Yine hareketli günler geçiriyoruz. Gündem hızla değişiyor; bir
gün içinde o kadar çok şey oluyor ki takip edeyim derken doğrusu
benim başım dönüyor. Artık cep telefonumla yatmaya başladım, tam
bir bağımlıya dönüşmek üzereyim. Gözümü açar açmaz polisiye bir
roman okurken ya da film izlerken duyduğum heyecana denk bir
duyguyla doların gidişatını öğrenmek üzere telefona sarılıyorum.
Doğrusu kendisi de bu heyecanlı bekleyişi (!) bu aralar hiç boşa
çıkartmıyor. Yalnızca dolar mı, şu son bir haftada olup bitene bir
bakın: Tecavüze uğramış, işkenceyle ölmeye yatırılmış, suç
biliminin ellerinde, medyanın sıradanlaştırıcı dilinde nesneye
dönüştürülmüş küçücük bedenleriyle kaybolan çocuklar, Çorlu’da ağır
bir ihmalin sonucu olduğu her halinden belli feci bir tren kazası,
OHAL’in son kanun hükmünde kararnameleri, bu kararnamelerden
biriyle gelen kıyım benzeri ihraçlar, yeni rejimin başlangıcını
imleyen bir yemin töreni, bu törenin hemen ardından Bakanlar
Kurulu’nun açıklanması, bir numaralı Cumhurbaşkanlığı Kararnamesi
ile güçlendirilmiş merkezini Cumhurbaşkanı’nın tek adam olarak
işgal ettiği yeni rejimin yeni yönetim mantığının resmen ilan
edilmesi, bir başka ifadeyle bildiğimiz haliyle Cumhuriyet’in
yerine bir başka “şey”in geçtiğinin inkar edilemez gerçekliğinin
üzerimize çöküşü, muhalefet partilerinin, hiçbir şey olmamış gibi,
milletvekillerinin yeni dönemde işlevi belirsiz Meclis’te yemin
etmelerinden sonra yerel seçim hedefleri doğrultusunda
hazırlıklarına başladıklarını kamuoyuna ilan etmeleri, Soma
davasının son duruşmasında bütün adalet beklentilerinin
beyhudeliğini gözümüze sokarcasına okunan karar, daha FETÖ’nün
uçsuz bucaksız gibi görünen çıkar/suç ağlarını çözememişken
başımıza bir de Adnan Hoca örgütünün çıkması, NATO’da “Kabadayılar
Çetesi”nin reisi Donald Trump eliyle çıkarılan kriz, Dünya
Kupası’nda Hırvatistan’ın final oynayacak olması.... Özeti bile
yarım sayfa süren gündem, benim seçtiklerimle, şu anda yeni bir şey
olmadıysa böyle.
Böyle bir gündem yazma kolaylığı değil, güçlüğü yaratıyor. Çok
fazla yazı, çok fazla söz dolaşıyor. Gündemin hızı, yazanı bu hıza
ayak uydurmaya zorluyor. Bunun ise en görünen sonucu, yazmaya eşlik
eden düşünsel sürecin kesintili, kendiliğinden, çoğu kez içten,
ancak yüzeysel olmaktan kaçınamayan bir tarzda ortaya çıkması.
Böyle yazarken bir adım geriye çekilip düşündüklerinin üzerine
düşünmek neredeyse imkansızlaşıyor. Böyle yazmanın
kendiliğindenliğini seviyorum; yazma alışkanlıklarımı alt üst eden
hızdan da ancak yazmaya başlayıncaya kadar şikayetçiyim. Bu hız, bu
kendiliğindenlik, yazmayı bir tür konuşmaya dönüştürüyor ki bana
sözü bir direniş biçimi olarak düşünebilme olanağı veriyor. Çekici
olan yanı da bu sanırım.
OHAL’in 8 Temmuz 2018 tarihli son Kanun Hükmünde Kararnamesi ile
ihraç edilen Barış Akademisyenleri, yıllardır çalıştıkları
fakültelerinden odalarını boşaltıp ayrılırlarken attıkları imzanın
arkasında olduklarını, bugün olsa metni yine imzalayacaklarını
yüksek sesle korkusuzca beyan ettiler. Aylardır her ihraçtan sonra
verdikleri demeçlerde, kendilerine karşı açılan davalarda
yaptıkları savunmalarda aralarında olmaktan gurur duyduğum bu
akademisyenler, ısrarla aynı şeyi söylüyorlar. (Dileyen okurlar,
bianet’ten bu savunmaların metinlerine ulaşabilirler.) Barış
akademisyenlerinin ısrarında, rejimin otoriterliği su götürmez bir
gerçek olarak ortadayken söz söyleme cesaretinin, eleştirinin
değerini yeniden tartışmaya açmak için bir fırsat, muhalefetin yeni
rejimde kendisine yol ararken ne yapması gerektiği sorusuna da paha
biçilmez bir yanıt görüyorum.
Fransız düşünür Michel Foucault 1983 yılında derslerini Antik
Yunan felsefesinin kavramlarından biri olan parrësia’ya ayırmıştı.
Kavram, Türkçe olarak korkusuzca doğruyu söylemek biçiminde ifade
edilebilir. Antik Yunan’da ilk kez M.Ö. 484- 407 tarihleri arasında
Euripides’in metinlerinde rastlanan bu kavramla ilgili olarak
Foucault’nun yorumunu izlersek – ki bu yorum, kavramın daha sonraki
metinlerde aldığı biçimleri de gözeterek onu tarihsel bir bağlama
yerleştiriyor- bu kendine özgü sözel faaliyetin başat özelliklerini
ayırt edebiliyoruz. Öncelikle, bu özel söz edimi hakikatle sözü
söyleyen arasında ancak dürüstlükle, içtenlikle kurulabilen bir
bağı içeriyor. Konuşan sözünün içerdiği hakikate içtenlikle
inanmakla kalmıyor, onu korkusuzca, kimi zaman hayatı pahasına
ifade etmekten kaçınmıyor. Doğruyu söylemenin herhangi bir
biçiminden bu özel edimi ayıran da işte bu tehlikeyi göze alma
cesareti. Öğretmen, bildiğine emin olduğu bir şeyi öğrencilerine
aktarırken kendisinden emindir. Doğruyu söylemektedir ama böyle
yapmakla kendisini herhangi bir tehlikeye atmış olmaz. Sadece işini
yapmaktadır. O halde bu öğretmen, korkusuzca konuşma ediminin
öznesi olamaz. Kral ya da tiran içinse durum daha basittir. O,
konuştuğunda doğruyu söylemekle kendini tehlikeye atmaz. O nedenle,
bu edim ona da ait değildir. Bu edimin sahibi, otokratın karşısında
ona rağmen doğruyu özgürce, korkmadan dile getirebilendir.
Eleştiri, her zaman iktidara direnmek zorunda olanlardan
gelecektir. İktidardaki bu edimden yoksundur ama buna
muhtaçtır.
Bu özel söz edimi, sözü söyleyeni, doğruyu söyleyerek
sorumluluğunu yerine getirdiğinde başına gelebilecekleri göze alma
cesareti ile hakikatten kaçmanın rahatlığı arasında bir ikilemde
bırakır. Korkusuzluk, sözün söylendiği toplumsal-politik bağlamda
bir bedelle gelir. İşte bütün mesele o bedeli ödemeye hazır
olmaktır. Dikkat çekici olan, doğruyu ısrarla her koşulda söylemeye
hazır olmanın, edimi gerçekleştiren için doğru olanla, hakikatle
kişisel bir ilişkinin varlığında mümkün olmasıdır. Söz söyleyen,
hakikatle kurduğu özgün, kişisel ilişkisini ifade etmektedir. Her
şeye rağmen bu hakikati söylemelidir, bu bir sorumluluktur.
Yalnızca başkalarınınkini değil, kendi hayatını iyileştirmek için
de herkesin hakikati işitmesi gerekmektedir. Bu ise ancak eleştiri
özgürlüğünü kullanan konuşanın, korkusuzca yönlendirmek yerine
açıklığı, yalan yerine doğruyu seçmesiyle gerçekleşecektir. Sükut
değil, sözdür altın olan. Sessiz kalmak, yalanın yanında yer
tutmakla eşdeğerdir. Can alıcı hakikat mutlaka dile gelmelidir.
Susmak, suça ortak olmak demektir. Bu öyle bir eleştiridir ki,
sözün sahibi öncelikle kendisini, benliğini ortaya koymaktadır.
Kolay bir konum değildir bu.
Antik Yunan felsefesinin korkusuz konuşma edimi olarak parrësia,
Barış Akademisyenlerinin durumunda yeniden canlanıyor bana kalırsa.
Demokratik bir hak olarak ifade özgürlüğü bağlamında, devlet
iktidarını kullananlara, bu iktidarın yurttaş haklarıyla sınırlı
olması gerektiğini hatırlatmaya devam ettiklerinde, bu iktidarın
kötüye kullanımının sonuçları konusunda kendilerine yönelmiş her
tehdidi göğüsleyerek uyarıcı olma görevini üstlenmeye hazır
olduklarını her ilan ettiklerinde bu antik edimin modern siyaset
açısından da ne denli önemli olduğunu göstermiş oluyorlar.
Bana kalırsa, otoriter bir rejimin artık bütün unsurlarıyla ve
kurumlarıyla yerleştiği şu sıralarda muhalefet için aradığımız
çıkış da korkusuzca doğruyu söyleme ediminde ısrarımızda yatıyor.
Ancak, bunu otokrata bizi idare ederken doğru yolu göstermek için
değil, halkı politik bir özne olarak inşa edebilmenin ilk adımı
olarak yaptığımızı unutmadan. Doğruyu söylemeyi cesaretle seçen
herkesin iktidarın bünyesinde bir gedik açacağını akılda
tutarak...