İçimizde hayata dair derin bir özlem ve ona inanma isteği… Gönlümüzce yaşamak gözümüzde tütüyor. Kış bitinceye kadar Türkçeye bahar getiren Nezihe Meriç’in baharına sığınmaktan daha iyi ne olabilir. Bozbulanık yetmiş yaşında.
Kış yaklaşırken kime baksam Sait Faik’in o öykü kişisini hatırlatıyordu.
Önündeki kışı düşünen ama aslında kıştan çok hayata dair güzel bir düş kurmak için çabalayan o karakteri. Yazmıştım. Şimdi ona benzeyenlerin birer birer Nezihe Meriç’in öykü kişilerine dönüştüğünü fark ediyorum. Sait Faik ve onun yazdıklarına tutkun Nezihe Meriç... Şu sıkışmışlığımıza beraberce el veriyorlar. Tuhaf bir devamlılık. Bizi mi yazmışlar yoksa değişmez memlekettin cilvesi mi!
Tipinin hâkim olduğu bir kışta, dünyanın korkunç gidişatına ve yoksulluğa rağmen yaşama tutunan Sait Faik karakterini, soğuk bekâr odasında usanmış ama ümidi terk etmemeye çalışırken bırakmıştık. Oradan Nezihe Meriç devam ediyor. Bu kez bir ilkokul sınıfı… Kürsüde bir öğretmen… Şubatın soğuk günlerinde, sınıfta onlarca çocuk, gülüşmeler, itişmeler, tebeşir tozu ve kurşunkalem kokusu... Öğretmen pencereden dışarıya baktığında soluk gökyüzünü bir kenara bırakıp baharı düşlüyor. Nezihe Meriç’e göre “Şubatın en soğuk günlerinde bahardan söz etmek için genç kız olmak gerekir.” Öyle... Öğretmen gepegenç. Neyse ki sınıf sıcak, ders Resim-İş. Öğretmen dışarıya baktıkça, asfalttan çamlara doğru yol alan bahar düşleri sarıyor etrafı. Demir parmaklıklı okul kapısı gerilerde kalmış. Öğretmen hoşa gidecek bir karşılaşma bile hayal ediyor, bir öpüş hatta. Utanmıyor bunu aklından geçirdiği için. Tıpkı bahar gibi kardeşçe olamaz mı! Derken çocukların kavgalarıyla bölünüyor hayali. Sınıf sakinleşince geri dönmek istiyor düşüncelerine. Bir öğrencisinin resim defterindeki, renkleri birbirine karışmış gökkuşağında yakalıyor yarım kalan hayalini.
Nezihe Meriç, bu noktadan sonra öğretmenin hayaline parçalı bulutlu bir hava uygun görüyor. İnsanların birbirini sevmesindeki çiğlikleri öğretmenin aklına düşürüyor. Toplumun dayattığı sevme biçimleri, peşi sıra gelen huzursuzluk... “Ders bitmek bilmiyor. Bugün öğretmenliğiyle hiç ilgisi yok. Ev, kitapları gözünde tütüyor.”
Öğretmen, sınıfa bakıp öğrencilerini tek tek hayatındaki kişilere benzetiyor. Biri iyi yürekli bir kadın olacak, dokuz çocuk doğuracak. Diğeri roman okumayı kızlarla gezmeye tercih edecek. Biri kasap, diğeri elektrikçi olacak. Biri de “piyanoda bir ses arayacak.” Çocukları tanıdıklarına benzettikçe, onlara birer hayat biçtikçe insanın daima boğuştuğu o soruyu soracak kendi kendine: “Yoksa hiçbir şey değişmiyor mu?” Ve işte o an... “Bir an yaşamak tümüyle boş görünüyor.” Şubatı bahara döndürmenin denemesini yaparken gelen boşunalık hissi. Eldeki hayata değil, hayaldeki hayata inanmak, özlem duymak.
“Öğretmen” öyküsünün başkişisi şimdiki bizlere ne de çok benziyor. İçimizde hayata dair derin bir özlem ve ona inanma isteği… Gönlümüzce yaşamak gözümüzde tütüyor.
Burada kalanlar böyle. Gönlünce yaşamaya ve sevmenin anlamını alçaltmayan hayata hasret. Ya gidenler? Gidenlerin ise burnunun direği sızlıyor. Tıpkı “Dağılış”ta olduğu gibi. Tıpkı bugün buradan başka ülkelere gidenlerin hissettiği gibi.
Nezihe Meriç öyküsüne, Roma’ya akşamın gelişini anlatarak başlıyor. Sadeliğin görkemiyle meydanlar, reklam ışıkları yanan mağazalar, işportacılar, suların fışkırdığı havuzlar, heykeller, yüzyıllık taş yapılar, tıklım tıklım sarı otobüsler... Nezihe Meriç’in kaleminden Roma’da akşam oluyor. Eşsiz olduğunu söylemeye gerek var mı! Türkiye’den bir kız yukarıdaki soğuk gökyüzünün altında, uzaktan sevdiği Roma’ya şimdi gitgide yabancılaşarak akşam manzaralarını seyrediyor. Şehirde yürüdükçe bir eksilik, bir uyuşmazlık... Akşamın sonu kızın kaldığı pansiyonda Türkiye’ye bağlanıyor. Onun gibi Türkiye’den buraya gelmişlerin konuşmalarını duyuyor kız. Hasret cümleleri... İşlemeli, büzgülü, çiçekli perdeleri, renkli çinko leğenleri, kova kova suyla yıkanmış mermer merdivenleri, küpe çiçeğini özlediklerinden bahsediyorlar. Konuşan kızlar, memleketlerinin ruhunu iliklerine kadar hissederken İtalyan ruhunu arıyorlar. Ve nihayetinde uyuyakalıyorlar. “…Memleketten uzakta, küçük çocuklar gibi dudakları bükülü, renkleri sararmış, bir pansiyon odasının taş duvarları arasında...” Öykü kişisi de Türkiye’yi, perdeleri, güneşli sokakları ve küpe çiçeklerini düşünüp duruyor.
“Dağılış” ve “Öğretmen”, Nezihe Meriç’in Bozbulanık kitabında yer alan iki öykü. Bu yıl Bozbulanık yetmiş yaşına bastı. Yetmiş yıl öncesinin yaşama özlemi bugün hâlâ sürüyor.
Öykücülüğümüzün yürüdüğü yolların taşlarını döşeyen Nezihe Meriç, 1950 Kuşağı’nın Türkçeye bahar getiren yazarı. Kış bitinceye kadar onun baharına sığınmaktan daha iyi ne olabilir.