Arap isyanlarını tetikleyen nedenlerden biri kuraklığın getirdiği çaresizlikti. Sokaklarda “Ekmek, Onur, Özgürlük” sloganına sığdırılan üç talepten biri (yani ekmek) doğrudan susuzluk, kuraklık, tarımsal üretimdeki düşüş ve gıda fiyatlarındaki artış zinciriyle ilgiliydi.
Susuzluk bugünlerde Irak’ın güneyinde Basra’daki gösterilerin de nedeni. Kişisel tecrübedir; Fırat ya da Dicle’nin kıyısında biriyle oturup iki kelam edecek olsan üçüncü cümlede söz suya gelir. Suçlanan hep Türkiye’dir. Fakat bu kez müsebbip olarak Türkiye’nin yeri değişmese de okların çoğu Bağdat’ı vuruyor. Çünkü çöken altyapıya yatırım yapılmıyor, susuzluğa çare arayan bir siyasi irade yok, petrol zengini olan Basra ama en sefil vilayet de Basra. Tarımsal sulamada hâlâ Hammurabi teknikleri kullanılıyor. Yüzde 40’lara varan su kayıplarını önleyecek önlemler alınmıyor. Kanalizasyon şebekeleri ve sanayi atıkları nehirlere boca ediliyor. İçecek su temininde yeni teknoloji ve teknikler kullanılmıyor.
Evet, ABD 2003’te Irak’ı işgal ederken halkın direncini kıracak ve nesiller boyu insanların canını yakacak şekilde evvela altyapı tesislerini bombaladı. Fakat dünyanın ikinci büyük petrol rezervlerine sahip ülkenin yeni patronları son 15 yılı kendi kasalarını doldurmakla geçirdi. Su gibi en hayati meselede ürkütücü bir keyfilik sözkonusu. Bu yüzden artık bütün suçu yukarı-kıyıdaş ülke Türkiye’ye atmak Bağdat’ı kurtarmıyor.
Bu yazın hareketli konusu Ilısu Barajı’ydı. Ankara yine topa tutuldu. Fakat Irak Su Kaynakları İdaresi krizin Ilısu’dan değil çatışmalarda zarar gören Musul barajında suyun tutulamamasından kaynaklandığını söyleyince eleştirilerin yönü Bağdat’a döndü. Bağdat’ın talebi üzerine Ilısu’da su tutma işlemi marttan beri üçüncü kez ertelendi.
***
Temelsiz suçlamaları bırakıp çözüme odaklanmak için doğru düzgün veri gerekiyor. Ne hazin ki ortak veri tabanı olmadığı gibi her ülke kendi verilerine ‘gizli bilgi’ muamelesi yapıyor. Tüketim artışı bir kenara küresel ısınmanın etkisiyle yağış miktarı ve kar kalınlığı azalıyor. Fırat ve Dicle’nin debisi düşüyor. Fırat’la ilgili olarak 1940’da sınırda saniyede 1000 m3 olan debi bugün 500-600 m3 civarında seyrediyor. Verilere göre bu düşüş trendi Keban Barajı’nın devreye girdiği 1975’ten önce başladı. 1973’te debi saniyede 750-800 m3 idi. Yani tarımsal sulama alanları ve barajlardan önce de doğal akışta azalma görülüyor. NASA’ya göre 2003-2010 arasında Dicle ve Fırat’taki su miktarı yüzde 25 oranında düştü.
Suriye ile 1987’de imzalanan protokol uyarınca Türkiye’nin Fırat’tan bırakması gereken su miktarı 500 m3/sn. Kuraklık nedeniyle seviye düştüğünde sonraki aylarda bu telafi ediliyor. Irak’la asıl tartışma Dicle üzerinden. Fakat Fırat’taki suların yüzde 90’ı Türkiye kaynaklıyken Dicle’de bu oran yüzde 40. Irak’ın kendi katkı payı yüzde 51. Irak’a göre 22 baraj, 19 hidroelektrik santrali ve 1.8 milyon hektarlık alanda sulama yatırımı öngören ve yüzde 74’ü tamamlanan GAP, ülkeye su akışında yüzde 80 düşüşe yol açtı. Tabii bu rakamları Türk tarafı kabul etmiyor.
Türkiye ile Irak arasında ortak komiteler kurulmasına yönelik görüşmeler sürmesine rağmen henüz işbirliğinin düzeyi yok hükmünde: Şöyle ki aşağıya ne kadar hangi kalitede su bırakıldığını tespit için sınırın iki tarafına ortak ölçüm istasyonu kurulması önerisi yıllardır sürüncemede. Kurulduğunda kimin neden ve ne kadar sorumlu olduğuna dair tartışma bitecek ve ortak çözümlere yanaşmayanlar için kaçacak yer kalmayacak.
***
Artan ihtiyaç ve su kaynaklarının gidişatı ortada. Suyun verimli kullanımı, kirlenmenin ve tuzlanmanın önüne geçilmesi, tarımsal sulamada kayıpların önlenmesi, alternatif çözümlerin üretilmesi bütün meselelerin anası haline geliyor. Bu çabalar bölgesel bir işbirliği içinde büyütülmezse büyük felaketler, insani krizler, toplumsal çalkantılar ve bölgesel çatışmalar kaçınılmaz.
Sadece Fırat-Dicle havzası değil birçok bölgede su, potansiyel kriz-çatışma nedeni. Mesela, Nil üzerindeki Afrika’nın en büyük barajı Rönesans’ı inşa eden Etiyopya, aşağı-kıyıdaş ülkeler Mısır ve Sudan’la gerilim yaşıyor. Nil’in bir yıllık suyunu tutma kapasitesine sahip barajın dolacağı zaman aralığı, üretilecek elektriğin ihracatında Sudan ve Mısır’a öncelik verilmesi ve tarımsal zararların tazmini gibi konularda müzakereler sürse de taraflar hâlâ savaşın diliyle konuşuyor.
Su zaten savaşlarda silah ve cezalandırma aracı. 1960’larda İsrail, Ürdün Nehri üzerindeki su kanallarını bombalamıştı. Yine İsrail, 2006’da Lübnan’da su altyapısını tahrip etmişti. Bu şekilde nüfusun yüzde 25’i susuz kalırken tarım da yüzde 90 oranında etkilenmişti. ABD’nin 2003’te Irak’ta yaptığı da farklı değildi. Sadece Bağdat’ın altyapısının yüzde 40’ı çökertildi. IŞİD de suyu silah olarak kullandı. Suriye’de Takba ve Tişrin, Irak’ta ise Musul, Samarra, Sudur ve Nuaimiye gibi barajları ele geçiren IŞİD boyun eğmeyen bölgelerde vanaları kapatıp susuz bıraktı ya da kapakları açıp suya boğdu.
Fakat su silahı çift taraflı vurduğu için öyle bir an geliyor ki savaşan tarafları işbirliğine zorluyor. Suriye’de bunun çarpıcı örnekleri yaşandı. Suriye hükümeti ile silahlı gruplar arasındaki işbirliği iki temelde gelişti: Muhalif gruplar ellerindeki tesisleri işletemedikleri ya da onaramadıkları zamanlarda hükümetin teknik desteğini almak zorunda kaldı. Sonuçta kesintiler iki tarafı da vuruyordu. Bir tarafın elinde elektrik santrali diğer tarafın elinde baraj olduğu durumlarda da taraflar mecburen işbirliğine gitti.
Kürtlerin liderliğindeki Suriye Demokratik Meclisi ile Şam arasındaki barışçıl çözüm müzakerelerinin su konusunda teknik işbirliği ile başlaması da son derece manidar. Tabka barajında başlayan el sıkışma süreci Kuzey Suriye Demokratik Federasyonu projesinin kaderine dair görüşmelerle sürüyor.
***
Savaşa götüren su, insanlığı barışa da götürebilir. Bu bakış açısının değişmesine bağlı. Mavi Barış İnisiyatifi’nin bu konuda dikkate değer çalışmaları oldu. Bu inisiyatif, İsveç ve İsviçre’nin finansörlüğü, Stratejik Foresight Group’un organizatörlüğü, Türkiye ve Ortadoğu ülkelerinden uzmanların katılımıyla 9 yıldır işbirliği mekanizmaları geliştirmek için bir araya geliyor. Bu çerçevede başarılı örneklerin sergilendiği Ren, Tuna, Sava, Senegal, Mekong ve Okavango gibi nehir havzalarına inceleme gezileri düzenleniyor. Bu programların bir kısmına ben de katıldım. Son toplantı 30-31 Ağustos’ta Stockholm’de gerçekleşti.
Güneybatı Afrika’da Okavango Nehri üzerinde kavgalı olan Angola, Botsvana ve Namibya sonunda nehri ortak komisyonla idare etmeyi öğrendi. Güneydoğu Asya’yı besleyen Mekong’da Kamboçya, Lao, Tayland ve Vietnam ortaklık yapmadıkları takdirde yaşanacak felaketleri görünce işbirliğinin yollarını buldu.
Senegal Nehri de Senegal, Gine, Mali ve Moritanya’yı bir araya getirdi. Avrupa’da 9 ülkenin işbirliği Ren’i kurtardı. Suda kiminin sorunu çokluk, kimininki kıtlık. Kirlilik ve tuzluluk hepsinin sorunu.
Ortak araştırma, veri tabanı oluşturma, risk analizlerini çıkarma, projeksiyonlarda bulunma ve bunlar ışığında teknik çözümler geliştirmeye dayalı ‘ortak su yönetimi’ suyun barışa vesile yapılmasında ilk adım.
Özetle su, aynı zamanda düşman tarafları bile eninde sonunda makul olmaya ve işbirliği yapmaya zorlayan güçlü bir faktör olabiliyor. ‘Mavi Barış’ mümkün. Zor ama imkansız değil.