Su bükücüler

Bir gün yine salyangozları dağıtırken, dağın tepesinde, yolun sonunda, son köydeki son çiftliğe vardık ve sonbahardı zaten. Yeşil, sarı ve kırmızıydı ormanlar. -Acaba suç mu işledim?- Arada çeltik tarlaları görünüyordu dizlerine kadar, suya batmış yeşil ve bazılarına salyangoz dağıttığımız.

Metin Yeğin myegin@gazeteduvar.com.tr

Kore Çiftçi Sendikası’nda kalıyordum. Ayakkabı ile girilmeyen bir arka odası vardı. -Gerçi Kore’de neredeyse her yere ayakkabısız giriliyordu. Ayakkabısız girilen ofisler vardı. Bildiğiniz banka ofisi mesela, beyaz yakalılar ama ayakkabısızlar. Restoranların çoğuna da ayakkabısız giriliyordu. Restoranın önü cami kapısı gibi ayakkabı dolu oluyordu.- Sendikada yere bir şilte çekip uyuyorduk. O gün köyden şehre hangi çiftçiler gelmişse onlarla beraber. Tuvaletlerden birini duş haline getirmiştim. Tuvalette yukarda duran eski sifonlardan vardı. Ona giren boruyu çıkartıp kenara tutturuyordum. Su, sifona dolmaya çalışırken beni yıkamış oluyordu. Su buna şaşırıyor olabilirdi. Her zaman kısa kısa sürelerle dolarken, birden uzun bir akış yaşaması. Suyun belleği olduğuna dair yazılar okumuştum da oradan aklıma geldi. Ne kadar temizlenirse temizlensin yaşadıklarından iz kalıyordu suda. Bu yüzden belki de HES borularından geçen sulardan hayır kalmıyordu. Ölüyordu su. -Türkiye’de HES’e karşı bir panelde bir köylü, “HES’in bir zararı yok” demişti. Su borudan geçip yine çıkıyor işte. Tam HES’çi profesör sözlerindendi. “İyi o zaman” dedi bir diğeri. “Şimdi bir boru alıp senin ağzından kıçına kadar geçirelim. İçtiğin sudan hayır mı gelir?” İkna oldu diğeri. Bana göre HES’i en iyi anlatan şeydi bu.-

Sendikada uyuduğumuz odanın, bir köşesinde, uzun demir borular duruyordu. Bir buçuk metre kadardılar. Gösteriler sırasında polise karşı kullanılıyordu. Yolu kesen polislerin, sert mika kalkanları, polis miğferleri, uzun ve kalın sopalarına karşı, kırıcı darbeler vuruyorlardı bunlarla. Garip bir ses çıkıyordu, karikatür sesiyle, ‘çotanak’ gibi bir şey. İçi boş, kof, alçak, rezil ve rüsva bir şeyler kırılıyor gibi oluyordu. Uzun demir borular, eşitlikçi bir aparat gibi geliyordu bana, kısmen tabii.

Bazı akşamlar bir-iki teneke kova dolusu salyangoz da ayaklarımızın dibinde duruyordu. Gece boyu birkaç kere üstüne su döküp onları serinletiyorduk. Su gelince hafifçe birbirilerinin kabukları üstünde kayıyorlardı. Kabukları parlıyordu. -Yok yemek için değildi salyangozlar. Daha çok pirinç rakısı içiliyordu zaten geceleri, köylülerin yanlarında getirdikleri. Bazen çatışma sonrası yaraları da temizliyorlardı pirinç rakısıyla. Yararlı bir şeydi yani. - Salyangozları bir gün sonra köylülere dağıtıyorduk. Bir çiftçi sendikası etkinliğiydi bu. Çeltiklerin üstüne yapışıp zararlı böcekleri yiyorlardı. Böylece çiftçi, tarım ilacı kullanmak zorunda kalmıyordu. Ulus ötesi tekellere para ödemiyorlardı. Pirinç organik oluyordu -pirinç rakısı da tabii-. Çeltiğin boynuna tutunarak, yavaşça kayarak ilerleyen salyangozlar kahramandılar yani. Kansere, ulus ötesi tekellere, finans dünyasına, tekelci tarım endüstrisine karşı savaşıyorlardı. Ve eşitlikçiydiler uzun demir borular gibi…

Bir gün yine salyangozları dağıtırken, dağın tepesinde, yolun sonunda, son köydeki son çiftliğe vardık ve sonbahardı zaten. Yeşil, sarı ve kırmızıydı ormanlar. -Acaba suç mu işledim?- Arada çeltik tarlaları görünüyordu dizlerine kadar, suya batmış yeşil ve bazılarına salyangoz dağıttığımız. Yolun sonunda, son köyde, son çiftçi, kendisinden başka hiç kimsenin gelmediği, geçmediği, geçemeyeceği ve göremeyeceği kapısının üstüne bir Kore Çiftçi Sendikası bayrağı asmıştı…

Hiç kimse görmese de kendisini, anlatmak ister insan, pirinci, pirinç rakısını, mücadelesini, uzun demir çubukları, salyangozları…

Tüm yazılarını göster