Dedi ki, “Benim öğle yemeğim bir paket bisküvi, bir şişe küçük su.”
Anlamam için mi yoksa hissetmem için mi, tane tane ekledi: “Bisküvi 1 liraydı, su 50 kuruş. Ne yaptı? 150 kuruş. 1,5 lira.”
O kadarla mı doyuyorsun, demek zor tabii…
Ama bu kadarını da o söyledi:
“Şimdi bisküvi 3 lira, üstelik içinden 4 adet çalmışlar. Su 1,5 lira. Ne yaptı? 4,5 lira.”
Taci Hocam, şimdi ben senin enflasyonunu nasıl hesaplayacağım?
Tane tane mi saysam, damla damla mı koysam…
Bisküviyi mi suya bölsem, suyu mu küçülmüş paketle çarpsam!
Faizi düşürsem bisküviden yine çalarlar mı, yükseltsem su boğazına durur mu?
1,5 liranın içine bir hayat tıkıştırmaya, bir geçim sıkıştırmaya; üç çocuk büyütmeyi, vatana millete faydalı olmayı, açlığını bastırmayı, yorgun bedenini dinlendirmeyi sığdırmaya çabalıyorsun…
Ve senin 1,5 liralık açlık bastırmana iki 1,5 lira daha ekleniyor ki, bugüne kadar aldığın hizmetlere şükret!
4,5 lira ufacık tefecik ama içi dolu yüzsüz bir yüzde iki yüz. O yemek olmayan yemeğin enflasyonu, açlığı bastırmanın yüzde 200’ü. Paketten çalınan, boğazdan alınan dört adet bisküvi hariç!
Yalan değil; yolun yapıldı, sizin oraya park geldi, kalkınmasız büyümeden küçük küçük de olsa pay geldi, umut geldi, bereket bile geldi.
Ama işin sırrı bu:
Nihayetinde, hep çoksunuz ya, bir gün birden yoksunuz.
Çark sizi çevirerek, başınızı döndürerek, altüst ederek dönmek zorunda.
En alttakilerden olmanın, ayırmacı kârlılıkta da kayırmacı muhafazakârlılıkta da manası o.
Seni küçülterek, ucuzlatarak, teşekkürden tevekküle, sabırdan kabire taşıyarak dönmek zorunda.
Taci Hocam, az zamanda çok yaşlanmış, epey hayalle bol hayal kırıklığına saplanmış, öfkesine adres arayan ama her bir kuruşa şükretmekten vazgeçmeyen, korsana kızan ama korsanlığa kızmayan, dört bisküvinin eksilmesini hemen fark eden ama daha büyük eksiltmeleri muhtemelen ıskalamış, mütedeyyin bir taksi emekçisi.
Ağa değil, patron değil, yan gelip yatan değil… 12 saatin çoğunu taksi sahibi için çalışan seyyar emek. Bazen size köpüren, bazen sizin köpürdüğünüz, her ikisinde ikinizin de haklı olduğu gündelik hallerin, hoyratlıkların, hatalı sollamaların bir aktörü.
Sohbet pek siyasallaşmadı.
4,5 lira zaten siyasetin ta kendisiydi.
Tabii daha önemli bir meselemiz vardı:
Taci Hocam’ın (o bana hep Hocam dediği için), hayatı birtakım düşmanlara öfke ve nefret kusmakla geçmişti muhtemelen.
En alttakilerde en alttaki olmadığı illüzyonunu yaratmanın en sağlam yolu, onlara başkalarının en altta, aşağı, aşağılık olduğu söyleyip durmak değil midir?
Eğer alttaki isen, kendini üstün, gururlu, onurlu hissetmen için şart budur:
Ama dinî, ama etnik, ama millî, ama erkek erkek, ama alttakilerden de olsa bir rütbe takarak.
Onlara mülkiyet, takım aidiyeti, kendini iktidar parçası zannetmek, şahsını siyasî-ekonomik-kültürel muktedirlerin çok sevdiği bir yakını sanmak filan da eklenir.
Sınıfsal olarak, servet olarak, arsızlık olarak, güç ve kudret olarak onlardan çok uzaklara yerleşenler ve bilhassa onların arasından da çıkıp o mertebelere kavuşan ve yapışanların merdiveni bu şekilde yükselir ve sağlamlaşır…
İllüzyonun yarıldığı ve hakikatin başını uzattığı zamanlara kadar.
“Büyükler” iyiliklerini onlar için yaptığını söyler ve hakikaten, iyi zamanlarda, o iyilik-güzellik devrinden küçük lokmalar o hanelere de düşer.
Fakat kötülük zamanları beklemeye dayanamaz; kin ve nefret ile hırs ve kibir dalgaları olarak sağa sola çarptıktan sonra, gerçekten kötü ve berbat bir devrin de cehennem ateşini yakar.
O cehennem alttakilerin köküne, kökenine bakmaz…
Kendileri de birbirlerini yakmadıkça.
İyiliği sizler için yaptık diyenler, kötülükleri hep değirmenlere karşı bilediklerini anlatırlar:
Yedi düvel olur, filanca devlet olur, komplolar olur, kendileri de ziyadesiyle kibirli başka maddi-siyasî-askerî-dış merciler olur…
Düştüğün çukurda, seni iteni unutturacak kadar hazır düşman vardır zaten.
Halkların böyle çarkları durdurduğu, kırabildiği tarihî anlar olur elbette.
Devrimle, seçimle, değişimle, dönüşümle.
Taci Hocam’ın, araba çukurda dingil kırdı derken nihai olarak söylediği de oydu sanki.
O kadar sene, şu kadar seçim sonra!
Ne yapacaktı ki!
Bilmem, ne yapacaktı ki?