'Şu an bu işe katlanmamın tek bir gerekçesi var, işsizlik korkusu...'

Tecrübeli bir bankacı, bir bekâr anne her sabah kendini yatağından kazıyarak mesaiye nasıl ağlamaklı başladığını anlatıyor. İki yılda iyice kötüleşen çalışma koşulları canına tak ettikçe, işsizliğin ona neye mal olacağını aklından geçiriyor, yutkunuyor, devam ediyor. İşsizliğin yükselişi, milyonlarca çalışanın bu korkuyla sineye çektiklerini de arttırıyor. İşsizliğin ve bu kaygının beyaz yakadaki etkisi için de söz, alandaki dokuz örgütlenmeden müteşekkil Güneşli Pazartesiler'de.

Pınar Öğünç yazar@gazeteduvar.com.tr

Bölüm V

İşlerini ona göre ayarlamış, buluşacağımız için uzun zamandır ilk defa bilgisayarını akşam 6 civarında kapattığını söyledi; yoksa en az 7-8'de paydos etmek normal olmuş çünkü. O da bu ara sadece. Bu yazıyı okuyan kim bilir kaç kişiye ne kadar tanıdık geliyor bu tarif ettiği hal, ne var ki hatta şaşılacak?

Karşımda oturan kadın, kırklı yaşlarının ikinci yarısında 25 yıllık bir bankacı. İsmini Burcu yapalım. Ergen bir oğlu, 20'lerinin başında üniversitede okuyan bir kızı var. Eşinden boşandığı on yıl öncesinden beri bekâr bir anne olarak maaşının büyük kısmı iki çocuğunun masraflarına ama en çok da kiraya gidiyor. O ay kazandığından başka geliri, ayrıca malı mülkü yok. “Bir ay çalışmasam çadırdayız, o derece” diyor, gülüyor bunu söylerken. İş Kanunu bir yıl boyunca yapılacak fazla mesai için 270 saat sınırı koyuyor; Burcu'nun 2020 yılında yaptığı fazla mesai ise 600 saate yakın! Ve Burcu her sabah kendini yataktan kazıyarak başlıyor güne. 40'lı yaşlarının sonunda bir kadın olarak şu ara işsiz kalırsa yeni bir iş bulmanın imkânsıza mesafesini sektördeki tecrübesinden biliyor. Burcu, emekliliğine beş-altı yıl kalmışken işsiz kalmasının bir felaket olacağının farkında. Yataktan sürünerek kalkıyor, gün boyunca başında geçen her salise kaydedilecek olan bilgisayarına doğru yürürken ağlayası geliyor, bazen ağlıyor da. İşsiz kalamaz, işsiz kalmamalı. Sadece bunu düşünüyor.

İşsizliği hem bireysel hem toplumsal ölçekte daha geniş çaplı bir sorun yapan sadece işsiz kalınan anda çalışan bir sayaç olmaması, sonraki işe kadar uzaması beklenen bir azaptan ötesini işaret etmesi. İşsizliğin, kapitalizm için bir devamlılık şartı oluşunu, kendi birikiminin seyrinde işgücünden uzaklaştırdığı kitleleri “yedekte” tutmasının ne anlama geldiğini bu yazı dizisinin ikinci bölümünde konuşmuştuk. İşsizlik oranlarının yükseldiği dönemler kayıt dışı çalışmanın, kötü çalışma koşullarının ve daha düşük ücretlerin normalleştiği dönemler oluyor aynı zamanda. Kriz sürerken işsiz kalma kaygısı çok kişinin çalışma tercihlerini ve de psikolojisini biçimlendiren ana etkene dönüyor. Düzey farklılaşsa da işsizlik ile iş güvencesizliğinin hemen hemen aynı psikolojik ve bunlardan kaynaklı fiziksel sorunlara yol açtığını da dördüncü bölümde ele almıştık. Hatta işsizlikle iş güvencesizliğinin kadınlar üzerindeki tesiri neredeyse aynı; daimî kaygı.

'TAYVAN'DA UCUZ İŞÇİ ÇALIŞTIRMAK GİBİ'

İşsizliğin yükseldiği dönemlerde işsiz kalma kaygısı, sadece yoksulluk derecesiyle değil, kimi zaman sınıf ayrıcalıklarını, statüyü koruyamama endişesiyle de mayalanıyor. Burcu, milli gelire katkısı, istihdam oranı, dijitalleşme sürecinin yansıması, pandemiden etkileniş biçimi gibi niteliklerinden dolayı bankacılığın, beyaz yakalılardaki bu kaygıyı anlamak için en iyi sektör olduğunu düşünüyor; ona göre “kapitalizmin vücut bulduğu yer” burası.

Meslek hayatı boyunca çok sayıda bankanın, Anadolu'nun birçok şehrine de yayılan çok sayıda şubesinde çalışan Burcu, şu anda Genel Müdürlük'te teknik bir operasyon bölümünde. Verilerle konuşuyor. Şu anda Türkiye'de elli bankada çalışan 185 bin kişinin yüzde 51'e yakını kadın. Sektördeki yüzde 25-30 oranında yabancı sermayenin “esneyebildiği kadar” ölçekli mesai saatleriyle, çalışanlara konan olağanüstü hedeflerle, kendi ülkelerinde hayata geçiremeyecekleri bir çalışma düzeni dayattığını, yüzde 88'i üniversite ve yüksek lisans diplomalı bu kalifiye işgücüne “Tayvan'da ucuz işçi çalıştırmak gibi” baktığını düşünüyor. İçerideki piramit ise hayli vahşi: Üçgenin sivri ucuna yakın yönetici kadro ayda 80-100 bin TL gibi maaşlar alırken, şubelerde gişede çalışanlara asgari ücret, belki bunun çok az fazlası ödeniyor. Satışçıların maaşları genel olarak 4-5 bin TL civarında. Gelmeden kontrol etmiş, pandemiye rağmen özel bankalarda son altı ayda kâr artışı ise yüzde 30'a yakın. Bu Burcu gibi binlerce insanın geçen yıl ağlaya inleye altı yüz saate yakın fazla mesai yapmasıyla mümkün olabildi.

Pandeminin sektöre en büyük etkisi, zaten var olan dijitalleşme eğilimine kattığı inanılmaz ivme. Mobil bankacılık, ATM bankacılığı, iletişim merkezi bankacılığı gibi temassız, şubesiz yöntemlerin çok hızlı bir şekilde geliştiğini, bu birimlerde çalışanların süreçte “tam bir köleye” dönüştüğünü söylüyor. Aynı esnada kredi vermekten “kasada paranın kalmadığı” günler yaşanmış, dönemsel ciro kaybını kapatabilmek için satış pazarlamadakilerin hedefleri arttırılmış. Dediğine göre şu anda kimi bankalarda satış temsilcileri, günde 50 bin lira gibi çok ağır bir hedefle çalıştırılıyor. Mesai saatleri içinde 50 bin liralık kredi satmak zorundalar yani.

Burcu, bankada pandemiyle yükü inanılmaz artan bir birimde çalıştığı için, iş dışında kelimenin gerçek anlamıyla sadece uyuduğu, uykunun da üç-beş saate indiği bir dönemi var. İş arkadaşlarından özellikle çocuğu olanların ne kadar zorlandığını anlatıyor. Zorlanmak hafif kaldı, çünkü örneğin böyle küçük çocukları olan bir arkadaşının saçından tutamlar yolar hale geldiğinde dayanamayarak işi bıraktığından söz ediyor. Bu süreçte işten çıkarma yasağı yüzünden işsiz kalan çok olmadıysa da, krizin yanında hızlanan otomasyonun zaten orta vadede tesirini göstereceğini düşünüyor. Mesela artık kredilerde karar süreci sanal zekâya bırakıldığından, tashih birimleri değişmek zorunda.

'SEN BANKACISIN, AYAĞINI DENK ALACAKSIN'

Burcu daha 20'lerindeyken, bir bankanın açtığı sınavı duyuyor ve o ara almak istediği bir müzik seti var, “Onu alayım da bırakırım sonra” diyor. O günden sonra sosyalliğiyle, iş arkadaşlarına sığınmasıyla iç sıkıntısını hafifletmeye çalışsa da gerçek şu ki 25 yıldır aslında hiç sevmediği bir işte çalışıyor. Üzerine bir de eziyete dönen pandemi süreci... “Şu an bu işe katlanmamın tek bir gerekçesi var, işsizlik korkusu...” diyor. Bu itiraftaki netlik de ne kadar tanıdık birçok insan için.

Genel olarak bu kaygının beyaz yakalı sektörlerde daha yüksek olduğunu, bunun da kötüleşen her tür çalışma koşulunu kabullenmeye ittiğini düşünüyor Burcu. Neler bu söz ettiği koşullar? Yüksek hedefler, daimî gözetim, esnek iş saatleri, altı ayda bir performans değerlendirmeleri; tüm bunların aile ilişkilerine, hayattan aldığı zevke yansıması... Hem işe girerken, hem çalışma süreçlerinde kişisel bilgilerin korunmasına yönelik hakları yerle bir edilerek “borçluluklarının” soruşturulması... Çalıştırılabilecek denli “makul” insan olma gereğinin tüm hayatlarına yansıması ve derken işin tüm hayat olması... Yerleşik mobbing, her şeye rağmen çalışandan yana bir meslek örgütünün olmayışı, zaten çalışanlarda bu yapılara dair var olan korku... “İstikrarsız bir ülkede” düzenli maaşın, “sosyal devletin olmadığı yerde” iş yerinin sağladığı özel sağlık sigortası gibi imtiyazların “bağımlılık” yaratışı... Ve tüm bunlardan konuşmaktan duyulan kaygı... Çevresinin çok geniş olmasına rağmen, bir gazetecinin karşısına geçip bunları anlatacak bir ikinci kişi bulabileceğini pek sanmadığını söylüyor Burcu. Koşullara dair eleştiri varsa da, genel eğilimin bunu yöneticilere, belki çalışma arkadaşlarına yöneltmek olduğu kanısında. O da aslında herkesin içinden yaptığı bir eleştiri.

“Dönem dönem bizim kredi borç kayıtlarımıza bakılıyor. Yani sen hırsızlığa aday bir personel misin? Çok borcun var mı? İşin doğası gereği belli kontrollerin yapılması gerekebilir, emanet bir parayı yönetiyoruz. Ama bu işe alımlarda da geçerli. Geçmişte bile olsa hakkında haciz kaydı var mı? Bu soruşturmanın yasal bir dayanağı yok. Ayrıca çıkarken bile eyvallah etmen gerekiyor. İK (İnsan Kaynakları) havuzu vardır, her İK'cı yeni gelen bankacıyı bir önceki İK'cıdan sorar: Nasıl bilirsin? Olumsuz bir şerh düşülürse zaten alınmaz. O yüzden de mümkün olduğunca zıtlaşmadan gitmek zorunda hissedersin. Çalışırken de çok 'steril' olmak zorundasın. Bu da kendini kaybetmeyeceğin, asla borca girmeyeceğin bir hayatın olmasını gerektiriyor. Mesela bir gün önce alkol aldığın da hissedilmemeli, mesela çok gülmemelisin. Aslında muhafazakâr bir sektör. İlk başta verilen oryantasyon eğitimiyle başlar bu. Orada teknik bilgi alırsın ama bu eğitim aynı zamanda kültürel bir asimilasyon sürecidir, 'Sen bankacısın, ayağını denk alacaksın' öğretilir.”

Eğer bu dönemde işten çıkarılırsa Burcu'nun B planı yok. 50'nin bir bankacı için yolun sonu gibi bir yaş olduğunu biliyor; “Sonrası ya emlakçılık, ya serbest meslek” diyor gülerek. Çok sayıda bankacının işsiz kaldığı 2001 krizine kıyasla ekonomik açıdan daha belirsiz bir durumda olduğumuzu söylüyor; önümüzdeki “yıkıldı yıkılacak bir duvar” ona göre. Ve aslen “rakamlarla işleyen” kendi sektörü dahil her şeyin siyasi konjonktüre bağlı gelişeceği kanısında; verilerden, gerçeklikten kopulmuş durumda çünkü.

Evet, Burcu 25 yıl önce almış o müzik setini. Ama gönlünce dinlemeye pek vakti olmamış. Yine o sinir bozukluğuyla, yine gülerek söylüyor bunu da.

İŞİN VE İŞSİZLİĞİN ANLAMLARI DEĞİŞİRKEN

Güneşli Pazartesiler (Los Lunes Al Sol, 2002), neoliberalizmin 21. yüzyıla denk gelen ilk krizinin sonuçlarını, İspanya'nın kuzeyinde bir liman şehri olan Vigo'da işsiz kalan bir grup tersane işçisine odaklanarak anlatan bir filmdi. İzleyenin, işsizliğin haletiruhiyesi üzerine düşünürken hemen aklına düşen bir hikâyesi var. Üzerinden geçen neredeyse yirmi yıl ise hemen her sektörde daha da ağırlaşan çalışma koşullarını, çalışandan yana izansız hak kayıplarını, sosyal devletten kalan kırıntıların dahi ufalanışını işaret ediyor. Bu yazı dizisi için, tecrübe paylaşımından örgütlenme tartışmalarına, hukuki yardımdan psikolojik desteğe, beyaz yakalı sektörlerde varlık gösteren örgütlerden Plaza Eylem Platformu'na* ulaştığımda, daha geniş katılımla karşılık vermek istediler, Güneşli Pazartesiler olarak cevapladılar sorularımı. Bir kolektif, bir platform diyebiliriz belki, güneşli pazartesilerde buluşan bu bir grup beyaz yakalıya.

Son döneme ve işsizliğe odaklandığımızda Güneşli Pazartesiler, öncelikle temmuz başında yasak bittikten sonraki ilk dalga işten çıkarmaların, göze batmamaları için bilhassa beşer, onar kişilik gruplar halinde yapıldığına dikkat çekiyor. “Ücretsiz izin”, “işten çıkarma yasağı” gibi uygulamaların, pandemi sürecinde işten çıkarmaları görünmezleştiren, normalleştiren bir etkisi oldu. Çalışma biçimlerinde yaşanan sürece özgü değişimlerle ve de krizin etkisiyle işsizlik algısının da değişim gösterdiği kanısındalar. Beyaz yakalılar dediğimizde homojen bir kitleden söz etmek mümkün değil. Bankacı Burcu'nun da dile getirdiği gibi üst düzey bir yönetici ile işgücünün çok daha geniş bir kısmını oluşturan beyaz yakalı “düz” çalışanlar arasındaki gelir uçurumu gittikçe derinleşiyor.

Buradan baktığımızda işsizliğin bugün yaratacağı kaybın büyümesi, belirsizliğin kemikleşmesi çalışanlarda korkuyu derinleştiriyor, yaygınlaştırıyor. Birçok beyaz yakalının bu olanları bir tür doğal afet gibi algıladığından söz ediyorlar. Beyaz yakalıların apolitikliğine dair bir kinaye değil bunu söyleten. Meseleyi sistem sorunu olarak kavrayamamayı değil, sonuçlarını değiştirmeye gücün yetmeyişini, bu kabulü vurgulamak için yapılan bir benzetme bu. “Toplumsal bir çıkış yoksa da bireysel bir çıkış mümkün olmalı” inancı, temennisi var aynı zamanda bu afet benzetmesinde. Yurt dışında iş bulmaya çalışmak ya da evden yurt dışındaki firmalar için çalışma olanağı yaratmaya çalışmak bu bireysel çözüm arayışının ilk halkalarından. Afette hayatta kalma motivasyonunun ilginç sonuçlarından biri de, belki şimdiye dek sistemden çıkma planı olan “köye kaçış”ın, bugün şehirden kopma ve küçük yerde esnaflık yapma, küçük işletmeler kurma, tarım yapmaya çalışma gibi B seçeneklerine evrilmiş olması gözlemlerine göre. Bir çıkış arzusundan çok bir mecburiyeti işaret ediyor artık.

İşsizliğin artışı hâlâ çalışmakta olanlarda sadece her an işini kaybedebilme kaygısını değil, çalışan aleyhine dönüşen koşulları kabullenmeyi de artırıyor. Güneşli Pazartesiler işe başlama ücretlerinde düşüş gözlendiğinden, enflasyonun etkisiyle kazançların zaten durduğu yerde azaldığından bahsediyor. Mavi yakalı sektörlerde yaygın olan, vergiden kaçınmak için ücretin düşük gösterilmesi, bir kısmının bankaya yatırılmak yerine elden verilmesi gibi “işçiyi işverenle suç ortaklığına” mecbur bırakan uygulamalar, beyaz yakalı sektörlerde de yaygın ve yaygınlaşmakta. Pandemiyle normalleşen evden çalışma düzeninde kesilen yol ve yemek ücretleri, “hibrit” denebilecek yarı zamanlı ofis düzeninde tekrar işletilmeyebiliyor. Giden hak gittiğiyle kalıyor. Tüm bunların işi anlamlandırma biçimlerini değiştirdiğinden, somut fakirleşmenin yanında “işten beklentinin fakirleşmesinden” söz ediyorlar.

Daha genel çerçevede eğitimin, kişisel becerileri geliştirmenin refahla bağının kopması ise, tedavülden kalkmış paralara benzeyen diplomalardan dev bir yığın yaratıyor. Eğitim artık bir güvence değil, bir vaat değil. Altını çizdikleri arasında şu özellikle ilginç: Eğitim, artık sadece yoksul aileler için değil, çok daha geniş bir kesim için çocukları için yapacakları “riskli bir yatırım”. Bu gidişatın dayattığı “vakıf üniversitelerinde okurken bir yandan çalışmak zorunda olan gençler” ise daha 20'lerinin başında kısa dönemli, güvencesiz işlerden usanmış durumda buluyorlar kendilerini. Üzerine “iş beğenmiyorlar” cümlesini ziyadesiyle duyarak hem de. Buradan da belli ki ileride daha çok konuşacağımız başka tür bir kuşak çatışması doğuyor. Ve kaynakları farklı öfkeleriyle, geleceğin belirsizliği karşısında gittikçe daha da görünmezleşen kuşaklar...

*http://plazaeylem.org 

**Banka Ve Finans Emekçileri Dayanışma Ağı, Bilişim Emekçileri Dayanışma Ağı, Kaç Bize Gel, Ofissizler, Öğretmen Dayanışması, Plazaeylem Platformu, Politeknik, Toplumcu Mühendisler Ve Mimarlar Meclisi, Ücretli Çalışan Ve İşsiz Mimarlar Forumu.

**

Resmi iş gücü istatistikleri gerçek hayattan gittikçe daha fazla koparken, işsizlik sorununun kaynaklarına, derinliğine, sonuçlarına ve bugünlere mahsus yanlarına biraz daha yakından bakmaya niyetlenen sekiz bölümlük bir yazı dizinden bir parça okudunuz.

Tüm yazılarını göster