Türkiye’de yaşamak duygu karmaşası yaratıyor. Dört mevsim aynı anda yaşandığı için bu kadar övündüğümüz ülkemizin değişken hali gibi ruh halimiz de gün içinde çeşitlerden çeşit beğen bir öyle bir böyle. Kâh şeniz, kâh asabi. Canımız burnumuzda, etrafta azarlanacak birilerini bulsam da rahatlasam diye gözlerimiz radar, kulaklarımız en halisinden, en kalitelisinden alıcı kesilmiş. Sonra bir bakıyorsunuz ipek olmuşuz. Sanırsın hoşgörü abidesiyiz. Ama damarlarımız açıkta basılmayı bekliyor. Uzaklarda uygun birilerini seçiverdi mi gözlerimiz, atmaca gibi bekliyoruz, ah bir bassa da damarıma şöyle canına okusam diye. Mesela şu son üç gün içinde sıradan her yurttaşın işinin düşeceği farklı dairelerde durup dururken azar işittim. Daha ağzımı açtığım, meramımı anlatmaya başladığım anda beklemediğim bir saldırıya uğradım. İnsan bir an neye uğradığını şaşırıyor. Basit bir talebin neden bu kadar yüksek bir gerginlik yarattığını, seslerin o incitici, aşağılayıcı tona neden bürünüverdiğini anlamaya çalışmaktan yorgun düşüyor. Elbette aynı tonla karşılık verseniz kan gövdeyi götürebilir inanın.
Şu cinnet halimize bakınca bu ülkede psikiyatrların, psikologların haline çok üzüldüğümü söylemeliyim. Kendini bilmeyen, duygularını ayırt etme yetisini neredeyse tamamen kaybetmiş bizleri sağaltma sorumluluğunu sırtlamak hiç kolay olmasa gerek. Babamın Zihni Sinir projelerinden biri, hepimizi Konya Ovası'na toplayıp başımıza birer psikolog, iletişim uzmanı, gerekirse psikiyatr koymak. Ama projenin aksayan bir yanı var, onları kime emanet edip başlarına kimi koyacağız?
İlişkiler, toplumsallığın başat kurucuları. Bir topluma ait olduğumuz duygusunu da ilişkilerimize borçluyuz. Toplum imgelemi, en yakınımızdan en uzağımıza içinde olduğumuz veya muhtemel ilişkilerimizden filizleniyor. Türkiye’de yaşadığımıza benzer koşullar hüküm sürüyorsa bir yerde, toplumsala dair imgelemimiz de yaralanıyor. Kimi yerde tamamen çöküyor.
Nirengimizi kaybettik. Ölçümüz kalmadı. Ölçü yoksa uzlaşı olmaz. Anlayış olanaksızlaşır. Konuşmak, kaynaşmak, uzlaşmak, anlaşmak Türkçede işteş denilen türden karşılıklılık, birliktelik, çokluk ifade eden eylemler. Bu tür eylemlerin gerçekleşebilmesi, yapanların asgari düzeyde birbirlerini anlamalarını sağlayacak bir ortaklığı varsaymalarıyla mümkündür. Bu ortaklıklar gündelik pratiklerimiz içinde şekillenir; böylece birilerine bir şeyler anlattığımızda karşımızdakinin bizimle aynı deneyimi yaşamasa bile bizi anlayacağını biliriz. Pratiğimizin kaotik olduğu, uzlaşılarımızın çözüldüğü, kuralı, ölçüyü, ölçütü yitirdiğimiz bugünkü gibi bir durumda geriye kalansa yalnızlar kalabalığı olur. Her konuşma girişiminde işitilmediğini, anlaşılmadığını gördükçe gittikçe değersizleştiğini fark eden yalnızlaşmış, modern hayatın içinde yitmiş, artık Rousseauvari soyluluğundan da eser kalmamış vahşilerden ibaret bir kalabalık.
Ne yazık ki siyasal olanı kaybettikçe toplumsal olan da siliniyor Türkiye’de. Ölçüyü baştan kaybettik, hukuku hiç ettik. Siyasal partilerin aralarındaki ittifaklar, sınırların gittikçe silikleştiği, ölçüyü iyice kaçırdığımız şu ortamda hiçbir anlam taşımıyor. Karşılıkları yok! Kaos içinde kim kiminle ne için ortaklık kuruyor biliyor muyuz? Ahlakın kişiye özel hale geldiği bu ülkede ittifakların olabilmesinin olanağı çoktan yitirilmiş görünüyor. Herkes bencilce kendi konumunu kurtarmanın peşinde. Şu tanık olduğumuz siyaset değil, hatta siyasetin parodisi bile değil. Kurumlar, kurallar, ölçütler, sınırlar… Var mı? Nerede?
Basit nezaket kuralları bile yok artık. Herkes herkesin “sen”i. Herkes herkesin “paspası”. Değersizleştikçe değersizleştirmek de mubah. Dolayısıyla durup dururken azarı işitince çok şaşırmamak lazım.