp baktığımızda 1930’lar, küresel ölçekte ekonomik ve politik krizlerin yükseldiği, liberal demokrasi gerilerken otoriter rejimlerin yükseldiği dönem olarak dikkatimizi çekiyor. Adolf Hitler Almanya’nın devlet başkanı olurken ilk toplama kamplarını kuruluyor ve benzeri politikalarla dünya çapında bir zorunlu göç dalgası yaşanıyor... Türkiye’de ise Cumhuriyet’e geçişin sancıları ve birçok alanda emekleme dönemi... Elbette spor da bu değişim rüzgârlarından nasibini alıyor. “İngilizler gibi top oynamak”, “Türk olmayan takımları yenmek” gibi özetlenecek amaçlarla futbol kulüpleri daha önceki yıllarda birer birer kurulurken diğer alanlarda kulüpleşme, henüz ve tam da bu dönemlerde başlıyor. Elbette konu derin bir tarih yazımı gerektiriyor. Ama biz şimdilik sadece 1933 yılına odaklanalım...

**

Bir yanda Bursa’da bir grup, ezan ve kametin Türkçe okunmasını bahane edip gösteri düzenlerken bir yanda Cumhuriyet’in onuncu yılı kutlamaları yapılıyor. İstanbul’da ise dönemin İstanbul Belediye Başkanı Muhittin Üstündağ’ın himayesinde “Dağcılık, Yürüyüşçülük ve Kış Sporları” adı altında ilk kulüp kuruluyor. Belediyeye ait, Taksim Gezi’sinin köşesinde bulunan Eldorado isimli gece lokali ilk kulüp binası... İlk toprak kort yapımı tenis oynanmaya başlanıyor ve 650 bin nüfuslu İstanbul’da üye sayısı 400’ü buluyor. Şehirde sayıları bir hayli artan seçkin eskrimcilerin de kulübe dâhil olmasıyla bir kongre kararı alınıyor ve kulübe “TED”, yani “Tenis, Eskrim, Dağcılık Kulübü” ismi veriliyor.

**

Sana Hikaye Geliyor
Memleket Sporundan Öncü Portreler, İBB Yayınları, 2022

Geçtiğimiz günlerde Sevecen Tunç’un “Memleket Sporundan Öncü Portreler: Sana Hikâye Geliyor” isimli kitabı yayımlandı. Tam da az önce bahsettiğimiz yıllardan, yani erken Cumhuriyet döneminden yirmi beş “kahraman”ın yaşamını öyküler ve fotoğraflarla yeniden inşa etmeye çalışıyor yazar. Kitapta yer alan sporcular, bugün çok az kişi tarafından biliniyor. Hatta kimisini internette araştırmaya kalktığınızda onlara dair tek bir bilgiye ulaşamıyorsunuz.

Mezar tutanaklarından günlerce süren gazete arşivi taramalarına, tesadüfen sosyal medyada görülen bir fotoğraftan kilometrelerce uzakta yaşayan akraba ziyaretlerine dek uzanan yoğun bir emekle hazırlanan bu kitapta, her “kahraman”ın birbirinden ilginç hikâyesi var. “Spor tarihinin suskun özneleri olan kadınların sesini duymak ve duyurmak, bu çalışma boyunca taşıdığım temel kaygılardan biriydi” diyen Tunç, “tarihin ve toplumun kadınların üzerine örttüğü örtüyü çekip alarak onları görünür hâle getirme”yi de başarmış kitabında.

**

“Memleket Sporundan Öncü Portreler: Sana Hikâye Geliyor” kitabının yazarı Sevecen Tunç.

Bu kitabın kadınlarından birisi de Sevecen Tunç’un “Masal Kahramanım” dediği Ludmila Grodetski... “Neden memleket sporunun masal kahramanları arasında bir kadın sporcu yok?” sorusuyla hikâyeye başlayan Tunç, 1930’lu yılların “tam da böyle bir figürü” olan Ludmila Grodetski gibi kadınları şöyle tanımlıyor: “Bu kadınlar sadece rekortmen birer sporcu değiller. Başardıkları, içinde yaşadıkları zamanın ve toplumların koşulları içinde değerlendirildiğinde, cinsiyetle, etnik kimlikle, gelenek ve kültürle ilgili başka başka hikâyelere de ilham veriyor.”

Çarın tahttan inmesiyle canını kurtarmak için Ukrayna’dan uzak diyarlara kaçmaya başlayan Beyaz Ordu mensuplarından biri de Albay Nikolay Grodetski’dir. Karısı Aleksandra ve henüz birkaç aylık olan kızı Ludmila’yla İstanbul’un yolunu tutar. Bir zamanların askerî mühendisi Nikolay, İstanbul’a gelir gelmez eski mesleğini unutup spor hocalığına başlar. “Eskrim, jimnastik, tenis... Farklı mekânlar, branşlar, onlarca öğrenci” derken yetiştirdiği tüm öğrencilerinin en başarılısı küçük kızı Ludmila olur. Bir insanı tenisten nefret ettirecek kadar çok çalıştırdığı kızı, 1932 yılında “küçükler” kategorisinden “yetişkinler” kategorisine geçiş yapar. Henüz on iki yaşındadır. Milliyet gazetesinin düzenlediği ve yedi “yetişkin” kadın tenisçinin katıldığı turnuvada, “Mila’nın ilk rakibi finale kadar gidecek olan Fahire Hanım’dır. Mila ilk maçında mağlup olur fakat sergilediği oyun ve cesaretle kısa süre içinde hafızalara kazınır.”

Ludmila, durmaz; bir yıl sıkı bir şekilde hazırlanır ve 1933 yılında yine Milliyet gazetesinin düzenlediği tenis turnuvasında bu sefer Fahire Hanım’ı 6/1 ve 6/0’lık net skorlarla yener. 1933 yılı küçük kızın kortlarda fırtınalar estirdiği ve adından sıkça söz ettirdiği yıl olur. ‘30’ların ortasında ise sporun gözde mekânlarından biri hâline gelen TED Kulübü’ndeki turnuvalara katılmaya başlar. Buradaki turnuvalarda da birer birer zafere ulaşan genç kadın, 1930’ların sonuna doğru yurt dışı turnuvalarda da kendine yer bulmaya başlar:

On iki yaşındaki Ludmila, kazandığı müsabakanın ardından rakibi Fahire ile birlikte.

“Türkiye’de kazandıklarının yanına Balkan ve Akdeniz şampiyonluklarından gelen kupaları diziyordu. Artık Mualla ismini kullanıyordu Mila. Yunanistan, Hindistan, Pakistan, Mısır... Mualla ve raketi ülke ülke geziyordu. 1949’da İtalya’dan İstanbul’a TED’in davetlisi olarak gelen kadın şampiyonlarla oynayan Mualla, uluslararası turnuvalarda birçok birinciliği bulunan Bayan Wally San Donimo’yu yenerek tenisimize yeni bir zafer daha eklemişti.”

1940’lı yılların ortalarına gelindiğinde Mualla, on küsur senelik hayatının tek mağlubiyetini Bahtiye’nin elinden tadar. İki rakip, gücünü birleştirip çiftler kategorisinde birlikte müsabakalara katılırken gün gelir Mualla affını ister ve tenisi bırakır. 2017 yılının 29 Mayıs günü hayata gözlerini kapadığında tam doksan yedi yaşındadır.

**

Buraya kadar yazıyı okurken gözünüzde nasıl bir spor ve kulüp ortamı canlandı? Beyaz ve mini etekli ya da temiz ve beyaz şortlu; tel tel uçuşan, kusursuz bir şekilde kesilmiş ve bıçak gibi taranmış saçlı tenisçiler; parlak ve yepisyeni ayakkabılar... Ya da yine tertemiz ve bembeyaz kıyafetlerinin içinde, yüzlerinde maske olan, ciddi ve elit eskrimciler...

TED’in ilk kurulduğunda adı “Dağcılık, Yürüyüşçülük ve Kış Sporları Kulübü” değil miydi? Hangi ara ve nasıl, günlerce yıkan(a)madan dağlarda tırmananların, patikalarda yürüyenlerin ve buz gibi havada kış sporlarıyla uğraşanların yerini almıştı bu “temiz” çocuklar?

Bu yerini alış, uzun yıllar böyle devam edecektir. 1978 yılında dağcılığın önemli isimlerinden Ersal Akçay ve Çelebi Akçura arkadaşlarıyla, Bilecik Pelitözü’nde kış kampı yaparak, TED’e geçer. Dağcılık faaliyetleri de hareketlenmeye başlar. Başlar başlamasına da dağcılığın alt dalı olarak görülen tırmanış, kulüp tarihinde hep eksik kalır.

Dağcılık kapsamında ve onu desteklemek için yapılan antrenman niteliği olarak görülen tırmanış sporuna gönül veren, kendi macerasını yazan ve yaşayan gençlerin sayısı, özellikle 1990’lı yıllarda artmaya başlayacaktır. Tırmanmaya uygun kayaların bulunduğu, İstanbul’un yanı başındaki Ballıkayalar, zamanla tırmanıcıların mabedi hâline gelir. 2000’li yılların başında ise tırmanışın ayrı bir branş olduğu ile ilgili söylemler ve talepler artmaya başlar.

Her türlü imkânsızlığa rağmen, günümüzün aksine hiçbir ekipmana ulaşamayan, kayalara normal spor ayakkabılarıyla tırmanan, Türkiye’yi ziyaret eden yabancıların malzemelerine hayranlıkla bakan ama asla pes etmeyerek, yeri gelip aç kalan yeri geldiğinde de kilometrelerce yol yürüyerek, yani kendi “masal”larının “kahraman”ları olarak kayalara ulaşan gençler, artık azımsanmayacak sayıdadır. Yeni bir jenerasyon, dağcılardan bağımsızlığını ilan etmekte ve yeni bir tırmanış nesli doğmaktadır; Öztürk Kayıkcı, Uğur Yılmaz, Süleyman Vardal, Murat Kandi, Doğan Palut ve daha niceleri... İstanbul’da açılan Atölye isimli mütevazı tırmanış duvarı, onların yeni buluşma mekânlarıdır ve nice hikâyenin başladığı yerdir. 2000’li yılların başında, Öztürk ve Uğur’un yaptığı rotalarla tırmanış sporuna yarışma heyecanı da gelir.

**

Uğur Yılmaz ve Evren Karadağ

Aynı yıllarda TED’de de dağcılık branşında yeniden yapılanmaya gidilmiştir. “Haylaz” çocukların kaleye dönme vakti de yaklaşmaktadır...

Askerden yeni gelen Uğur Yılmaz ve tırmanış partneri Evren Karadağ, Türkiye Dağcılık Federasyonu’nun (TDF) millî takım seçmeleri yapacağını duymuş ve tam anlamıyla sportif bir hayata geçmeye, yarışmalara hazırlanmak için planlar yapmaya başlamıştır. Marmara Üniversitesi’nde düzenlenen yarışmada birinci olmuştur ikisi de. Hediyelerini almak üzere Kutupayısı’na gittiklerinde, mağazanın sahibi ve aynı zamanda tırmanıcı olan dostları İsmail Aydoğan, TED Dağcılık bölümüne katıldığından bahseder. Uğur ve Evren’e, kulüp içinde spor tırmanış branşını başlatmalarını önerir. Kulübün onlar gibi başarılı sporculara destek olabileceğini de sözlerine ekler. Gerçekten de öyle olur!

2006 yılında Uğur ve Evren, tüm TED yarışmalarında kendilerine destek olan yakın dostları Emine ve birkaç arkadaşıyla TED’e katılır. TDF’nin düzenlediği ilk millî takım seçmeleri yarışmasında, yine birincilik kürsüsüne Uğur ve Evren çıkar; Rusya’da yapılan Avrupa Tırmanış Şampiyonası’na katılırlar. Aynı yıl onların çabasıyla TED’in bahçesine tırmanış duvarı yapılır. Uğur, kulübün teklifiyle tırmanışla ilgili tüm çalışmaları yürütmeye başlar. Bir süre sonra da “Eski günlere dönüş” sloganıyla yarışmalar düzenlemeye karar verirler. Amaç, o eski günleri yakalayamayan gençlere bir nebze de olsa aynı havayı yaşatmak, iki nesil arasındaki bağı oluşturmak, yarışmalardaki sportif öğenin kırıcılığını azaltmak, eğlenceli ve dostça zaman geçirmektir. Yıl 2009’dur.

“Federasyon millî takım seçmeleri o dönem çok popülerdi ve neredeyse tüm iyi tırmanıcılar katılıyordu. Fakat tabiatı gereği bu yarışmalar çoğu zaman aşırı stresli, gergin ve tartışma dolu geçiyordu. Biz de tırmanıştaki eğlence, dostluk ve sohbet temalarını vurgulayan bir yarışma yapmak istedik. Hem gülmek hem eğlenmek hem güzel sohbet etmek hem de ölümüne tırmanarak yarışmak, tırmanışın ruhuna daha uygundu!” diyor Uğur Yılmaz.

Tırmanıcı dostlarının gönüllü yardımını da arkasına alan ekip, sponsorlar da bularak, sessiz sedasız çalışmalarını tamamlar. Devamını Uğur’dan dinleyelim:

“Yarışma geldi çattı. Kulüp bahçesi rengârenk insanlarla dolup taşmıştı. Tenis ve eskrimin beyaz renklerine alışmış olan kulüp yöneticileri ve üyeleri, bu tablodan çok etkilenmişlerdi! Eğlenceli, uzun saçlı, yarı hippi kılık ve tavırlı, son derece sempatik ve insancıl ve aynı zamanda naif bir topluluk vardı. Tek amaçları tırmanmak ve eğlenmekti. Fakat bu kadar kalabalık, yoğun tırmanış, eğlence ve büyük içkili bir partiye rağmen hiçbir sorun çıkarmayacak kadar duyarlı bir tayfaydı. Kaya tırmanışının getirdiği özgürlükçü, anarşist ruha rağmen doğaya olan saygıdan gelen bir duyarlılık da taşıyordu bu dostlarımız.

Başkan bahçeye geldiğinde çok şaşırmış ve etkilenmişti. Bu kadar kalabalık bir organizasyon beklemiyordu. Defalarca beni ve Evren’i tebrik ederek, içten bir şekilde elimizi sıkıyor ve neye ihtiyacımız varsa hemen söylememizi istiyordu. Biz tüm sistemi kurmuş ve ekibimizin özverili çalışmalarıyla kusursuz bir şekilde işletiyorduk. Bir şeye ihtiyacımız olmadığını söyledik.

Final günü başkan, büyük bir açık büfe yemek hazırlatmıştı. Hepimiz çok şaşırmıştı, hoşumuza da gitmişti. Bir yarışmada ücretsiz yiyecek ve içecek ikram ediliyor, her şey tırmanıcılar için düşünülüp planlanıyorsa orada negatif duygular gelişmesi imkânsızdı!”

İlk yarışmaya on beşi kadın olmak üzere altmış kişi katılır. Bu sayı, ilerleyen yıllarda yüzlerle ifade edilecektir. Zaman içinde kapalı mekânda da tırmanış duvarı yapılır.

Beş yıl sonra yine dostlarla ama kıyasıya tırmanışlara sahne olan ikinci yarışma düzenlenir. “Tırmanış camiasının birlik ve bütünlüğe ihtiyacı vardı. Federasyon hiçbir şekilde ve hiçbir dönem tırmanışı anlayamamıştı ve aksine burada gerilime, kutuplaşmaya neden oluyordu. Tırmanıcıların ister rakip olsun ister iyi anlaşamasın birbirlerine ihtiyaçları vardı. Çünkü acımasız bir hayatın içinde çocukça hayallerin peşinde koşan bir avuç insandık” diyen Uğur Yılmaz, bugüne gelindiğinde yarışmalara 130-140 tırmanıcının katıldığına dikkat çekiyor: “Artık tırmanışın keskin kenarlı, net bir tanımı var. Ama gençler, hâlâ yarışmada Öztürk gibi, Duygu gibi veya Süleyman gibi bizim kuşaktan tırmanıcıların nasıl eğelenerek ve ölümcül(!) bir eforla tırmandığını gördüklerinde çok etkileniyorlar. Bu resim, onların motivasyonunu ve geçmiş kuşakla olan bağlarını güçlendiriyor. Tüm tırmanıcıların bulunmak isteyeceği bu sahneyi dostça paylaşıyorlar. Akşam da biralarını tokuştururken, günün değerlendirmesini yapıp eğleniyorlar. İşte gerçek tırmanış da budur.”

Yarışma boyunca, katılanlar da dâhil olmak üzere herkes birbirine büyük destek verdi.

Geçtiğimiz hafta, TED Boulder Cup’ın beşincisi yapıldı. İlk gününe kısaca uğrayabildiğim yarışmanın ikinci gününde finalleri izleme şansı buldum. Yarışmanın yapıldığı salonu bulmaya çalışırken yanlışlıkla girdiğim kortların arasında ya da salonların koridorlarında dolaşırken hissettiğim “resmî”, biraz da “asık suratlı” havadan bambaşka bir dünyaya ulaşacaktım yolun sonunda. Eskişehir’de yoga yapanların engellendiği aynı günlerde; İstanbul’da, onlarca genç kadın ve erkek, rengârenk kıyafetleriyle bir arada inanılmaz eğlenceli vakit geçiriyordu. Bir yanda yaşı daha yirmiye ulaşmamış gençler, diğer yanda ellili yaşlarına merdiven dayamış ya da aşmış, onlarla aynı derecede heyecanlı olan kadınlar, erkekler... Aynı kategoride olan yarışmacıların birbirlerine rota tavsiyesinde bulunarak, taktik verdiği ve hani futbol yönetenlerinden sıkça duyduğumuz “ezelî rekabet, ebedî dostluk” kavramının tam da olması gerektiği bir ortam…

Hatta finalistlerden Sevda Geyik’in, yarışma öncesinde rakiplerine pilates yaptırması, sanırım duyduğum en güzel olaylardan biriydi. Kaldı ki Sevda, yarışmanın başlamasıyla elinden geleni yapacak ve kadınlar kategorisinde kürsüye birinci olarak çıkacaktı. Erkeklerde ise “demir” gibi olan yirmi bir yaşındaki Sarp Şahin, birincilik madalyasını alırken yakın zamanda kırk bir yaşını dolduracak olan ve artık yarışma kariyerini noktaladığını açıklayan Serkan Ercan’ın da ikinci olması… Sanırım bu olay da yarışmanın amacını yansıtan, ayrı bir güzellikti.

TED Boulder Cup 5 kadınlar kategorisi birincisi Sevda Geyik. (Fotoğraf: Levent Yılmaz)

Yarışma tecrübesine çok da sahip olmayan gençlerin yer aldığı “Çekirge” kategorisi kadar; 1980 doğumluların üstündekilerin katıldığı “Son Viraj” da dikkat çeçiydi. 2000’li yıllardan bahsederken adını geçirdiğimiz Öztürk ve Süleyman; Uğur’un organize ettiği yarışmada ve daha önce gençken birlikte yarıştıkları Bulgar rota yapıcı Kalin Garbov’un yaptığı rotalarda yine bir aradaydı. Öztürk, üçüncü olduğu kürsüye -biraz da işin gırgırıyla- genç arkadaşlarının omuzlarında taşındı. Gerçi son anda düşürmeselerdi iyiydi!

Benim açımdan işin en eğlenceli kısmı; “Son Viraj”ın kadınlar kategorisinde birinci olan ancak törene katılamayan arkadaşım Filiz Karakulak’ın ödülünü almak üzere kürsüye çıkmamdı. Bu tür durumlardan genelde kaçan biri olarak, o atmosferin etkisiyle olsa gerek, kendim birinci olmuş kadar heyecanlanarak ve mutlulukla arkadaşımın ödülünü teslim aldım. Acaba aynı kulüp çatısı altında sayısız birincilik yaşayan Ludmila Grodetski, benim kadar heyecanlanmış mıydı?

**

Ludmila Grodetski illüstrasyonu: Hande Bağcı

Ludmila demişken tekrar Sevecen Tunç’un kitabına dönelim. Kitabının giriş yazısında, “Wray Vamplew, spor tarihçisinin birincil görevini mitlerin birer hakikat olarak sıradanlaşmasının önüne geçmek olarak ifade etmişti” deniliyor. “Memleket Sporundan Öncü Portreler: Sana Hikâye Geliyor” kitabında, adı geçen sporcuların hepsi sıradanlıktan uzak yaşam öyküleriyle birer “kahraman” hâline geliyor. Dilerim; Türkiye’deki spor tırmanışın da bir gün tarihi yazılır ve spor dünyasının “renkli” çocuklarının nasıl birer “kahraman” olduklarının hikâyesini herkes öğrenir.