AKP’nin ideolojisi, partinin kuruluşundan bu yana önemli
değişimler geçirdi. Parti kimliğinde yaşanan değişimleri üç evreye
ayırarak toparlamak mümkün. AKP’liler, kendini tanımlamak için ilk
başlarda "muhafazakâr demokrasi" kavramını kullandı. Ardından,
medeniyetçi görüş açısının ön plana çıktığı ikinci bir evre geldi.
Son olarak, yerli ve milli oluşun parti ideolojisinin kurucu unsuru
olduğu ileri sürüldü. Doğal olarak, partililerin söylem ve
davranışlarını yönlendiren stratejilerde de benzer bir dönüşüm
açığa çıktı. Uyum ve bütünleşme vaat eden muhafazakâr demokrasi
programıyla yola çıktığı iddiasındaki AKP’liler, sonuçta
kendilerini çatışma ve kutuplaşmayı egemen kılan siyasi anlayıştan
beslenirken buldular. Yarattıkları kasvetli atmosfer, uzun süreli
iktidarlarının karşılaştığı her ciddi riski, devleti kuşatan yıkıcı
bir komplonun parçası olarak tanımlamayı kolaylaştırdı. Tehdit
algısının yükseltilmesiyle meşrulaştırılan güvenlikçi uygulamalar
öyle bir noktaya vardı ki, artık bir korku ikliminde yaşamanın
anlamını bilmeyen kimse kalmadı.
Yaşanan dönüşümün kaynaklarını tartışmaya işin seçmen
cephesinden başlamak, makul bir yolmuş gibi duruyor. Esasında
temsili demokrasilerdeki siyasi partiler birer “oy makinesi” gibi
çalışırlar. Partilerin ideolojik çerçevesi, ister istemez seçim
dinamiği tarafından şekillendirilir. İdeoloji, bu bağlamda, siyasal
inanç, değer ve kanaatlerin oluşturduğu bütünsel zihniyet yapısı
anlamına gelir. Rekabetçi siyasi sistemlerde işleyen her
ideolojinin temel sorunu, seçmen zihniyetindeki değişimleri
yakalamak ve bir parti programı biçiminde şekillendirmekten
ibarettir. Ne var ki, kimsenin elinde seçmen zihniyetinin nasıl ve
hangi yönde değişeceğini gösterecek sihirli bir küre yoktur. Var
olan sadece önceki seçim sonuçları ve seçmenlerin şimdiki
eğilimlerini tahmin etmekte kullanılan kamuoyu araştırmalarıdır.
Dolayısıyla parti ideolojileri, kaçınılmaz olarak eksik bilgi
koşullarında inşa edilir ve seçimlerde sınanır. Sonuç olarak, bir
partinin ideolojik çizgisinin sürekliliği, seçim sınavından ne
ölçüde başarıyla çıktığına bağlı olarak belirlenir.
Ancak bu “makul ölçüt”, yani ideolojik sürekliliğin seçim
başarısıyla olan ilişkisi AKP’nin ideolojik dönüşümünü açıklamakta
yetersiz kalıyor. Çünkü AKP 2002’den sonra yapılan on üç oylamanın
tamamını kazanmasına rağmen, ideolojik çizgisini üç kez ciddi bir
şekilde değiştirmekte hiçbir tereddüt göstermemiştir. Buna rağmen,
iktidara müzahir yazarların çoğu yaşanan değişiklikleri bir sorun
olarak görmemiştir. Aksine, partinin seçim başarılarının ardındaki
asıl dinamiğin bizzat bu “dönüşüm kudreti” olduğunu ileri
sürmüştür. Onlara göre, söylem ve davranış değişiklikleri, aynı
ideolojinin zamanın ihtiyaçlarına göre öne çıkarılmış unsurları
olmanın ötesinde bir anlam taşımaz. Dahası, millilik boyutu sanki
bugün çok vurgulanıyormuş gibi gözükse de, aslında en başından hem
“muhafazakâr demokrasi” anlayışına hem de “bizim medeniyet”
söylemine içkin olan bir ilkeydi. Dolayısıyla ideolojik çizginin
asıl hareket yönünün değiştiğini söylememeliyiz. AKP’nin yaptığı,
siyasetin önüne dikilen engelleri aşacak bir “esneklik” veya halkın
ihtiyaçlarını karşılamayı öncelik kabul eden bir “pragmatizm”
göstermektir; nokta!
Elbette siyasette değişim ihtiyacının ve esnekliğin önemini
inkar edecek değilim. Fakat AKP ile ilgili gerçek, bu özürcü
açıklamalarda dile getirilenden çok farklı. Yaşanan dönüşüm, hangi
gerekçeyle izah edilirse edilsin, her biri ayrı yöne giden ve bir
arada sürdürülemeyecek değişim dinamikleri yaratmıştır. Demokratik
hukuk devletini, toplumsal barışı ve kamu hizmetinin etkinliğini
ortadan kaldıran bu dinamiklerin bizi götüreceği tek yer var:
çürüme. Siyasal çürümeyi sanki bir gelişme veya değişimmiş gibi
kabul etmek, eğer insan bununla kişisel kazanç amacı gütmüyorsa,
çok vahim bir hata olur. Baktığımızda, 2012 yılında benimsenen
“bizim medeniyet” kavrayışı, Arap Baharı ile oluşan yeni durumda,
Türkiye’yi bir bölge gücü olarak tanımlama ihtiyacının bir
ürünüydü. “Yerli ve milli” olma ölçütüyse, Gezi Eylemleri ve 17-25
Aralık süreciyle açığa çıkan meydan okumaları yönlendirecek bir
ilke olsun diye ileri sürüldü. Her iki durumda da AKP’nin asıl
motivasyonu, kendi iktidarını tahkim etmek ve artık tümüyle
partinin kontrolünde olan devletin bekasını sağlama veya büyütme
arzusuydu.
Artık AKP’nin geçirdiği ideolojik dönüşümün, neden seçmen
zihniyetindeki değişimlere uyumla ilgili olmadığını daha net
görebiliriz sanıyorum. Aslında seçmen eğilimlerinin parti
ideolojilerini şekillendirdiği genel olarak doğrudur. Gel gelelim
2002 sonrasında ortaya çıkan hâkim parti eğiliminin siyasi
rekabetin dozunu azaltması, parti programlarının seçmen
tercihlerinden kısmen özerkleşmesiyle sonuçlandı. AKP, kendi
iktidarını güçlendirmekle ilgili meseleleri, her durumda ülke
gündemine mal etmenin bir yolunu buldu. Çünkü art arda gelen seçim
başarıları, AKP’nin seçmen zihniyeti üzerinde aksi tesir yaratacak
bir güce kavuşmasını sağladı. AKP’yi iktidara getiren “oy
makinesi”, partinin ideolojik söylemindeki içerik
değişikliklerinden etkilenmeden kalmayı bu sayede başarabildi.
Özetle, AKP’nin başarısında kritik olan, her evrede muğlak bir
kimlik tarif etmek ve içeriği duruma göre şekillendirilebilir
kavramlarla iş görmektir.
Aslında muğlaklık, bir açıdan siyasetin “fıtratında” var olan
bir şeydir. Eldeki imkanlar kullanıldığında, başta hedeflenen
sonuca götüreceği kesin olan hiçbir yol yoktur. Geleceğin belirsiz
olması, siyasetçilere her zaman için beklenmedik olayların
yaratıcılığına güven duymayı öğretir. Bundan dolayı, her siyasi
konjonktür, bazen tezat da teşkil edebilecek, birden fazla ihtimali
bağrında taşır. Söz gelişi, kriz bir yıkımdır, ama bir fırsata da
dönüştürülebilir. Yahut, kötü bir sonuç tükenişi ifade eder, ama
yeni bir başlangıç için fırsatlar da yaratır. Somut duruma içkin
olan ihtimallerin dinamizminden kaynaklanan bu “yapısal muğlaklık”,
iyi idare edildiğinde siyasal gücün ana kaynağı haline gelebilir.
Lakin muğlaklığın yarattığı güç kadar, gücün yarattığı bir
muğlaklık durumu da vardır. İktidarın, kazançlı çıkmak için
belirsizliği kasıtlı olarak yarattığı ve yönettiği bu durumu
“stratejik muğlaklık” olarak adlandırıyoruz. Stratejik muğlaklığın
kazanımlarının başında, bağdaşmayan politikaları bir arada
yürütmeyi, sorun alanlarını tanımlanamayacak kadar
belirsizleştirmeyi, hızlı ve zahmetsiz bir ideolojik dönüşümü
mümkün kılması gelir.
Stratejik muğlaklık, AKP için bir yandan hem o hem bu olmayı,
diğer yandan ne o ne bu olmayı işine geldiği şekilde savunmayı
mümkün kılmıştır. Örneğin “Kopenhag kriterlerini Ankara kriterleri”
olarak kabul eden anlayış, Ortadoğu veya İslam referanslarına
dayalı “bizim medeniyetimiz” anlayışıyla aynı anda savunulduğunda
hem Avrupalı hem Ortadoğulu olma iddiası öne çıkar. Öte yandan,
aynı iddia ne tam olarak Avrupa’ya ne tam olarak Ortadoğu’ya ait
olma stratejisini de savunmayı mümkün kılar. Bu muğlaklığın başka
bir örneğini çözüm sürecinde “Baldıran zehri içmeyi” göze aldığını
söyleyen medeniyetçi Erdoğan’ın dönüşümünde de gördük. Aynı
Erdoğan, yerli ve milli bir lidere dönüştüğünde, çözümü “Son
terörist imha edilinceye kadar” mücadele etmekte gördüğünü
açıklamıştı. Benzer birçok başka örnekte de olduğu gibi,
kastedilmiş muğlaklık somut durumun içerdiği ihtimalleri en iyi
şekilde değerlendirmeye yol açmadı. Asıl işlevini, AKP’yi ve
Erdoğan’ı siyasal sorumluklarını inkar etme kudretiyle donattığında
ifa etti. Sonuç, AKP’nin oy makinesini sağlama alan, ancak siyaseti
yönsüz ve güçsüz kılan puslu bir ortamın hâkim kılınması oldu.
Muğlaklık stratejisi, bazı koşullar gerçekleştiğinde, açık ve
iyi tanımlanmış bir ideolojinin yararsız olabileceğini açıkça
ortaya koyuyor. Buradan çıkan en önemli sonuç, rekabetçi siyasette
ideolojinin ne olduğundan önce nasıl kullanıldığına bakmanın
gerekli olduğudur. Meselenin esası, somut durumda mevcut olan
ihtimalleri en muğlak halleriyle almak ve her işe koşabilecek
şekilde işleme sokmakta yatmaktadır. Ancak böylesi bir kullanım
sadece iktidar pozisyonundakilerin sahip olduğu ayrıcalıklarla
mümkün. Yani dünyayı yeniden anlamlandırmayı ve insanları buna ikna
etmeyi mümkün kılacak kaynaklara sahip olmanız gerekiyor.
Karşımızdaki soru şudur: Kasten belirsiz ve gevşek tarif edilmiş
stratejik muğlaklıklar alanında siyaset yapmayı kabul etmeli
miyiz?
Gelecek yazılarda değişik açılardan bu soruya yanıt bulmaya
çalışacağım. Şimdilik şu kadarını söyleyebilirim: Görüldüğü
kadarıyla iktidara hakikati söylemek yararsız. Çünkü iktidar
hakikati zaten biliyor, ama kendi yarattığı muğlaklıktan kazançlı
çıkmaya çalışıyor. Fakat onun belirleyemediği, siyasetin
genetiğinde mevcut olan belirsizliklerin tanımladığı bir “yapısal
muğlaklık” alanı da var. Boş ve yıkıcı bir iyimserlikten değil,
yaratıcı ve yenilikçi imkanlardan kaynaklanan bir umutla gözümüzü
dikeceğimiz yer orası olmalıdır.