6 Şubat Çarşamba günü İstanbul Kartal’da üç katı kaçak sekiz katlı bir bina çöktü, hızla mahkeme kararıyla yayın yasağı getirildi. Daha önce hep olduğu gibi… Çorlu tren kazası, ardından yayın yasağı… Ankara’da hızlı tren kazası ardından yayın yasağı… Daha öncekileri saymıyorum. Medya zaten ele geçirilmiş, birkaç istisna dışında zapt edilmişken bu yayın yasakları neye hizmet ediyor? Haber yapan, haberi izleyen, olayı deşen kaç gazeteci kaldı ki? Ortada olmayanın yasaklanması da bu topraklara özgü. Maazallah sistemde kaçak filan olursa diye. Kimse hiçbir şey duymasın, aman bilmesin!
İstanbul’da hiç yaşamadım. Ankara’da doğup büyüdüm. Ailemin ben hariç tamamı uzun yıllardır İstanbul’da olmasına rağmen Ankara’yı terk edemedim. Anılarımın ait olduğu kentten ayrılamadım. Çocukluğumu, ergenliğimi, yetişkinliğimi ardımda bırakıp başka bir kente yerleşmeyi içime sindiremedim. Ama İstanbul’a değişimini fark edecek kadar çok gidip gelirim. Babamın balkonundaki koltuğundan karşılara bakınca yıllar içinde manzaranın nasıl değiştiğini bilirim. Denizin yükselen binaların ardında görünmez oluşuna ben de tanık oldum. Çirkin olduğu kadar sağlamlıkları kuşkulu binalar birbirleriyle yarışırcasına dizildi yan yana. Bostancı’nın köşkleri yıkıldı; içlerinde erguvanlar, akasyalar, ulu çamlar olan bahçeler yok edildi.
Balkonda oturmaz oldu babam. Yürüyüşe de çıkmıyor. İnsanın üzerine yıkılacak gibi duran tekinsiz binaların arasında yürüyüş de yürüyüş değil çünkü.
Sokaklarda oyalanmak imkansız. Ağaçsız, boğucu, betonla örülmüş bir sokak sokak mıdır ki? Çocuk seslerinin işitilmediği sokak sokak olur mu? Bahçe duvarı yok ki üzerine oturasın. Arkadaşlarınla yeni yetme heyecanlarını paylaşasın. İçini diz boyu ot bürümüş boş arsa yok ki çocuklar o otların arasında çekirge yakalamanın tadını alsın. Boş alan yok ki misket oynayabilsinler. Sekseksiz, ip atlamasız, yakan topsuz, istopsuz çocukluk mu olur? Kentsel dönüşüm adı altında eski binaların yıkılıp yerine Dubai taklidi gökdelenlerin yapıldığı bir kent artık İstanbul. En çok on yıl önce birkaç aracın zor geçtiği caddeler artık trafik gürültüsünün hiç kesilmediği arterler. Gürültüden uyunmuyor.
Bir bina çöktü. Bu kentin yaşanamaz hale geldiğini, kentin yeni dinin ikonları olan gökdelenlerden ibaret hale geldiğini, buralarda artık insana yer olmadığını göstere göstere çöktü. Yeni tanrımız paraya, yeni tapınaklarımızda kurban verdik. Gümbürtülü bir sessizlikle…
Duraklar salkım saçak… İnsanlar donuk bakışlı, soluk tenli… Kent zehirliyor. Benizleri griye çalan onca insan sokaklara sığamıyor. Renklerini kaybetmiş öylece bekliyorlar duraklarda. Ellerindeki telefonlarına gömülmüş, cansız. Duyguları var mı? Beklentileri var mı? Sanki bir anti-ütopyanın robotlaşmış canlıları gibiler.
Sokaklar ne yapsanız temizlenmiyor. Kirli bir gri hayatımıza hakim tek renk artık. Binaları rengarenk boyasanız, balkonlarda saksılarınızda bir parça yeşiliniz olsa kaç yazar, griyi bastıramıyor o maviler, kırmızılar, yeşiller… Toprağın rengini unuttuk. Beton grisinden başka bir renk tanımıyoruz. Renkler bizi terk ediyor sırayla…
Hortumlar kentleri tehdit ediyor. Beton grisine teslim ettiğimiz dağlar artık suları tutan ağaçlardan yoksun. Sel basıyor büyük kentlerimizi. Sular altındayız. Suyun rengi de gri… Mavisi kalmadı.
Bir bina çöktü, enkazı yerde. Hepimiz altında kaldık. Para tanrısının gazabına uğradık. Aman kimse duymasın, kimse bilmesin nasıl caniler olduğumuzu, o enkazdan nasıl sorumlu olduğumuzu. Şşşşş, aman ha susun!