
Bölüm V
İşlerini ona göre ayarlamış, buluşacağımız için uzun zamandır
ilk defa bilgisayarını akşam 6 civarında kapattığını söyledi; yoksa
en az 7-8'de paydos etmek normal olmuş çünkü. O da bu ara sadece.
Bu yazıyı okuyan kim bilir kaç kişiye ne kadar tanıdık geliyor bu
tarif ettiği hal, ne var ki hatta şaşılacak?
Karşımda oturan kadın, kırklı yaşlarının ikinci yarısında 25
yıllık bir bankacı. İsmini Burcu yapalım. Ergen bir oğlu,
20'lerinin başında üniversitede okuyan bir kızı var. Eşinden
boşandığı on yıl öncesinden beri bekâr bir anne olarak maaşının
büyük kısmı iki çocuğunun masraflarına ama en çok da kiraya
gidiyor. O ay kazandığından başka geliri, ayrıca malı mülkü yok.
“Bir ay çalışmasam çadırdayız, o derece” diyor, gülüyor bunu
söylerken. İş Kanunu bir yıl boyunca yapılacak fazla mesai için 270
saat sınırı koyuyor; Burcu'nun 2020 yılında yaptığı fazla mesai ise
600 saate yakın! Ve Burcu her sabah kendini yataktan kazıyarak
başlıyor güne. 40'lı yaşlarının sonunda bir kadın olarak şu ara
işsiz kalırsa yeni bir iş bulmanın imkânsıza mesafesini sektördeki
tecrübesinden biliyor. Burcu, emekliliğine beş-altı yıl kalmışken
işsiz kalmasının bir felaket olacağının farkında. Yataktan
sürünerek kalkıyor, gün boyunca başında geçen her salise
kaydedilecek olan bilgisayarına doğru yürürken ağlayası geliyor,
bazen ağlıyor da. İşsiz kalamaz, işsiz kalmamalı. Sadece bunu
düşünüyor.
İşsizliği hem bireysel hem toplumsal ölçekte daha geniş çaplı
bir sorun yapan sadece işsiz kalınan anda çalışan bir sayaç
olmaması, sonraki işe kadar uzaması beklenen bir azaptan ötesini
işaret etmesi. İşsizliğin, kapitalizm için bir devamlılık şartı
oluşunu, kendi birikiminin seyrinde işgücünden uzaklaştırdığı
kitleleri “yedekte” tutmasının ne anlama geldiğini bu yazı
dizisinin ikinci bölümünde konuşmuştuk. İşsizlik
oranlarının yükseldiği dönemler kayıt dışı çalışmanın, kötü çalışma
koşullarının ve daha düşük ücretlerin normalleştiği dönemler oluyor
aynı zamanda. Kriz sürerken işsiz kalma kaygısı çok kişinin çalışma
tercihlerini ve de psikolojisini biçimlendiren ana etkene dönüyor.
Düzey farklılaşsa da işsizlik ile iş güvencesizliğinin hemen hemen
aynı psikolojik ve bunlardan kaynaklı fiziksel sorunlara yol
açtığını da dördüncü bölümde ele almıştık.
Hatta işsizlikle iş güvencesizliğinin kadınlar üzerindeki tesiri
neredeyse aynı; daimî kaygı.
'TAYVAN'DA UCUZ İŞÇİ ÇALIŞTIRMAK GİBİ'
İşsizliğin yükseldiği dönemlerde işsiz kalma kaygısı, sadece
yoksulluk derecesiyle değil, kimi zaman sınıf ayrıcalıklarını,
statüyü koruyamama endişesiyle de mayalanıyor. Burcu, milli gelire
katkısı, istihdam oranı, dijitalleşme sürecinin yansıması,
pandemiden etkileniş biçimi gibi niteliklerinden dolayı
bankacılığın, beyaz yakalılardaki bu kaygıyı anlamak için en iyi
sektör olduğunu düşünüyor; ona göre “kapitalizmin vücut bulduğu
yer” burası.
Meslek hayatı boyunca çok sayıda bankanın, Anadolu'nun birçok
şehrine de yayılan çok sayıda şubesinde çalışan Burcu, şu anda
Genel Müdürlük'te teknik bir operasyon bölümünde. Verilerle
konuşuyor. Şu anda Türkiye'de elli bankada çalışan 185 bin kişinin
yüzde 51'e yakını kadın. Sektördeki yüzde 25-30 oranında yabancı
sermayenin “esneyebildiği kadar” ölçekli mesai saatleriyle,
çalışanlara konan olağanüstü hedeflerle, kendi ülkelerinde hayata
geçiremeyecekleri bir çalışma düzeni dayattığını, yüzde 88'i
üniversite ve yüksek lisans diplomalı bu kalifiye işgücüne
“Tayvan'da ucuz işçi çalıştırmak gibi” baktığını düşünüyor.
İçerideki piramit ise hayli vahşi: Üçgenin sivri ucuna yakın
yönetici kadro ayda 80-100 bin TL gibi maaşlar alırken, şubelerde
gişede çalışanlara asgari ücret, belki bunun çok az fazlası
ödeniyor. Satışçıların maaşları genel olarak 4-5 bin TL civarında.
Gelmeden kontrol etmiş, pandemiye rağmen özel bankalarda son altı
ayda kâr artışı ise yüzde 30'a yakın. Bu Burcu gibi binlerce
insanın geçen yıl ağlaya inleye altı yüz saate yakın fazla mesai
yapmasıyla mümkün olabildi.
Pandeminin sektöre en büyük etkisi, zaten var olan dijitalleşme
eğilimine kattığı inanılmaz ivme. Mobil bankacılık, ATM
bankacılığı, iletişim merkezi bankacılığı gibi temassız, şubesiz
yöntemlerin çok hızlı bir şekilde geliştiğini, bu birimlerde
çalışanların süreçte “tam bir köleye” dönüştüğünü söylüyor. Aynı
esnada kredi vermekten “kasada paranın kalmadığı” günler yaşanmış,
dönemsel ciro kaybını kapatabilmek için satış pazarlamadakilerin
hedefleri arttırılmış. Dediğine göre şu anda kimi bankalarda satış
temsilcileri, günde 50 bin lira gibi çok ağır bir hedefle
çalıştırılıyor. Mesai saatleri içinde 50 bin liralık kredi satmak
zorundalar yani.
Burcu, bankada pandemiyle yükü inanılmaz artan bir birimde
çalıştığı için, iş dışında kelimenin gerçek anlamıyla sadece
uyuduğu, uykunun da üç-beş saate indiği bir dönemi var. İş
arkadaşlarından özellikle çocuğu olanların ne kadar zorlandığını
anlatıyor. Zorlanmak hafif kaldı, çünkü örneğin böyle küçük
çocukları olan bir arkadaşının saçından tutamlar yolar hale
geldiğinde dayanamayarak işi bıraktığından söz ediyor. Bu süreçte
işten çıkarma yasağı yüzünden işsiz kalan çok olmadıysa da, krizin
yanında hızlanan otomasyonun zaten orta vadede tesirini
göstereceğini düşünüyor. Mesela artık kredilerde karar süreci sanal
zekâya bırakıldığından, tashih birimleri değişmek zorunda.
'SEN BANKACISIN, AYAĞINI DENK ALACAKSIN'
Burcu daha 20'lerindeyken, bir bankanın açtığı sınavı duyuyor ve
o ara almak istediği bir müzik seti var, “Onu alayım da bırakırım
sonra” diyor. O günden sonra sosyalliğiyle, iş arkadaşlarına
sığınmasıyla iç sıkıntısını hafifletmeye çalışsa da gerçek şu ki 25
yıldır aslında hiç sevmediği bir işte çalışıyor. Üzerine bir de
eziyete dönen pandemi süreci... “Şu an bu işe katlanmamın tek bir
gerekçesi var, işsizlik korkusu...” diyor. Bu itiraftaki netlik de
ne kadar tanıdık birçok insan için.
Genel olarak bu kaygının beyaz yakalı sektörlerde daha yüksek
olduğunu, bunun da kötüleşen her tür çalışma koşulunu kabullenmeye
ittiğini düşünüyor Burcu. Neler bu söz ettiği koşullar? Yüksek
hedefler, daimî gözetim, esnek iş saatleri, altı ayda bir
performans değerlendirmeleri; tüm bunların aile ilişkilerine,
hayattan aldığı zevke yansıması... Hem işe girerken, hem çalışma
süreçlerinde kişisel bilgilerin korunmasına yönelik hakları yerle
bir edilerek “borçluluklarının” soruşturulması...
Çalıştırılabilecek denli “makul” insan olma gereğinin tüm
hayatlarına yansıması ve derken işin tüm hayat olması... Yerleşik
mobbing, her şeye rağmen çalışandan yana bir meslek örgütünün
olmayışı, zaten çalışanlarda bu yapılara dair var olan korku...
“İstikrarsız bir ülkede” düzenli maaşın, “sosyal devletin olmadığı
yerde” iş yerinin sağladığı özel sağlık sigortası gibi imtiyazların
“bağımlılık” yaratışı... Ve tüm bunlardan konuşmaktan duyulan
kaygı... Çevresinin çok geniş olmasına rağmen, bir gazetecinin
karşısına geçip bunları anlatacak bir ikinci kişi bulabileceğini
pek sanmadığını söylüyor Burcu. Koşullara dair eleştiri varsa da,
genel eğilimin bunu yöneticilere, belki çalışma arkadaşlarına
yöneltmek olduğu kanısında. O da aslında herkesin içinden yaptığı
bir eleştiri.
“Dönem dönem bizim kredi borç kayıtlarımıza bakılıyor. Yani sen
hırsızlığa aday bir personel misin? Çok borcun var mı? İşin doğası
gereği belli kontrollerin yapılması gerekebilir, emanet bir parayı
yönetiyoruz. Ama bu işe alımlarda da geçerli. Geçmişte bile olsa
hakkında haciz kaydı var mı? Bu soruşturmanın yasal bir dayanağı
yok. Ayrıca çıkarken bile eyvallah etmen gerekiyor. İK (İnsan
Kaynakları) havuzu vardır, her İK'cı yeni gelen bankacıyı bir
önceki İK'cıdan sorar: Nasıl bilirsin? Olumsuz bir şerh düşülürse
zaten alınmaz. O yüzden de mümkün olduğunca zıtlaşmadan gitmek
zorunda hissedersin. Çalışırken de çok 'steril' olmak zorundasın.
Bu da kendini kaybetmeyeceğin, asla borca girmeyeceğin bir hayatın
olmasını gerektiriyor. Mesela bir gün önce alkol aldığın da
hissedilmemeli, mesela çok gülmemelisin. Aslında muhafazakâr bir
sektör. İlk başta verilen oryantasyon eğitimiyle başlar bu. Orada
teknik bilgi alırsın ama bu eğitim aynı zamanda kültürel bir
asimilasyon sürecidir, 'Sen bankacısın, ayağını denk alacaksın'
öğretilir.”
Eğer bu dönemde işten çıkarılırsa Burcu'nun B planı yok. 50'nin
bir bankacı için yolun sonu gibi bir yaş olduğunu biliyor; “Sonrası
ya emlakçılık, ya serbest meslek” diyor gülerek. Çok sayıda
bankacının işsiz kaldığı 2001 krizine kıyasla ekonomik açıdan daha
belirsiz bir durumda olduğumuzu söylüyor; önümüzdeki “yıkıldı
yıkılacak bir duvar” ona göre. Ve aslen “rakamlarla işleyen” kendi
sektörü dahil her şeyin siyasi konjonktüre bağlı gelişeceği
kanısında; verilerden, gerçeklikten kopulmuş durumda çünkü.
Evet, Burcu 25 yıl önce almış o müzik setini. Ama gönlünce
dinlemeye pek vakti olmamış. Yine o sinir bozukluğuyla, yine
gülerek söylüyor bunu da.
İŞİN VE İŞSİZLİĞİN ANLAMLARI DEĞİŞİRKEN
Güneşli Pazartesiler (Los Lunes Al Sol, 2002),
neoliberalizmin 21. yüzyıla denk gelen ilk krizinin sonuçlarını,
İspanya'nın kuzeyinde bir liman şehri olan Vigo'da işsiz kalan bir
grup tersane işçisine odaklanarak anlatan bir filmdi. İzleyenin,
işsizliğin haletiruhiyesi üzerine düşünürken hemen aklına düşen bir
hikâyesi var. Üzerinden geçen neredeyse yirmi yıl ise hemen her
sektörde daha da ağırlaşan çalışma koşullarını, çalışandan yana
izansız hak kayıplarını, sosyal devletten kalan kırıntıların dahi
ufalanışını işaret ediyor. Bu yazı dizisi için, tecrübe
paylaşımından örgütlenme tartışmalarına, hukuki yardımdan
psikolojik desteğe, beyaz yakalı sektörlerde varlık gösteren
örgütlerden Plaza Eylem Platformu'na* ulaştığımda, daha geniş
katılımla karşılık vermek istediler, Güneşli Pazartesiler
olarak cevapladılar sorularımı. Bir kolektif, bir platform
diyebiliriz belki, güneşli pazartesilerde buluşan bu bir grup beyaz
yakalıya.
Son döneme ve işsizliğe odaklandığımızda Güneşli Pazartesiler,
öncelikle temmuz başında yasak bittikten sonraki ilk dalga işten
çıkarmaların, göze batmamaları için bilhassa beşer, onar kişilik
gruplar halinde yapıldığına dikkat çekiyor. “Ücretsiz izin”, “işten
çıkarma yasağı” gibi uygulamaların, pandemi sürecinde işten
çıkarmaları görünmezleştiren, normalleştiren bir etkisi oldu.
Çalışma biçimlerinde yaşanan sürece özgü değişimlerle ve de krizin
etkisiyle işsizlik algısının da değişim gösterdiği kanısındalar.
Beyaz yakalılar dediğimizde homojen bir kitleden söz etmek mümkün
değil. Bankacı Burcu'nun da dile getirdiği gibi üst düzey bir
yönetici ile işgücünün çok daha geniş bir kısmını oluşturan beyaz
yakalı “düz” çalışanlar arasındaki gelir uçurumu gittikçe
derinleşiyor.
Buradan baktığımızda işsizliğin bugün yaratacağı kaybın
büyümesi, belirsizliğin kemikleşmesi çalışanlarda korkuyu
derinleştiriyor, yaygınlaştırıyor. Birçok beyaz yakalının bu
olanları bir tür doğal afet gibi algıladığından söz ediyorlar.
Beyaz yakalıların apolitikliğine dair bir kinaye değil bunu
söyleten. Meseleyi sistem sorunu olarak kavrayamamayı değil,
sonuçlarını değiştirmeye gücün yetmeyişini, bu kabulü vurgulamak
için yapılan bir benzetme bu. “Toplumsal bir çıkış yoksa da
bireysel bir çıkış mümkün olmalı” inancı, temennisi var aynı
zamanda bu afet benzetmesinde. Yurt dışında iş bulmaya çalışmak ya
da evden yurt dışındaki firmalar için çalışma olanağı yaratmaya
çalışmak bu bireysel çözüm arayışının ilk halkalarından. Afette
hayatta kalma motivasyonunun ilginç sonuçlarından biri de, belki
şimdiye dek sistemden çıkma planı olan “köye kaçış”ın, bugün
şehirden kopma ve küçük yerde esnaflık yapma, küçük işletmeler
kurma, tarım yapmaya çalışma gibi B seçeneklerine evrilmiş olması
gözlemlerine göre. Bir çıkış arzusundan çok bir mecburiyeti işaret
ediyor artık.
İşsizliğin artışı hâlâ çalışmakta olanlarda sadece her an işini
kaybedebilme kaygısını değil, çalışan aleyhine dönüşen koşulları
kabullenmeyi de artırıyor. Güneşli Pazartesiler işe
başlama ücretlerinde düşüş gözlendiğinden, enflasyonun etkisiyle
kazançların zaten durduğu yerde azaldığından bahsediyor. Mavi
yakalı sektörlerde yaygın olan, vergiden kaçınmak için ücretin
düşük gösterilmesi, bir kısmının bankaya yatırılmak yerine elden
verilmesi gibi “işçiyi işverenle suç ortaklığına” mecbur bırakan
uygulamalar, beyaz yakalı sektörlerde de yaygın ve yaygınlaşmakta.
Pandemiyle normalleşen evden çalışma düzeninde kesilen yol ve yemek
ücretleri, “hibrit” denebilecek yarı zamanlı ofis düzeninde tekrar
işletilmeyebiliyor. Giden hak gittiğiyle kalıyor. Tüm bunların işi
anlamlandırma biçimlerini değiştirdiğinden, somut fakirleşmenin
yanında “işten beklentinin fakirleşmesinden” söz ediyorlar.
Daha genel çerçevede eğitimin, kişisel becerileri geliştirmenin
refahla bağının kopması ise, tedavülden kalkmış paralara benzeyen
diplomalardan dev bir yığın yaratıyor. Eğitim artık bir güvence
değil, bir vaat değil. Altını çizdikleri arasında şu özellikle
ilginç: Eğitim, artık sadece yoksul aileler için değil, çok daha
geniş bir kesim için çocukları için yapacakları “riskli bir
yatırım”. Bu gidişatın dayattığı “vakıf üniversitelerinde okurken
bir yandan çalışmak zorunda olan gençler” ise daha 20'lerinin
başında kısa dönemli, güvencesiz işlerden usanmış durumda
buluyorlar kendilerini. Üzerine “iş beğenmiyorlar” cümlesini
ziyadesiyle duyarak hem de. Buradan da belli ki ileride daha çok
konuşacağımız başka tür bir kuşak çatışması doğuyor. Ve kaynakları
farklı öfkeleriyle, geleceğin belirsizliği karşısında gittikçe daha
da görünmezleşen kuşaklar...
*http://plazaeylem.org
**Banka Ve Finans Emekçileri Dayanışma Ağı, Bilişim Emekçileri
Dayanışma Ağı, Kaç Bize Gel, Ofissizler, Öğretmen Dayanışması,
Plazaeylem Platformu, Politeknik, Toplumcu Mühendisler Ve Mimarlar
Meclisi, Ücretli Çalışan Ve İşsiz Mimarlar Forumu.
**
Resmi iş gücü istatistikleri gerçek hayattan gittikçe daha
fazla koparken, işsizlik sorununun kaynaklarına, derinliğine,
sonuçlarına ve bugünlere mahsus yanlarına biraz daha yakından
bakmaya niyetlenen sekiz bölümlük bir yazı dizinden bir parça
okudunuz.