Zamanın ruhuna uygun olarak gazetecilik de farklı şekillere bürünüyor, farklı talepleri karşılamaya yöneliyor. Ama bir nokta sürekli eksik kalıyor: yaşadığımız kentlerin farklı çehrelerine erişen, farklı sosyal topluluklara dokunan, sokak röportajlarının ötesine geçerek derinlikli bir bakış sunan gazetecilik.
Nâzım Hikmet’e “Ağlasa da gizliyor gözlerinin yaşını / Bir kere eğemedim bu kadının başını” mısralarını yazdıran gazeteci-yazar Suat Derviş, iki dünya savaşı arası dönemde İstanbul’u merkezine alan müthiş bir gazetecilik örneği sergilerken, bizlere on yıllar öncesinden bir şablon sunuyor.
Değerli yazar Osman Balcıgil’in Suat Derviş hakkında yazdığı biyografik romanın ardından birçok eserini yeniden keşfettiğim Derviş’in 1935-37 yılları arasında yayınlanan ve sıkı bir kapitalizm-karşıtı olduğu yıllara rastlayan röportaj dizilerinin derlendiği Çöken İstanbul, İstanbul’un o dönemini ve İstanbulluların yaşantılarını tüm çıplaklığıyla bize ulaştırıyor.
Babıali’nin en şık giyinen ve en başarılı muhabirlerinden Suat Derviş, ufak tefek boyu, yapışkan çamur tabakalarıyla örtülü mahallelerde kan ter içinde bata çıka yürürken uzun ökçeli iskarpinleri, başının üstünde eğik tuttuğu küçük bereleri, krep jorjet kumaş elbiseleri, soğuk İstanbul günlerinde boynuna doladığı eşarplarıyla sokakların altını üstüne getirir, gazetecilik mesleğinin sonsuz heyecanını bir an olsun yitirmez.
Hatta bu dönem yapıtlarını şöyle ifade eder Derviş: “Hayat ve hakikat, en güzel rüyadan, en parlak hayalden çok daha zengin, çok daha cazip.”
Gazeteci olarak yaptığı röportajların onu hayatın gerçekleriyle karşı karşıya getirdiğini söyleyen Derviş, geceleri köprü altında yatanları, ekmek alabilmek için bedenini satanları, sokaklarda dilenen çocukları, yani kendi tabiriyle “çöken İstanbul’un” farklı sokaklarından yükselen kokuları, dokuları, var oluşları okuruna taşır.
Bu seriyi tamamlamasının üzerinden birkaç sene geçtikten sonra kaleme aldığı ve adım attığı toplumcu gerçekçilik akımının önemli bir örneği olan İstanbul’un Bir Gecesi’nde ise şehrin adeta bir eskizini çıkarıp, bizi çok farklı sokaklarda, çevrelerde ve yaşantılarda gezdiriyor.
Bu dönem, tam da 1939 yılında Türkiye Komünist Partisi Genel Sekreteri Reşat Fuat Baraner’le evlenmesine denk geliyor. Baraner, Atatürk’ün teyzesinin oğlu...
Suat Derviş, İstanbul halkının nerelerde yaşadığını anlatırken bizi dört duvarı tenekelerle çevrili bahçelerin içinde kulübeden bozma derme çatma evlere, teneşir ve tabut deposunda yaşayanların ortamına, “müşteri artık Zümrüdüanka” diyen şoförlerin yolcu bulma telaşına sürüklüyor ve soruyor: İstanbul’un “altında” kimler yaşıyor?
Bir yandan, sanatoryumda yer bulamayan veremlilerin hayatta kalma mücadeleleri, çocukların çektiği sefalet, “mektebe hasret” çocuklar, işten el çekmiş yankesiciyle Galata’nın izbelerinde yürüyüşler, tahtaların üzerine atılmış pireli yorganlarla kaplı “sultanodaları” denen bekar evlerinde kalan hamallar, on iki senedir kış yaz cami avlusunda yatan “garip adam”, gözü veya parmağı fabrikada sakatlandığı için işten atılıp tedavi ettirilmeyenler, esrarkeşler, çalışan kadınların karşılaştıkları zorluklar, “Türk kızlarının nasıl iş bulduğu” gibi bir dizi röportajla İstanbul’un tutunamayanlarını odağına alıyor.
Bir diğer deyişle, bir dönemin sosyo-ekonomik profilini kıvrak bir dille ve gerçekçi gözlemlerle kayda geçirip o dönemde bu söyleşiler birçok gazetede yayınlanıyor. İstanbul’un arka sokaklarındaki esrarkeşleriyle röportaj yaparken de “sizden neden korkayım ki, insan insandan korkar mı?” diye sormayı ihmal etmiyor.
“Siz gazeteci misiniz? Çaresiz, himayesiz kalan işçileri yazıyormuşsunuz değil mi? Ne olur beni de dinleyiniz” diyen kadının nedensiz yere işten çıkarılan işçi oğluna dair çığlığını da dinliyor, “Nişantaşı gibi zengin bir muhitin bir mektebinde üç yüz aç çocuk olursa fakir semtlerde aç çocuk adedinin kaça çıktığını hesaplamak herhalde güç olmayacaktır” diyerek çocukların iyi olma halini önemseyen ve oldukça ses getiren röportajlara imza atıyor.
Ömrünün büyük kısmını cezaevi ve mahkemeler arasında geçiren ama mücadelesinden hiç yılmayan bir inatçı, asi ve kararlı ruh Suat Derviş...
Gerek hümanizması, gerek gazeteciliği, gerekse siyasi yelpazede durduğu sağlam konum gereği, toplumun tüm katmanlarına yayılmış olan sınıf ayrımlarına, adaletsizliklere, sömürüye, eşitsizliklere var gücüyle karşı çıkıyor; dünyadaki eğilimleri de yakından takip ettiği için İstanbul üzerinden bir Türkiye hayali kuruyor. Ölümünün ellinci yılında bizlere ta 1930’lardan sunduğu örnek gazetecilik modeli ise halen ilham alınmaya değer netlikte.
Özellikle içinden geçtiğimiz ekonomik kriz ortamında, birçok hanenin alım gücü açlık sınırının altına düşmüşken, Türkiye nüfusunun beşte birini barındıran İstanbul aslında toplumun bir turnusol kağıdı...
Kent sakinlerinin sorunları, açmazları, beklentileri ise sadece seçim döngülerinden birkaç ay önce sokaklara inerek onları dinlemek üzere ayrılacak zaman dilimlerinin veya kutuplaştırıcı sokak röportajlarının çok ötesinde bir çaba, derinlik, sabır ve duygudaşlık gerektiriyor.
İstanbul’un tutunamayanlarını anlamakta, bir yurttaş haberciliğine değil, Suat Derviş örneğinden hareketle, gazeteciliğin tüm ilke, teknik ve etik kurallarını gözeten, kişileri “oltaya düşüren” bir haber malzemesi yapmaksızın onları anlamaya, anlatmaya ve dertlerine çare bulmaya aracı olan bir yurttaş gazeteciliğine ihtiyaç var.
Bu açıdan elimizde bir de dijitalleşmenin katkısı var; zira akıllı telefonlar ve sosyal medya araçlarıyla, İstanbul’un tüm semtleri, doğru gazetecilikle bir anda halkın ve karar alıcıların ekranlarına yansıyor.
Çağ değişti. Ülke sorunları da beraberinde dönüştü. Her devrin, her sosyo-kültürel iklimin kendine özgü dokusu, tadı, kokusu var. Ama toplum halen çok çeşitli katmanları, emekçileri, kendilerine özgü sorunları olan çocukları, kadınları içeriyor ve gazeteciliğimizde farklı ufukları tartışmaya başlamamız gerekiyor.
Kutuplaştırıcı haber dillerinin geçer akçe sayıldığı, güne gözümüzü yalan haberle açıp tekziple kapattığımız, yankı odalarımızda avaz avaz bağırıp yanıt alamadığımız bir çağ bu... Hayatı evimizin penceresinden gördüklerimiz veya bize öğretildiği çerçevede ele aldığımız, almayınca ve ezber bozduğumuzda ise türlü suçlamalara konu olduğumuz bir çağ... Sokağa çıkıp toplumsal fayda güden haber kovalamayı, siyasi bir eylem sayan, her adımını şu veya bu partinin “bu Pazar seçim olursa ne kadar oy alacağı”nın hesabıyla atan bir çağ... Oysa yoksulluk, açlık, siyaset-üstü bir insanlık paydamız...
Ama bir yandan da, gazetecilikte dünyadaki eğilimlerin de bir tık öteden izlendiği, özellikle toplumsal yoksullaşma, yozlaşma, sınıflar arası açılan uçurumlar karşısında medyanın gücüyle ezber bozmanın, toplumsal gerçekçiliği genel bir meslek uğraşı haline getirmenin öneminin içten içe fark edildiği bir çağ bu... Çünkü ancak bu şekilde kargo emekçilerinin, kağıt toplayıcı Roman ailelerin veya mevsimlik işçilerin sorunları, daha grev aşamalarına gelmeden görünür olacak. Ancak bu şekilde haftada bir kez bile et veya süt ürünü tüketemeyen çocukların varlığı anlaşılacak ve dayanışma ağları harekete geçirilecek.
Bunun için de, geçmişte ve çağının çok ötesinde cesur yürekli bir kadının gazetecilik refleksiyle İstanbul’u karış karış gezip bize yansıtması elimizdeki en değerli referanslardan biri...
Bunu da “İstanbul’un en tehlikeli semtleri” veya “filanca belediye başkanı kentsel dönüşüm geçiren Roman mahallesini ziyaret etti” şeklindeki tıklama avcısı haberlerle değil, şehrin emek dünyasının isimsiz kahramanlarıyla, gündelik yaşantının çeperine itilmişlerle doğrudan konuşarak, doğru tekniklerle, her şeyden de öte etikle, toplumsal sorumlulukla ve gazetecilik heyecanıyla yapmamız gerekiyor.
Bu konudaki başarımız ise, haber aktarımına getirdiğimiz taze bakışta ve kalıplaşmış anlatılara karşı sunacağımız panzehirde saklı.
Çünkü hayat, en güzel rüyadan bile daha zengin, değil mi?