II.Abdülhamid (1876-1909) devri Osmanlı nostaljisinde son
yıllarda özel bir yer edindi. Aslında Sultan Hamid devrinin
böylesine ön plana çıkması yeni bir durum sayılabilir. Zira
Türkiye’de geçmişte “milliyetçi-mukaddesatçı” çevreler aslında
imparatorluğun askeri başarıları açısından “silik” bir dönem olan
II. Abdülhamid’in saltanat yıllarına pek düşkün sayılmazlardı.
Onları asıl heyecanlandıran dönemler Fatihlerin, Yavuzların,
Kanunilerin zamanlarıydı. “İstanbul’u fetheden”, Çaldıran, Mohaç
Meydan Muharebelerinde “düşmanı perişan eden” padişahların yanında
Sultan Hamid’in dişe dokunur bir “başarısı” olmadığından,
II.Abdülhamid dönemi uzun yıllar boyunca Osmanlı tarihçilerinin de
ilgisini çekmemişti. Okul koridorlarında, devlet yurtlarının
girişinde öğrencileri selamlayan “cihan hâkimi” padişahların
portreleri ve kazandıkları meydan savaşlarına dair tablolar
alışıldık manzaralardı. Ama aralarında II. Abdülhamid
görülmezdi.
Son yıllarda ise bu ibre tersine döndü ve Sultan Hamid’e dönük
ilgi “cihan hâkimi” padişahları bile unutturacak şekilde yükselişe
geçti. Bu ilginin bir anda nasıl yükseldiğini YÖK Ulusal Tez
Merkezi’nde II. Abdülhamid üzerine yapılan tezlerin artışına
bakarak da anlayabiliyoruz. Örneğin 1988-1998 arasındaki on yılda
Sultan Hamid dönemini ele alan sadece 11 yüksek lisans ve doktora
tezi yapılmış. Yani kabaca yılda bir tane… 1999-2002 arasında, yani
Refah Partisi’nin kapatılıp AKP’nin iktidara gelişi arasındaki
yıllarda hiç tez yapılmamış. 2002 sonrası bu konuda tezler tekrar
verilmeye başlanmış; ama 2002-2006 yılları arasında sadece 6 tez
hazırlanmış. 2007 sonrası ise II. Abdülhamid konulu tezlerin
sayısında belirgin bir artış gözlemleniyor. 2007-2017 arasındaki on
yıllık dönemde, sayıları her yıl düzenli biçimde artacak şekilde,
toplamda 77 adet tez hazırlanmış. Zirve noktası ise şöyle geliyor:
2017’de 18 tez, 2018’de 22 tez, 2019 (pik noktası) 35 tez ve sonra
bir hafiflemeyle 2020’de 13 tez.
Bu ilginç durum nasıl açıklanabilir? Acaba yukarıdaki sayılar
popüler kültürün, dizilerin, filmlerin vb. gençler üzerindeki
etkisinin sonucu mudur? Yoksa Türkiye’de akademik dünyanın siyasal
atmosferden ne denli etkilendiğinin kanıtı olarak mı
yorumlanmalıdır? Bilimsel araştırma alanlarında bir konunun bir
anda “moda” olup sonra aynı hızla terk edilişi doğal mı
görülmelidir? Yoksa akademide, gençleri belirli konularda çalışmaya
“teşvik eden” veya onları engelleyen türlü mekanizmalar mı devreye
girmektedir?
Bu tür soruları çoğaltabiliriz ama bu denemenin sınırları içinde
her birini cevaplayabilmemiz mümkün değil… Biz yine Sultan Hamid’e
geri dönelim. Bu yazımızda hararetli bir tartışma konusu olan
Abdülhamid’in hatıratlarına değineceğiz. Hatıratları diyoruz zira
piyasada Abdülhamid’e ait olduğu öne sürülen iki farklı metin var.
Bunlardan birincisi sayısız baskısı yapılmış Abdülhamid’in
Hatıra Defteri, diğeri ise piyasada bulmanın pek mümkün
olmadığı Siyasi Hatıratım adlı kitap. Her iki kitabın da
ilginç bir öyküsü var.
Abdülhamid’in Hatıra Defteri’nin öyküsü özetle şöyle:
1919 yılında Utarit adlı bir süreli yayında Abdülhamid’e
ait olduğu öne sürülen anılar Vedat Örfi tarafından tefrika halinde
yayımlanmaya başlanıyor. O dönemde bunların gerçek ya da sahte mi
olduğuna dair bir tartışma yok. 1922’de bu yazılar Hâtırat-ı
Abdülhamit Hân-ı Sânî adıyla kitap olarak basılıyor. Aradan
seneler geçiyor ve bu kitap tesadüfler sonucu İsmet Bozdağ’a
ulaşıyor. İsmet Bozdağ kitabı Latin harflerine çevirip 1946’da
yeniden basıyor. Ancak Bozdağ, basılan kitabın hatıraların tamamını
teşkil etmediğini ve gerçek nüshanın Leipzig’de saklandığını iddia
ediyor. 1974 yılında Tercüman gazetesinin sahibi Kemal
Ilıcak’ın da desteğiyle Leipzig’e giden Bozdağ kendi anlatımına
göre on yıllardır Abdülhamid’in hatıratını saklayan Herr Kolze adlı
bir Alman koleksiyoncuyla buluşuyor. İkisi arasında oldukça duygulu
anlar yaşandıktan sonra Bozdağ, mavi kurdeleyle sarılmış el
yazmasını alıp Türkiye’ye geri dönüyor. Böylece Abdülhamid’in
Hatıra Defteri “eksiksiz olarak”1975’te yeniden basılıyor.[1]
O günden sonra çeşitli ilavelerle birlikte bu kitabın sayısız
baskısı yapılıyor.
Günümüzde tarihçiler yukarıdaki duygusal buluşma anlarının da bu
kitabın da düzmece olduğunu düşünmektedir. Çok sayıda tarihçi
hatıraların Süleyman Nazif tarafından kaleme alındığını ve bazı
eklemelerin İsmet Bozdağ tarafından yapıldığını iddia
etmektedir.[2] Öte yandan tüm bu itirazlara rağmen
Abdülhamid’in Hatıra Defteri her yıl yeniden basılmaya ve
çok sayıda da satılmaya devam etmektedir.
Siyasi Hatıratım adlı diğer kitabın öyküsü ise şöyle:
Kitap ilk olarak Fransızca olarak Ali Vehbi Bey tarafından 1913
yılında Paris’te Pensées et Souvenirs de l’ex-Sultan
Abdul-Hamid II adıyla basılıyor. Ali Vehbi Bey bu notları
Sultan Hamid’den gizlice alıp Avrupa’ya kaçırdığını iddia ediyor.
Yani önceki kitapta olduğu gibi yine öykünün içinde bir gizem payı
var. Sultan Hamid 1909’da tahttan indirildikten sonra bilindiği
üzere Selanik’te sıkı bir gözetim altına alınmıştı. Aile efradı
dışında kimseyle görüştürülmüyor ve her hareketi izleniyordu. Bu
nedenle Abdülhamid’in anılarını elde edip yayımladıklarını iddia
edenler bu evrakları büyük riskler göze alarak kaçırdıklarını ileri
sürüyorlardı. Bu kitap da Türkçe ve yeni harflerle 1956’da İsmail
Hami Danişmend tarafından Çakmak dergisinde tefrika olarak
yayımlanıyor. 1974’te ise kitap olarak basılıyor.[3] 2010 yılına
kadar çeşitli kereler basılan bu kitabın basımı söz konusu tarihten
itibaren yapılmamaya başlıyor. Bu kitabın da sahte olduğunu, daha
doğrusu Ali Vehbi’nin kendi görüşlerini yansıttığını savunanlar
bulunmakta. Muhtemelen bu iddialar nedeniyle de artık baskısı
yapılmıyor. Bu satırları okuyanlar kitapçılarda veya kitap satış
sitelerinde sözü geçen eseri arayabilirler ancak sahaflar dışında
kitabı temin etme şansları yok.[4]
Murat Bardakçı ve Mustafa Armağan gibi tanınmış tarihçiler her
iki kitabın da sahte olduğunu savunuyorlar. Öncelikle şunu
belirtmekte fayda var. Abdülhamid tarafından yazıldığı kesin olmasa
da Ali Vehbi’nin kitabı (Siyasi Hatıratım),
Abdülhamid’in Hatıra Defteri gibi çeşitli tarihlerde
farklı kişilerin “katkıları” ile oluşmuş derleme bir kitap değil.
Sultan Hamid hayattayken 1909 veya 1910’da basılmış ve basıldığı
yıldaki haliyle korunmuş otantik bir eser. Zaten bu kitabın sahte
olduğu konusunda Abdülhamid’in Hatıra Defteri’ndeki kadar
kesin bir dil kullanılmıyor. Bu açıdan Ali Vehbi’nin kitabı,
Leipzig’de kim olduğu meçhul bir koleksiyoncudan temin edildiği öne
sürülen el yazması örneğinden daha somut bir çalışma. 1909-1910’dan
beri bilinen bir eser. Nitekim Abdülhamid hakkında en derli toplu
biyografilerden biri olan François Georgeon’un çalışmasında da
Siyasi Hatıratım kaynak olarak kullanılıyor.[5]
Burada ilginç olan, yıllar boyunca gerçekliğinden şüphe
edilmeden okunan her iki kitabın da neden son zamanlarda böyle zan
altında kaldıkları… Bir zamanlar Siyasi Hatıratım
adlı metnin orijinal olduğu konusunda hayli iddialı olan
yayınevinin[6] sonrasında neden bu kitabı basmayı bıraktığını
bilemiyoruz. Murat Bardakçı, Mustafa Armağan gibi tarihçilerin her
iki kitabın da sahte olduğuna dair neden bu kadar hararetli bir
faaliyet yürüttüklerini de... Abdülhamid’in hatıraları olarak
bilinen bu iki kitabın sahte olduğunu kanıtlamak neden bu kadar
önemli?
Ali Vehbi’nin eseri incelendiğinde bu tepkilerin arkasında
tarihsel metinlerin orijinalliğine duyulan saygı kadar ideolojik
nedenler de olduğunu görüyoruz. Hatıratlara, özellikle de
Siyasi Hatıratım’a bu denli tepki duyulmasının nedeni;
buradaki metinlerin “Batılılaşma karşıtı”, “gelenekçi”,
“muhafazakâr” bir padişah olarak resmedilen ve böylece Kemalist
devrimlerin anti-tezi şeklinde “muhafazakâr bir ikon” haline
getirilen II. Abdülhamid imajıyla çelişiyor oluşu. Son yıllarda
okul kitaplarında ve tarihsel yayınlarda bu imaja sıklıkla
rastlıyoruz. Hatta dizilerde kendisini İngiliz elçisini tokatlarken
seyrediyoruz.[7] Siyasi Hatıratım’daki Sultan Hamid
ise bundan biraz farklı! Ali Vehbi’nin metninde II. Abdülhamid’in
ne Batılılaşmaya ne de ilk nüveleri kendi zamanında görülmeye
başlanıp Kemalistlerin sonradan programlarına alacağı reformlara
karşı olduğunu okuyoruz. Örneğin günümüzdeki en büyük tartışma
meselelerinden biri olan alfabe kavgasında II. Abdülhamid’in tıpkı
Kemalistler gibi Latin alfabesini savunduğunu görmekteyiz. Mustafa
Armağan’ı bu kitabın da sahte olduğuna ikna eden en önemli pasaj
zaten bu...
Ali Vehbi’ye göre Sultan Hamid şöyle yazmış: “Halkımızın
büyük kısmının okuma yazma bilmemesi çok şaşılacak bir şey
değildir… Zira yazımızı (Osmanlı alfabesi) öğrenmek pek
kolay değildir. Bu işi kolaylaştırmak için belki de Latin
alfabesini kabul etmek yerinde olur olur”[8]. Alfabenin
değiştirilmesine dönük tartışmalar bilindiği üzere 19. yüzyıl
sonlarında iyice yoğunlaşmıştı. Sultan Hamid gerçekten bu cümleleri
kurmuşsa burada açıkça 1928 Harf Devrimi’ni önceleyen bir tutum
takınmış oluyordu. Padişahın bu tutumu,-eğer metin gerçekse- Geç
Osmanlı ile Erken Cumhuriyet arasında radikal kopuştan ziyade bir
süreklik olduğuna dair tezleri kuvvetlendirecek bir bağ
oluşturuyordu.
Hatıratta ayrıca Sultan Hamid’in, (Kemalistlerin 1926’da
gerçekleştirecekleri) miladi takvime geçişi de desteklediğini
görüyoruz: “Bizde Gregoryen takvimini kabul etme zamanı
gelmiştir… Bu takvimin kabulü ile pek çok fayda da temin
edilecektir… Bizim Ay (Kamerî) ile Güneş (Şemsî) takvimi arasındaki
12 günlük fark uzun zaman üzerinde hesap edildiğinde büyük fark ve
karışıklık yaratmaktadır. Mesela yaza denk gelen bir doğum gününün
sene-yi devresi bir müddet sonra kış ortasına dönmektedir. Bu
takvim inkılabı meselesini tatbik edecek bir komisyon kurulması çok
yerinde olur”.[9] Sultan Hamid ayrıca, kadınların sosyal
yaşama karışmasına karşı olmasına rağmen (yine 1926 Medeni
Kanunu’nda yasallaşacağı üzere) tek kadınla evlilikten yana
olduğunu da beyan ediyor. Bu konudaki cümleler ise şöyle:
“Zannederim bir zaman sonra bizde de tek kadınla evlenmeyi
kabul etmek icap edecektir. Bu her bakımdan milletimiz için daha
uygundur”.[10]
Söz konusu eserde, Batılı tarzda şapka giyilmesine karşı olan
şeyhülislamını “aptal” olarak nitelendiren Sultan Hamid’in askere
Prusya miğferi giydirilmesinde bir sakınca olmadığı yönündeki
sözleri, Kemalistlerin 1925’te gerçekleştirecekleri şapka
inkılabının habercisi niteliğinde.[11]
II.Abdülhamid aynı hatırata göre dinsel tutuculuğa karşı da
tavır takınıyor. Günümüz siyasetçilerinin her başarısızlık
karşısında sığındıkları bahanelerden biri olan kader, kısmet,
fıtrat gibi kavramlar hakkındaki görüşleri oldukça negatif gözüken
Padişah şöyle yazıyor: “Kısmet ne zararlı bir kelimedir ve ne
kadar çok felaketlere sebep olmuştur… Son asırlarda tembellik ve
akılsızlık sebebiyle ‘kısmet’ kelimesi lisanımızda bugünkü ölçüsünü
bulmuştur. Zayıflık ve uyuşukluk özrünü kapatmak için ‘inşallah’
çok rahat kullanılan bir kelime olmuştur…Allah büyüktür, rahimdir
fakat her kulunun günlük işleriyle uğraşamaz. Herkes düşünmeye ve
çalışmaya mecburdur”.[12]
Görüldüğü üzere Ali Vehbi’nin aktardığı sözler günümüz
muhafazakâr tarihçilerinin kabul edemeyeceği minvalde. Ancak bu
sözlere tek itiraz ise “Sultan Hamid bunları söylemiş olamaz”dan
öteye geçmiyor.[13] İlginç olan hem Ali Vehbi’nin hem de bu
metinleri uydurdukları ileri sürülen Vedat Örfi, Süleyman Nazif ve
İsmet Bozdağ’ın amaçlarının Abdülhamid’i kötülemek değil övmek
olması. Bir zamanlar Abdülhamid’e sahip çıkmak ve padişahın da
kararlı bir reformcu olduğunu savunmak için yazılanlar bugünün
Abdülhamidçileri tarafından ağır bir dille tenkit edilip
reddediliyor. Bir nevi “Abdülhamid’e reformcu dedirtmeyiz”
tepkisi gibi… Zamanın ruhu böyle bir şey işte. Dün padişahı övmek
maksatlı yazılanlar şimdi aynı padişah etrafında yaratılan imaj
için yüke dönüşmekte. Ancak burada yine de iki kitabı ayrı
tutmalıyız. Abdülhamid’in Hatıra Defteri adlı kitap büyük
ölçüde Cumhuriyet yıllarında derlenmiş gözüktüğü için, Mustafa
Kemal’in reformlarının aslında Abdülhamid’in fikri olduğunun iddia
edilmesi bu eserin “sahteliğine” bir kanıt teşkil edebilir. Zira bu
şekilde Mustafa Kemal’in tarihsel rolü azaltılıp devrimlerin asıl
öncüsü olarak Abdülhamid'i ön plana çıkarmak ya da Cumhuriyet
elitlerine Abdülhamid'i sempatik göstermek istenmiş olabilir. Tarih
yazımında böylesi oyunlar sıkça karşımıza çıkar. Öte yandan 1909
veya 1910’da yayımlandığı kesin olan Siyasi Hatıratım’a ne
diyeceğiz? Daha ortada Mustafa Kemal ve Cumhuriyet reformları
yokken yayımlanan bu kitapta harf inkılabı, takvim değişikliği gibi
reformları destekleyen metinler uydurmanın Ali Vehbi Bey’e ne
faydası olacaktı ki?
Söylediğimiz üzere, gerçekliğine itiraz edilenler sadece
Abdülhamid’in reformcu yanını kanıtlamaya çalışan metinler. Örneğin
Mustafa Armağan ilgili yazısında, II. Abdülhamid’in kadınların
(bırakalım çalışma ve sosyal yaşama katılma hakkını) evden dışarı
çıkmamaları gerektiğini söylemiş olabileceğine, “vatan sevgisi
ikinci planda kalmalı, öncelik iman ve halife aşkına verilmeli”[14]
gibi cümlelerine itiraz etmiyor. Benzer şekilde Abdülhamid’in
söylediği rivayet edilen meclis, seçim, demokrasi, basın özgürlüğü
karşıtı cümlelerine veya bir geminin tek kaptanla idare edilmesi
gibi (ki gerçekte gemiler de tek kaptanla idare edilmez) bir
ülkenin de tek kişi tarafından yönetilmesi gerektiğini savunan
sözlerine “bunlar da sahtedir” denilmiyor. Buradan okur olarak
bizler Siyasi Hatıratım’da harf inkılabıyla ilgili
kısımların sahte, tek adam yönetimini öven kısımların ise gerçek
olduğunu mu anlamalıyız?
Sonuç olarak Abdülhamid’in hatıratlarının gerçek olup olmadığı
tartışması daha uzun süre devam edecek gibi görünüyor. Bu enteresan
tartışmada taraflar Abdülhamid’e kendi zihinlerinde yakıştırdıkları
sözleri gerçek kabul edip, işlerine gelmeyenleri yok sayıyorlar.
İnsan kendisine şunu sormadan edemiyor: Eğer Abdülhamid’in
hatıratları harf devrimi ve benzeri hususlardaki sözleri içermeyip
“kadınlara yakışan evde oturmaktır” gibi kısımlardan ibaret
metinler olsaydı, sahteliklerine dair bunca hummalı tartışmaya
gerek görülecek miydi?
NOTLAR:
[1] Ali Birinci, “Sultan Abdülhamid’in Hâtıra Defteri
Meselesi”,Dîvân İlmî Araştırmalar Sayı 19
(2005/2),s.179-184.
[2] Birinci,a.g.e.,s. 186-192.
[3] İlk Baskı: Sultan Abdülhamit, Siyasi Hatıratım,
Hareket Yayınları, İstanbul 1974. Çevirenin adı yok. Ali Birinci
kitabın H. Salih Can tarafından çevrildiğini yazmıştır. bkz.
Birinci a.g.e., s.184.
[4] Kitabın son baskısı:Sultan Abdülhamit, Siyasi
Hatıratım, Dergâh Yayınları, İstanbul2010.
[5] François Georgeon, Sultan Abdülhamid, çev. Ali
Berktay, Homer Kitabevi, İstanbul, 2006,s. 339,369 ve daha birçok
yerde.
[6] Sultan Abdülhamit, Siyasi Hatıratım, Dergâh
Yayınları, İstanbul 1987, s. 61-63.
[7] Gerçekte ise II. Abdülhamid tahta çıktığı ilk yıllarda
İngilizlerle iyi geçinmeye çalışan bir padişahtı; hatta Afgan halkı
1878’de İngilizlere karşı ayaklandığında İngilizlerin ricası
üzerine nasihat heyetleri göndererek Afgan emirini İngilizlere
karşı isyandan vazgeçirtmeye çalışmıştı. Bkz. Yusuf Hikmet Bayur,
Hindistan Tarihi, Cilt III, TTK Yayınları, Ankara 1987, s.
440.
[8] Sultan Abdülhamit, a.g.e., s.192.
[9] Sultan Abdülhamit, a.g.e,s.193-194.
[10] Sultan Abdülhamit, a.g.e,s.201.
[11] Sultan Abdülhamit, a.g.e.,s.117-118.
[12] Sultan Abdülhamit, a.g.e.,s.175.
[13] Mustafa Armağan, “Sultan Hamid Harf İnkılabı mı
Yapacaktı?”https://www.yenisafak.com/yazarlar/mustafaarmagan/sultan-abdulhamid-harf-inkilabi-mi-yapacakti-2036706.
Mustafa Armağan’ı okuyanlar zaten onun hiçbir Osmanlı padişahına
leke sürdürmediğini bilirler. Örneğin Mustafa Armağan’a göre II.
Selim alkolden değil “alkolü bırakmak için verdiği mücadele
nedeniyle” ölmüştü. Deli İbrahim ise “deli” değildi, sadece “bazı
psikolojik sorunları vardı” vb.
[14] Sultan Abdülhamit, a.g.e.,s.180.