Şu Kürtler ne istiyor kuzum? (*)
Bütün bu cerbezerlik, şark kurnazlığı, ‘cambaza bak!’lar, Kürt halkının ‘hak’ taleplerinin önüne geçmek, aynı hükümlerden istifade ile siyasi örgütlenmelerini ve faaliyetlerini yasaklamak ve yaptırımlarla geçersiz kılmak içindir. E, Mahkeme mi, AİHS mi; olsun, neyse parası, verir geçer gideriz.
Halûk Sunat
Hans-Lukas Kieser, ‘Sevr Antlaşması’nın (10 Ağustos 1920), Doğu’da, gerek Ermeni, gerekse Kürtler üzerinden birikmiş sorunlara yapıcı bir çözüm getiremediğini vurgular, ve: “Sevr Antlaşması, muzaffer güçler tarafından dikte ettirildiği ve bir Osmanlı Federasyonu değil, emperyalist paylaşımla parçalanmış bir ‘güdük Türkiye’ planladığı için, bugünün bakış açısıyla hiç şüphesiz yanlış bir yoldu,” der. (1) Güdüklüğe biraz daha yakından bakıp güncel güdüklükle buluşturmak üzere az geriye saralım filmi.
Kâzım Karabekir Paşa, ‘Savaş Bakanı Ferid’ imzasıyla, Mustafa Kemal’in yerine 3. Ordu Müfettişliği’ne atanır –Mustafa Kemal’in onayını da alarak kabul eder. Doğu ile o ilgilenecektir. Kongre’nin zeminini hazırlar, Mustafa Kemal Paşa kongre başkanlığına seçilir ve, “milletin Osmanlı ve İslam camiasından ayrılmamayı en kutsal bir ideal sayarak Hilafet ve Saltanat makamları etrafında sarsılmaz bir set oluşturacağı” (2) beyanı Saray’a da uçurulmak suretiyle Erzurum Kongresi gerçekleştirilir (23 Temmuz 1919).
Burada, Kürtler açısından dikkat edilmesi gereken -ve, bağlayıcı olan- ‘İslam/hilafet’ vurgusudur. Ötesini (yani, Ermenilerle alakalı pürüzleri) Kâzım Karabekir Paşa’mız halledecektir. Hatta, henüz Mustafa Kemal ve arkadaşları ‘müstakil bir istiklal mücadelesi’ne kararlı değilken ana güzergâhı (Kongre öncesi) açıklayan da Paşa olmuştur: “[A]sıl mesele, ülkenin istiklalini ve bir karış yer vermemeyi sağlamaktır. Bu da olacaktır. Gayet basit. Bu iş, Doğu’nun geleceğini de sonsuza kadar temin eder. Ermenistan’ı rehin alacağım.” Mustafa Kemal’in zihni, Amerikan mandası ya da ‘müzâheret’i (kollaması) ile meşgulken, “İlk önce Bolşeviklerle dostluk kurar, böylece Doğu harekâtını yapar, ondan sonra Batı’ya döneriz ve mutlaka başarılı oluruz,” diye de açıklamıştır temel yönelimini, Karabekir Paşa. ‘Milli direniş’e karar verip hatlarını belirleyecek olan, ‘Sivas Kongresi’ dir (4-11 Eylül 1919): “Bu direnişin sınırı ise Türk ve Kürt camiası idi. Bu da Mondros Mütarekesi’nde elimizde kalan bölgelerden ibaretti”. Gelişme de o yönde olur: “Sivas Kongresi kararlarında kongre Türküyle, Kürdüyle birleşiktir”. (3)
Karabekir, Doğu’da, askeri meselelere kafa yormakla yetinmemekte, Anadolu’daki faaliyetlerin İstanbul Meclis-i Mebusan’ındaki yankıları üzerinden halk arasında gelişebilecek olumsuz ‘algı’yı dönüştürme gayretini de esirgememektedir. Müstakbel Cumhuriyet’in zihin haritasından şöyle ses getirecektir Paşa: “Kürtlerin isyanını engelleyecek tedbirleri ise önceden almıştım. Onlara şu yolda propaganda yapıyordum: ‘İngilizler Kürdistan’ı size değil, Ermenilere verecektir. Oysa Kürtler Anadolu’nun en eski kolu olan Hititlerdendir… Ovalardaki Türkler mahvolduğu halde, dağdakiler kendilerini koruyabilmişlerdir. Kürt kelimesi Türkçe ‘kahraman’ demektir. İşte onlar da bugün ‘Kürt’ dediğimiz sizlersiniz.’ Ermenilerin ‘Biz Kürtlerle kardeşiz, birleşeceğiz’ yollu ahmakça propaganda mektupları da iddialarımı doğrulamış oldu. Böylece Kürtler millî davaya sadık kaldılar ve isyanlar Sivas’ın doğusuna geçemedi”. (4)
Evet; Kürtler sadakat göstermiş (oyunbozanlığa tevessül etmemiş) ve Batı’daki Yunan işgal güçlerine karşı askeri tahkimatın yolu açılmıştır: “Bendeniz meselenin en önemli ve hayati yönünü, Ermenilerin yenilgiye uğratılması olarak görüyorum. Zayıf bulduğumuz gün Ermenileri ezmek ve bunları artık Türklüğe zararlı bir kuvvet olmaktan çıkarmak üzerimize borçtur”. (5) Öyle de olmuştur. Karabekir Paşa’nın defterine düştüğü (30 Ekim 1920 tarihli) nota bakarsak; Ermenilerin üzerine yürünülmüş, 3 general, 93 subay, 1150 asker esir alınmış, 1100 asker öldürülmüş, yüklüce silah, teçhizat ve mühimmat ele geçirilmiş ve Ermeniler Sevr’deki imzalarını geri almak zorunda kalmışlardır: Kürtler ve Ermenilerden yana Doğu Anadolu’da asayiş berkemaldir! (6)
*
Ankara’daki Meclis’in oluşturduğu ilk anayasa, ‘Teşkilât-ı Esasiye Kanunu’dur (20 Ocak 1921). Kanun, ‘illerin hukukî niteliği ve il meclislerinin görev ve yetkileri’ni tanımlayan 11. maddesi ile il düzeyinde bir ‘yerinden yönetim’ olanağı tanımış gibiyse de (kaldı ki, 1923 tarihli, ‘ilk anayasanın bazı maddelerinin açıklanarak değiştirilmesi’ yollu müdahale vesilesiyle söz konusu 11. madde berhava edilmiştir), bu, Kürt çevresinde inandırıcı ve bağlayıcı bulunmamış, ‘Milletler Cemiyeti’nin Türk hâkimiyetindeki milletlerin özerk gelişim imkânını güvencelendireceği (ABD başkanı Wilson’ın ilkesel tutumu) kanaatinden hareketle Dersim Koçgiri Alevi Kürtleri (6 Mart-17 Haziran 1921 tarihleri arasında) ayaklanmıştır. Devlet, ‘özerklik’ hainliğine karşı kararlılığını Nurettin Paşa’nın ağzından dile getirecektir: “Biz Türkiye’de ‘zo’ diyenleri [Ermenileri] yok ettik, aynı şekilde ‘lo’ diyenlerin de işini bitereceğiz”! Ve o şiar ile 13 Mart 1921’de yola çıkan ‘Hareket Ordusu’ (resmi bilgilere göre, 500 ‘asi’ ve halktan pek çok insanı öldürüp köyleri yakıp yıkarak) ‘özerklik’ talebi ile ayaklanan Kürtleri bastırıvermiştir. (7)
24 Temmuz 1923’te ‘Lozan Antlaşması’ imzalanır. Lozan, Baskın Oran’ın da altını çizdiği üzere, Türkiye Cumhuriyeti ‘Devlet’inin uluslararası zeminde tanınmasına vesile oluşu ile devletin kurucu antlaşmasıdır –ve elbet, beraberinde uluslararası takibe açık yükümlülükleri de getirir. (8) Böylelikle, 1919-22 arası Türklerle birlikte mücadelesini verdikleri ‘Anadolu bağımsızlığı’ savaşından Kürtler, Türklerin çizdiği sınırlara tâbi kalacakları bir Lozan ile çıkmışlardır. Zira; antlaşma, uluslararası güvencelendirmeye sadece ‘gayrimüslim’ azınlığı dahil etmiş; ‘soy, dil ve din azınlıkları’ tâbiri her seferinde ‘gayrimüslim’ tâbiri ile değiştirilmiş, ‘soy’ ve ‘dil’ unsurları dışarıda bırakıldığı gibi, gayrimüslimlik de yalnızca (Hıristiyan ve Musevi olan) Rumlara, Ermenilere ve Yahudilere sınırlı tutulmuş (Süryaniler, Keldaniler, Nasturiler, Ezidiler, Aleviler uluslararası güvencelendirmenin dışında kalmış); velhasıl, Kürtler, ‘hak’larıyla, -‘soy ve dil’ farklılıklarına karşın- uluslararası kabul görmüş kurucu bir antlaşmanın güvencesinden yoksun bırakılmışlardır.
Ardından, Nakşibendi şeyhi Said’in önderlik ettiği ve geniş bir Kürt coğrafyasına yayılan isyana (1925), bastırılışına ve bilvesile ihdas edilen İstiklal Mahkemeleri (zamanın ‘özel yetkili ağır ceza mahkemeleri’ diyelim) vasıtasıyla Cumhuriyet’in ayrık otları ile hesaplaşmasına tanık oluruz.
Sonrasında ise; Dersim’de aşiretlerin silahsızlandırılması, zorunlu göç uygulaması, İskân Kanunu (1934), ‘Tunceli Kanunu’ (1935), Nurettin Paşa’nın (‘Koçgiri Kürt Kasabı’) damadı Abullah Alpdoğan’ın Dersim’e müfettiş tayin edilişi, giderek sertleşen idari ve askeri uygulamalara Dersim aşiretlerinin tepki göstermesi (1937), Seyit Rıza ve on arkadaşının idamı, halkın işgalci addettiği polis-asker gücüne karşı direniş başlatması (1938) ve ‘hava kuvvetleri’ destekli 50.000 askerle (çocuk, kadın, yaşlı ayırt edilmeksizin) ağır bir ‘Kürt kırımı’ geçer Cumhuriyet’in içinden. 1915 ‘Ermeni Soykırımı’nda, 1921 ve 1925’te Cumhuriyet bir ‘tehdit’ algısından (mesnetsiz de olsa) söz edebilirdi belki; ama Dersim’de böylesine bir ‘iç şiddet’ uygulaması, Cumhuriyet Devleti’nin ‘bünyesel’ zaafına delalet etmektedir.
*
Lozan’la Dersim arasına dönüp baktığımızda (ki, bakılan yerde de görülen, Cumhuriyet tarihi boyunca değişmemiştir), az önce andığımız kalkış noktasının bilhassa Kürtleri inkâr/kimliksizleştirme kaygısı ile kotarıldığını fark ederiz. Lozan Md. 44/1 şöyledir: “Türkiye, bu ‘Kesim’in bundan önceki maddelerindeki hükümlerin, Türkiye’nin gayrimüslim azınlıklarıyla ilgili olduğu ölçüde, uluslararası nitelikte yükümler meydana getirmelerini ve Milletler Cemiyeti’nin güvencesi altına konulmalarını kabul eder” (9).
Hassas olan, kurucu nitelikteki bu uluslararası antlaşma ile Cumhuriyet Devleti’nin, ‘azınlık hakları/ haklar’ bağlamında uluslararası yükümlülüğünü ‘gayrimüslimler’ ile sınırlı tutma cevvaliyeti gösteriyor oluşudur. Evet; Cumhuriyet arkasına aldığı Lozan rüzgârı ile ‘Kürdistan’ın iç fethi’ni tamamlamak üzere Dersim kırımını gerçekleştirmiş ve hatta öyle ki, -herkesin gözünün içine baka baka- Lozan’ı istismar etmekten de geri kalmamıştır. Zira, Lozan, ‘uluslararası güvence’ye bağlanmış ‘gayrimüslim azınlık hakları’nın dışında iç hukuka hitap eden (ve dolayısıyla, ‘hak’ları vurgulayan) başkaca hükümler de içermekte, dolayısıyla, ‘insan hakları’ kavramının olmadığı bir dönemde ‘temel haklara’ işaret eden bir metin niteliği de taşımaktadır (‘Türkçeden başka bir dil konuşan Türk uyrukları’ faslından olmak üzere tanımlanan haklar için, bkz., Md. 39/4, Md. 39/5 –gibi). Cumhuriyet oralı değildir.
Yıllar ilerler, dünya küçülür, 4 Kasım 1950’de -‘İnsan Hakları Bildirisi’ndeki hakları topluca güvence altına almak niyetiyle- üzerinde uzlaşılan ‘Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesi’, Avrupa Konseyi üyelerince imzalanıp 3 Eylül 1953’te yürürlüğe girer (‘İnsan Hakları ve Özgürlüklerinin Korunmasına İlişkin Avrupa Sözleşmesi’ [AİHS]) ve Türkiye Cumhuriyeti de, sözleşmeyi 1954’te imzalayıp 1987’de ‘bireysel başvuru’, 1990’da ise ilgili Mahkeme’nin ‘zorunlu yargı yetkisi’ni kabul eder.
Lakin, 1950 ile ‘zorunlu yargı yetkisi’nin tanındığı yıl arasına Cumhuriyet tam üç ‘askeri darbe’ sığdırmıştır. Sonuncusunun anayasasına (1982) şunu yazdırmayı ihmal etmez ama: “Usulüne göre yürürlüğe konulmuş milletlerarası antlaşmalar kanun hükmündedir” (Md. 90/5). Yetmez; Mayıs 2004 değişikliği ile, “Usulüne göre yürürlüğe konulmuş temel hak ve özgürlüklere ilişkin milletlerarası antlaşmalarla kanunların aynı konuda farklı hükümler içermesi nedeniyle çıkacak uyuşmazlıklarda milletlerarası antlaşma hükümleri esas alınır” da der. Olsun, desin; aynı anayasanın demokrasilerde bir eşi benzeri olmayan “değiştirilemez ve değiştirilmesi teklif edilemez” (Md. 4) hükmü ile bağlanan md. 3/1’i de vardır; ‘özerklik’ mi dedin, işte: “Türkiye devleti, ülkesi ve milletiyle bölünmez bir bütündür. Dili Türkçedir”! Kimlik mi dedin; al sana: “Türk devletine vatandaşlık bağı ile bağlı olan herkes Türktür” (Md. 66/1). Anadili, anadilinde eğitim mi dedin; buyur, o da eksik değil: “Türkçeden başka hiçbir dil, eğitim ve öğretim kurumlarında Türk vatandaşlarına anadilleri olarak okutulamaz ve öğretilemez” (Md. 42). (10)
Bütün bu cerbezerlik, şark kurnazlığı, ‘cambaza bak!’lar, Kürt halkının ‘hak’ taleplerinin önüne geçmek, aynı hükümlerden istifade ile siyasi örgütlenmelerini ve faaliyetlerini yasaklamak ve yaptırımlarla geçersiz kılmak içindir. E, mahkeme mi, AİHS mi; olsun, neyse parası, verir geçer gideriz.
Hasılı; AİHS’nin 11. maddesine rağmen, HEP, ÖZDEP, DEP, HADEP, DTP’siyle meramını dile getirmeye çalışan Kürt siyasi hareketinin dili mütemadiyen ‘bölücülük’ suçlaması ile kesilmiş, kimse kesilene dönüp bakmamış ve tarih öylece akıp gelmişse; bugün, aynı Kürtler, devrilmiş ‘Barış/ Çözüm’ masası ve dayatılmış savaş politikasına rağmen ‘demokratik özerklik’ talep ettiklerinde, kahir Türk ekseriyeti, ‘Bu Kürtler de ne istiyor, kuzum?’ diye sormakta beis görmemekte ise, şaşmak da beyhudedir herhalde. (11)
(*) Bu yazı, ilkin, 22 Ocak 2016’da ‘kuyerel.org’da yayımlandı. Muhtelif güncellemelerle geldik bugüne. Yazımın yeniden yayımını, sevgili Ali Duran Topuz’un, Ahmet Türk abimizden hareketle yazdığı yazısının dibine düştüğü not (‘Bir Kürt Ne İster?’) esinlendirdi.
1. Barışı Iskalamak/ ‘Doğu Vilayetleri’nde Misyonerlik, Etnik Kimlik ve Devlet, 1839-1938’, çev. Atilla Dirim, İletişim Y., 2005, s. 573-74. Ayrıca, belirteyim, yazıdaki tüm italikler benim vurgumu yansıtmaktadır.
2. Kâzım Karabekir’in Gözüyle Yakın Tarihimiz/ İstiklal Savaşı’nın İçyüzü/ Mustafa Armağan, s. 95.
3. A.g.y., s. 78, 97, 100, 121.
4. A.g.y., s. 135.
5. A.g.y., s. 146.
6. Karabekir Paşa, 1921’in şubatında da, Artvin ve Ardahan’ı çatışmasız işgal edecektir. Paşa’nın temel tezlerinden biri, İstiklal Savaşı’na Doğu’dan verdiği katkının önemsizleştirilmiş olmasıdır (anılan kazanım, daha sonra, ‘kurmaca’ İnönü ‘zafer’lerine kıyasla önemsizleştirilmiş, ‘tek adam’ menkıbesi Cumhuriyet tarihi boyunca ısrarla öne çıkarılmıştır). Tabii, Mustafa Kemal ve yakınındakiler (daha sonra baş adamı olacak olanlar) ‘manda’, vs. ile meşgul iken, onun tam bağımsızlık mücadelesi şiarını canlı tutmuş olması daha da temel bir tezidir Paşa’nın.
7. Koçgirililerin Sivas Kongresi’ne gidip olası bir ‘Osmanlı Federasyonu’nda Kürt özerkliği dahilinde yaşama taleplerini iletişlerini ve gelişmelerin ayrıntılarını, Birikim Güncel’deki yazımdan (‘Iskalanmış Barış’, 29 Ekim 2015) okuyabilirsiniz.
8. Baskın Oran, Türkiye’de Azınlıklar üst başlıklı çalışmasında (İletişim Y., Altıncı Basım 2010), antlaşma öncesinde ‘TBMM Hükümeti’ diye anılan oluşumun uluslararası ‘Türkiye Cumhuriyeti Devleti’ kabulüne Lozan ile eriştiğini vurgular (a.g.y., dipnot 55, s. 81).
9. A.g.y., s. 65.
10. Kuşkusuz, 12 Eylül Anayasası’nın ‘Başlangıç’ bölümünün de, Anayasa’nın; “Türk Vatanı ve Milletinin ebedi varlığı”, “Yüce Türk Devleti’nin bölünmez bütünlüğü”, “ölümsüz önder ve eşsiz kahraman Atatürk’ün belirlediği milliyetçilik anlayışı ve onun inkılap ve ilkeleri”, “Türk milli menfaatleri”, “Türk varlığı”, “Türklüğün tarihi ve manevi değerleri”ne itibarla hazırlanıp “TÜRK MİLLETİ TARAFINDAN, demokrasiye âşık Türk evlatlarının vatan ve millet sevgisine emanet ve tevdi” olunduğunu özellikle hatırlatması kıymetlidir.
11. Bu yazı kaleme alındıktan bir süre sonra: Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi (AİHM), Demokratik Toplum Partisi (DTP) hakkında -önceki örneklerinde de olduğu üzere- Anayasa Mahkemesi’nin verdiği kapatma ve ilişkili kararlarıyla, Türkiye’nin, Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesi’nin (AİHS) toplanma ve dernek kurma özgürlüğü ile serbest seçim hakkını garanti altına alan maddelerini ihlal ettiği yönünde hüküm verdi. Anayasa Mahkemesi, 11 Aralık 2009’da aldığı kararda, ‘terör örgütü PKK’yla aynı siyasi hedeflere sahip olduğu’ gerekçesiyle DTP’nin kapatılıp mal varlıklarının Hazine’ye teslim edilmesine hükmetmiş; ek olarak, Aysel Tuğluk ve Ahmet Türk’ün milletvekilliğinin düşürülmesini kararlaştırmış; aynı kararla DTP’nin 37 üyesine de beş yıl boyunca siyaset yasağı getirmişti. DTP liderlerinin konuşmaları ve parti ile üyelerinin faaliyetlerini temel alan Anayasa Mahkemesi, kararında, ‘DTP’nin PKK’nın terör stratejisinin aleti haline geldiği ve PKK’nın eylemleriyle arasına mesafe koymadığı, bunun da teröre destek olarak değerlendirilebileceği’ sonucuna varmıştı. AİHM yaptığı değerlendirmede işlenen tezlerin kapatma yönünde bir müdahaleyi haklı göstermek için yeterli olmadığına karar verdi. DTP’nin kapatılması ile izlenen meşru amaçlar arasında makul orantı olmadığı da AİHM’nin vurguları arasında yer aldı. Türkiye’nin, AİHM kararı çerçevesinde davacılara mahkeme masrafları da dahil olmak üzere Tuğluk ve Türk’e toplam 63 bin euro, davacılardan Ahmet Ay’a 8 bin 500 euro ödemesi gereğini de karara bağladı. (Güven Özalp/Brüksel, Hürriyet, 13 Ocak 2016 tarihli haberden nakil.)