“Beraber yürüdük biz bu yollarda…” ve “Bir gece ansızın gelebilirim…” Biliyorsunuz, klasik olmayan “Türk sanat müziğinin” iki ünlü şarkısı bu dizelerle başlıyor. Hemen her mekânda çokça çalınan bu şarkıları bilmeyen yoktur herhalde aramızda. Evet , “her mekân”da, hatta kamusal alanlar dahil. Aslına bakacak olursanız bu şarkının “kamusal alanlarda” hep birlikte söylenmesi şarkının ruhuna aykırıdır. Çünkü bu şarkı sözleri sonuç olarak iki sevgilinin yağmur altında gezintilerini tasvir etmektedir.
Nağmelerinden midir, sözlerinden midir çok sevilen şarkılardandır bunlar. Aslına bakacak olursanız, özellikle ikinci şarkının sözleri bayağı ürkütücüdür: “Bir gece”, “ansızın”, “gelebilirim”. Gelenin niçin “gece” ve niçin “ansızın” geldiği tabii ki sorunludur. Ancak ben bugüne kadar bu “sorun”a dikkat çekip hakkında iki çift laf eden kimseye rastlamadım. Konuya ilişkin ilk akla gelebilecek şu masum sorular bile sorulmamıştır: “Niçin gece”? “Niçin ansızın”, “Gelen kimdir?” Şimdi siz söyleyin: Bayağı ürkütücü sözlerle bezenmiş bu şarkı akla hemen “jandarma” “asayiş” , “terörle mücadele” ekiplerini ya da ayrıldığı karısını öldürmeyi kafasına koymuş bir kocanın ev ziyaretlerini hatırlatmıyor mu?
Madem konu “şarkılar”dan açıldı, sözünü ettiğimiz bu iki “orta yaşlı” şarkıdan daha gün görmüş bir başka şarkıdan da söz edelim. Sözleri İhsan Arif’e bestesi Serkis Efendi’ye ait bir asrı çoktan devirmiş bu şarkı “Kimseye etmem şikayet..” diyerek başlayıp “Titrerim mücrim gibi baktıkça istikbalime” dizesiyle son bulan ve –hepinizin bildiği gibi- Müzeyyen Senar’ın ircasıyla çok hoşa gittiği kadar insanı dinleyeni düşündürmesi gereken de bir eserdir. Şarkının bizi yine düşündürmesi muhtemel dizelerinden birisi de “Korkarım ikbalime” şeklindedir.
Şu sorunun aklınızdan geçtiğini sanıyorum: Şimdi durduk yerde bu şarkılardan söz etmenin ne âlemi var? Haklısınız, gerçekten de “Bir gece ansızın gelebilirim”in çoğul çekimli versiyonu dışında “Titrerim mücrim gibi baktıkça istikbalime” ya da “Korkarım ikbalime” gibi “güncellikten uzak”(?) dizelerin başı çektiği bir şarkı sözlerinden niçin söz etmiş olabilirim ki?
Neyse de, “Hep birlikte YouTube’da karşıma çıktılar da ondan” deyip bu konuyu kapatıp yazıya devam edelim.
Siz de şahitsiniz: Epeyce bir zamandır televizyon ekranlarında önümüze getirilen “tartışma programları”ndan gerçekten gına geldi… Özellikle de neredeyse her programda yer alan “akademisyen” sıfatlı “konuklar”dan… Aylardır –artık izlenme oranlarının yerlerde süründüğü muhakkaksa da- karşımıza dizilen bu zevat hep aynı şarkıyı hep aynı tonda bugün de tekrarlamakla meşgul.
İnsan sormadan edemiyor haliyle: Bu ülkede bütün olup bitenler karşısında bu akademisyenlerden oluşan “üniversiteler”in bu derece suskun olmaları söz konusu kurumların varlık nedeniyle bağdaşır bir durum mudur? Ülkede sayıları hızla artan (kim bilir kaç tane) “hukuk fakültesi” ve bu fakültelerin aylardır ülkede olup bitenler karşısında tek bir laf edecek bir “ceza kürsüsü”, “anayasa kürsüsü”, “idare hukuku kürsüsü” gibi birimleri yok mudur? Tamam YÖK’ün ne mal olduğunu çoktan anlamış durumdayız. Ama ya bu suskunluğu, gözünü kapamayı ilke edinmiş bu üniversiteler ve onları oluşturan bu fakülteler? Söyleyecek tek bir lafları yok mu?
Bu hatırlatmayı da sözü birkaç gün önce CNN Türk’de bir bölümünü izleme fırsatı bulduğum bir programa (Şirin Payzın’ın 26 Eylül tarihli programı) getirmek için yapıyorum.
Bu programda daha önce dinlemek ya da yazdıklarını okumak fırsatını bulamadığım bir akademisyen ile karşı karşıyaydık: Doç. Dr. Murat Somer.
Konu “Referandum” meselesiydi. Somer, olup biteni, özellikle de referandumun Türkiye tarafından nasıl algılanması gerektiğini o derece açık/seçik açıkladı ki, epeyce zaman sonra “Kötümser olmayalım. Ülkede ekrana çıkma fırsatını bulabilen sahici akademisyenler de varmış” dedirtti bana.
Programı izlerken Somer’in açıklamalarından alabildiğim notlardan devam edeyim:
-Irak’ın kuzeyinde bir biçimde bir devletleşme olursa, bu gelişmenin Tükiye’de ayrılıkçı hareketi canlandıracağını söylemek çok yanlış ve yersiz, çünkü böyle bir varsayım Türkiye’nin hepten güçsüz olduğunun itirafı gibi bir şey.
-Bu meselede önemli olan husus, bizim komşularımızla birlikte nasıl bir gelecek tasarladığımızdır.
-Radikalleşmenin önündeki en etkili yöntem şeffaf bir demokratik yapının oluşturulmasıdır.
-“Kucaklaşma”yı,“kardeş olmayı” öne çıkaran söylemlerin zararı yok, ancak bunun ötesinde “birbirimizin hakkını tanıyan” ,“birbirinin hakkına sahip çıkan” bir yapıya ulaşmamız gerekir.
-Türkiye’nin komşu halkların hepsiyle dostane ilişkiler kurmak yoluna girmesi gerekir.
-Romanya’daki Macarların Macaristan ile ya da İran’daki Azerilerin Azerbaycan ile “bir olmak” gibi bir niyetlerinin olmaması, bir ulus devlet içindeki farklılıkların illâ ki ayrılıkçılığa ulaşacağına ilişkin keskin kanaatimizi sarsacak örneklerden ikisidir.
-Güçlü bir ülke olmak demek içinde alternatifleri barındıran bir ülke demektir. Yani tek bir iktidar, tek bir parti, tek bir görüş değil…
-CHP de Türkiye’nin bir iç sorunu olan Kürt meselesinde alternatif bir öneri geliştirmelidir.
-Cevap verilmesi gereken soru: Biz komşularımızla birlikte nasıl bir gelecek istiyoruz?
Umarım bu çalakalem notlardan hareketle Murat Somer’in açıklamalarını çarpıtmamışımdır…
Somer’in aktarmaya çalıştığım düşüncelerini “eşi bulunmaz” bulduğumu söylemiyorum. Ama televizyon ekranlarında epeyce uzun zamandır benzeriyle (belki de hiç) karşılaşmadığımız bir “akademisyen” i dinlemek bana iyi geldi doğrusu…
Yazının başı ve sonu insicamlı olsun diyerek (izninizle) arkadan “Müzeyyen”in sesinden dinlediğim şarkının son mısralarını da aktaracağım:
Kimseye etmem şikâyet / Ağlarım ben halime / Titrerim mücrim gibi baktıkça istikbalime / Perde-i zulmet çekilmiş / Korkarım ikbalime / Titrerim mücrim gibi baktıkça istikbalime