Yaşama karşı iştahlanmak anlık, basit bir güdü. Kabaran iştahı muhafaza etmesi ise karmaşık bir mesele. Ne görürüz ya da göremeyiz de yaşam cansızlaşmaya başlar? Nereye bakarız ya da bakmayız da gün bir hayalete dönüşür? Öyle kolay sorular değil bunlar. Yanıtları ararken kuyulara inmek gerekebilir.
Bazılarımıza göreyse bu iki soru dışında hayati bir soru var: Neyi okumayız da yaşamak hevesi teğet geçer? Buna, okumakla ilişkili herkesin farklı bir yanıtı olabileceğini biliyorum. Benimki belli: Yaşamak hevesi Sait Faik’siz teğet geçer.
Kişiliğinin ve hikâyelerinin yaşamın büyüsünü taşıdığını sadece ben değil, onu tanıyan herkes söylemiş. Hakkında yazılmış onca yazı içinde yakın arkadaşı aynı zamanda doktoru Fikret Ürgüp’ün yazdıkları daha çok tesir eder bana. Belki de Ürgüp’ün de biricik bir yazar olmasından kaynaklanıyor bu.
“Yalnız kendine benzeyen, kendini inkâr etmeden yaşayan bir insan”* diyerek Sait Faik’i tanımlar Ürgüp. Yaşama, insana karşı iştahının kabarmasını, sevgiden heyecanlar yaratıp kendini büyülemesini, kimi zaman rüyada gibi dolaşmasını anlatır da anlatır. Öykücü, denemeci, şair, ressam, psikiyatr, yaşam vurgunu Fikret Ürgüp, hikâyecinin realitesi, psikolojik yapısı üzerine kalem oynattıkça bu büyük yazarın sevinç kadar hüznün pırıltısını da keşfettiğini bir kez daha su yüzüne çıkarır. Şöyle yazıyor Ürgüp: “Yaşamaktan yorulurdu ara sıra, fakat hayatı öylesine severdi ki. Bütün karışık düşüncelerine, isyanlarına, yabancılığına rağmen yaşayabileceği yegâne yolu çizmişti. Lezzet alırdı yaşamaktan.”
Sait Faik’in bir hikâyesiyle örsem bu yazıyı da yaşam kendini iyice belli etse. Kararsız bir an. Hangisinden söz açsam diğerinin hatırı kalacak. Düşün, düşün, düşün... İşte orada, karşımda o eşsiz cümle: “Şu insanlara hiçbir şey çok değildir.” Yaşama layık oluşumuza göz kırpıyor Sait Faik. Önünü, arkasını bul şu cümlenin... Bul şu hikâyeyi. Karanlık gecelerin insanlarına, deniz kenarlarında meşalelerden oluşan gece manzarasına dair bir başlangıç hatırlıyorum. Aramaya çıkıyorum. Sokaklarda, adada, İstanbul’un çeşitli semtlerinde dolaşıyorum.
Tek tek bakıyorum insanların yüzüne. Şu hatırlamaya çalıştığım Sait Faik hikâyesinin karakteri sen misin? Ketenhelvacıyı, kestaneciyi, Ayten’i, Papaz Efendi’yi, Lüzumsuz Adam’ı, Panco’yu, Uzun Ömer’i tanıyorum. İyi ama benim aradığım kişi nerede? Kimdi o? Ah bir ipucu bulsam! Derken bir kadın sesi duyuyorum uzaktan: “Şu insanlara karanlık çok bile!” Az önce bahsettiğim deniz kenarındaki meşaleler zihnimi aydınlatıveriyor. Sesin sahibi aradığım kişi değil ama beni ona, tüneldeki çocuğa götürecek. Tüneldeki çocuk da bize sevinci, hayreti fısıldayacak. Yaşama layık olduğumuzu gösterecek ama yaşamı engelleyenin yine biz insanlar olduğunu da yüzümüze vuracak.
“Tüneldeki Çocuk” hikâyesi İstanbul’un deniz kenarı ilçelerinden birinde açılır. Hikâyeci-anlatıcı gecelerini orada geçirmek mecburiyetindedir. Bize denizin içinden çıkan müthiş karanlığı, evlerinde derin uykuya dalanları, “insan arayan serin rüzgârı”, “sahipsiz köpekleri”, “dostsuz kedileri” anlatır. Paçavralara gaz bulayıp “karanlığı deldikleri” meşaleleriyle deniz kenarında korkunç kıskaçlı pavuryaları toplayan çocuklardan bahseder. Sahildeki evler, bu garip, egzotik, şairane manzarayı izler. Ve o kadın... Fransızca ve İngilizce lisanlarını dili gibi bilen o kadın da orada yaşıyordur. Hikâyeci-anlatıcı, ona ışıksız gecelerin insanlarından bahsedince meşhur cümleyi söyler: “Şu insanlara karanlık çok bile!”
Kim bu karanlığa bile layık olmayanlar? Anlatıcı yanıtlar bizim için: “Posbıyıklı Rum balıkçılar, çıplak bacaklı sıska çocuklar, gırtlakları bir karış dışarıya fırlamış Kürt hamallar, doksanlık Rum kadınlar, ben, sen, posta müvezzii, o bakkal çırağı... Hepimiz o insanlardandık.”
Ah şu kadın! Hikâyenin kilit kişisi... Burada anlık beliyor ama zihniyeti ömürlük... O kadından ümidi kestiğini söyler Sait Faik, onunla münakaşa etmez. Bunun yerine İstanbul’a iner ve bizlere Tünel’de gördüğü çocuktan bahsetmeyi tercih eder. İlk defa tünele binen on iki yaşındaki yoksul çocuğun mutluluğunu anlatmaya başlar. Çocuk, bindiği bu araçtan müthiş zevk alışını koca bir gülümsemeyle göstermeye çekinir. Bu mutluluğu dudağına gülüş olarak yerleştirebilir ancak. Etrafındaki insanlardan ve hikâyeci-anlatıcının onu izleyen gözlerinden utanır. Ayaklarını oturduğu yerin altına mümkün olduğu kadar çeker. Dikkatli bakılırsa çıplak ayakları fark edilebilir. Beyoğlu’ndan bindiği Tünel’in Galata kapısından çıktığında, vardığı yere geliş hızına hayret eder. Etrafı ağzı açık seyrederken kalabalığa karışır. “Pantolonunun geniş ve yırtık paçaları” sevinir.
Sait Faik çocuğun ardından, “Şu insanlara hiçbir şey çok değil,” der.
Hikâyeci-anlatıcı öykü biterken, çocuğun, annesiyle baş başa kalacağı akşamı zihninde canlandırır. Anne, çocuğunun Tünel’e nasıl bindiğinin hikâyesini dinleyecek. “Çocuk, ‘Kocaman gözlü bir adam bana baktı da iyice sevinemedim’ diyecek.” Yabancılara gülemediği kadar annesine gülecek, söyleyemediği şeyleri söyleyecek.
Fikret Ürgüp haksız mı şimdi, Sait Faik’in hayatı ve insanları hasretle karışık bir sevgiyle gördüğünü söylerken.
*Fikrep Ürgüp’ün Sait Faik Abasıyanık üzerine yazıları Sevengül Sönmez’in yayına hazırladığı Cevapsız Kalan Telgraf adlı kitapta yer alıyor.