Türkiye şarapçılığının, “asmanın gen merkezi” olarak adlandırılan elverişli iklim kuşağındaki gelişimi ve bu 36-42 derece paralellerinin sağladığı şansın ihracatta bir itici güç olması için zihniyet dönüşümünün vakti geldi de geçiyor bile. Çalışkan ve özverili üreticiler, Anadolu’nun kadim toprakları ve zenginliğinin yansıdığı üzüm çeşitliliğimizin tanıtımında ve pazarlanmasında artık güçlü bir desteği oldukça hak ediyor.
1960’lı yıllarda Türkiye’nin en önemli üzüm üretim merkezlerinden olan Denizli’nin kuzeyinde 5000 nüfuslu Güney ilçesinde başladı masal...
“Türkiye’nin Napa Vadisi” olarak bilinen bir bölge burası. Bilmeyenler için; Napa Vadisi, San Francisco’nun kuzeyinde, yüzlerce şaraphaneye ev sahipliği yapan, üzüm bağlarıyla ünlü bölge.
Asmanın anavatanı olarak kabul edilen, Batı dillerinde şarap (wine, vin, vino) kelimesinin kökenindeki “wiyanna” sözcüğünü şarabı ifade etmek için kullanan Hititler’den beri üzüm üretimi yapılan Anadolu topraklarının bu masalsı tablosunun bir köşesinde, Yörük bir ailenin içinde çok hoş bir hareketlilik vardı o sıralarda... Ailenin en küçük fertleri birbiri ardı sıra doğuyordu.
Bağlardaki üzümler, şemsiye gibi kaplamış, ana gibi sarmıştı yenidoğanların çocukluk düşlerini...
Alt katları şaraphane ve mahzen, üst katında evlerin olduğu, ortadaki avluya ise ortak hayallerinin sığıp günbegün büyüdüğü bir yaşamdı onlarınki. “Dünya sanki o avlunun içiydi,” diye anımsayacaktı o yılları çok sonraları...
Bir yandan “devrimci, üniversiteli ağabeyinin” etkisiyle bir kitap kurduna dönüşmüştü. Yıllar sonra bile başucunda mutlaka üç-dört kitap olmasını sağlayacak olan temeller o yıllardan atılacaktı. Hayallerini büyütmeyi, “hayal içinde hayal kurmayı” kitaplardan öğrenmişti. Gözünü kırpmadan günlerce kitap okuması karşısında annesinin “yeter gari, gözün bozulacak” azarlamalarına, ablasının “iş yapmamak için kitap okuyor” kinayelerine rağmen...
Bir yandan da kendisinden dokuz ay büyük kuzeni Pervin’le ilkokul dönemlerindeki en favori oyunları ne seksek ne de misketti. Çocukluğunda bir çocuk parkı bile olmayan Güney kasabasında hayallerini büyütmeyi öğretmişti onlara o efsunlu avlu... Şişelerden etiket çıkartma, bağbozumu zamanında uçsuz bucaksız ve muntazam bir biçimde sıra sıra dizilmiş bağların arasında saklambaç oynama, cibrelerden şato yapmak gibi zamanın ötesinde oyunlardı onların tercihi...
Adeta sonsuzluğa doğru uzanan bin dönümlük bağlarının aynı noktalarında yıllar sonra kırmızılı yeşilli üzüm sepetleriyle kaplı elbisesiyle gezinirken, “en mutlu olduğum yerdeyim” diyecekti. Ve yine aynı büyülü avlunun içinde kuzenler, kardeşler, çocuklar birlikte aynı tutkuyla çalışmaya devam edeceklerdi. “Üzümün mucizesi” bu olsa gerek...
Amcası Yasin Tokat, idolüydü. Onun liderliği, işine ve ailesine hakimiyeti, tüm aile fertlerini ortak bir şevk etrafında bir araya getirme gücüne hayrandı. Amca, geceleri ışığın çevresinde dönen pervaneler misali herkesi çevresine toplardı.
Hayal kurmayı amcasından, kuralsız yaşamayı, sevmeyi ve heyecanı da mutlu olduğunda “göğe taş atıp altında durasım var” diyen, “nasılsın” diye sorulduğunda “herkesi kıskandıracak kadar iyiyim” diyen babasından öğrenmişti.
O, Selda Tokat ise, erken yaşlarda hayatına bir amaç ve yön verebilmek için kökleriyle toprağın derinliklerine uzanan üzüm omcası gibiydi. Sonsuz dirayet ve üretim tutkusuyla, yatılı okul deneyiminin ardından Hacettepe Üniversitesi Gıda Mühendisliği bölümünü bitirdi; gıda sektöründe önde gelen bir uluslararası şirkette altı sene çalıştıktan sonra dedesinden kalma “şato stili” yöntemle üzümü yerinde işleyerek üretim yaptıkları aile şirketinde şarap satışı ve pazarlamasından sorumlu oldu.
“Özel markalar” üretmeye ve markanın yurtdışı tanıtımına odaklandı. Güçlü bir üretici ve girişimci kadın profilini, dönümlük uçsuz bucaksız bağlar gibi çevresine yaydı.
“Bu şarkı bana hayallerimin hayal olmaktan çıkmasının, kendi yarattığım duvarları yıkmakla ilgili olduğunu hissettirir. O duvarların altında kaldığımda da, mutlu olduğumda da bu şarkıyı dinlerim” diyerek Pink Floyd’un Another Brick in the Wall’u kendisine rehber etti çoğu zaman...
Tokat, dışarıdan “janjanlı” gözüken bu hayata rağmen, sektör olarak yaşadıkları olumsuzlukları, ayaklarına değen taşları ve parmaklarına batan kıymıkları olabildiğince görünür kıldı; bizlere bu sektörde yaşananların “perde arkasını” yeni medya üzerinden hep aktardı.
Geçtiğimiz günlerde sosyal medya hesabından kendi ve diğer birçok şarap üreticisinin haklı isyanını paylaştı Selda Tokat: “Maliyetlerimiz o kadar yükseldi ki dünyaya şarap satmamız da çok zorlaştı. Rekabetçi fiyattan çok uzaklaştık orada da. Kimsenin umurunda değiliz tabi. Keşke bizim derdimizi de konuşan olsa.”
Türkiye’de şarapçılık uzun zamandır ağır bir vergi yükü altında. Bu konu hakkında bilgi veren Selda Tokat, “Şarabın en pahalısı da en ucuzu da aynı vergi dilimi içerisinde. Bu da şarabın tüketimini ve ticaretini ekonomik açıdan da önleyen bir sebep. Ekonomik şarabın cirosunun yüzde ellisinden fazlası ÖTV ve KDV’ye gidiyor. Bu rakamlar acımasız düzeyde yüksek” diyor.
Dolayısıyla sofralık üzüm ticaretinin çok ötesine geçerek şaraplık üzüm bağı kurup işletmek için senelerini veren işletmeler, bu çabalarında giderek kendilerini yalnız ve terk edilmiş hissediyorlar çünkü büyük bir maliyet baskısı altındalar. Bu maliyetin içinde mazot girdilerinden bağların bakımına, şarabın birkaç yıl tanklarda bekletilmesine, fidanların aşılanmasına, bağ zararlılarıyla mücadeleden şişe üzerindeki etikete ve şişelerin ağzına takılan mantarlara, fıçılara, yurtiçi ve yurtdışı tanıtıma verilecek devlet onayına dek birçok etmen sayılıyor. Şarap mantarları, etiketleri gibi birçok girdi ise doğrudan dövize bağlı.
Alkollü içecekler sık sık yapılan zamlar ve yüzde 18’lik ÖTV’nin yanı sıra 2013 yılından beri reklam, sponsorluk ve pazarlama yasakları da işin ayrı bir boyutu...
Türkiye’de son verilere göre, üzüm üretiminin yaklaşık yarısı sofralık, üçte biri ise kurutmalık iken, şaraplık ve şıra üretimi (buna rakı üretimi de dahil) sadece yüzde 12’lik bir paya sahip. Uzmanlar, şarap üretiminin, üzüm üretiminde ancak yüzde 4’lük bir dilimde olduğunu söylüyor.
Türkiye’nin coğrafi olarak sahip olduğu ekosistem zenginliği ve bunun şarapçılık sektörü açısından doğurduğu potansiyel, tarım politikasında güçlü bir devlet desteği görmediği için, Türkiye’nin katma değer yaratan ihracat kalemleri arasına girmesine yetmiyor. Öte yandan, yüksek enflasyon sonucu alım gücünün de hızlı bir şekilde düşmesi, içki tüketiminin alışveriş sepetinden çıkarılması gibi doğal bir sonuç doğuruyor.
Tüm bu parçalar bir araya gelip yapboz tamamlandığında ise üreticiler ve çiftçiler bağcılıktan vazgeçiyor. Özellikle 2000’li yılların ortalarından itibaren üzüm yetiştirilen alanlarda bir daralma var.
Uluslararası Bağ ve Şarap Örgütü OIV’nin 2019 verilerine göre Gürcistan, Türkiye’nin 2 buçuk katı şarap üretimi yaparken, şarap ihracatı 23 kat daha fazlayken ve yıllık şarap ihracatından elde ettiği gelir 240 milyon dolar düzeyindeyken, Türkiye’de şarabın bir ihracat kalemi olarak potansiyelinin göz ardı edildiği aşikâr. Gürcistan’ın yüzölçümünün Türkiye’nin onda birinden bile küçük olması ise, önemli bir detay.
Resmi TÜİK dış ticaret rakamlarına göre, Türkiye’nin geçtiğimiz sene şarap ihracatı verileri 2,6 milyon litre. Bundan elde ettiği gelir ise 6,9 milyon dolar düzeyinde. İç pazarda ise, 82 milyon litrelik bir satış söz konusu. Bunun da büyük bölümü turizm odaklı bir talebin sonucu.
Türkiye, bu yılın ilk dokuz sayında 40 milyonun üzerinde ziyaretçi ağırladı ve bu turizmin bir boyutunun da, İskender döner-güllü lokum-elma çayı-Maraş dondurması dörtlemesinin ötesine geçerek çeşitlenmesi de şarapçılık gibi Türkiye’yi Gürcistan, Ermenistan, Yunanistan gibi bölge ülkeleriyle aynı kulvara çekebilecek katma değerli ürünlerine ve küresel bilinirliğinin çeşitlendirilmesine kamu desteği verilmesiyle olanaklı.
Zira, sofralık üzüm üreticisiyle, şaraplık üzüm bağı işletmecisi üretici de bu ülkeye kendi emekleriyle en güzel katkıyı sunmak için çırpınıyor. Ata sarısı, Yalova incisi, Sultani çekirdeksiz, müşküle üzüm üreticisi de üretim çarklarında yer alıyor; Kalecik Karası, Öküzgözü, Boğazkere, Emir, Narince üzümü gibi endemik çeşitlerin üreticisi de... Aralarında bir hiyerarşi veya öncelik sıralaması yok, olmamalı da. Özellikle de bağcılığın ve şarabın bu denli köklü olduğu Anadolu topraklarının geleneklerine, kültür mirasına ve tarihine saygı gereği...
“Sofralık üzüm bağının şaraplık üzüm bağına dönüştürülmesi ve gerekli dikimlerin yapılması için 8-10 yıl boyunca büyük bir emek ve sabır gerekiyor. Bu sabrın karşılığında yoğun bir vergi ve maliyet yüküyle karşılaşmak ise üreticinin azmini kırıyor” diye açıklıyor Selda Tokat.
Öte yandan, şarap üreticilerinin kurdukları birlikler ve dernekler de parçalı bir yapı arz ediyor ve dünya pazarlarında Türkiye’nin şaraplarının tanınırlığında çok büyük bir etkileri olmuyor.
Dolayısıyla, üreticiler Türkiye’nin şarapçılığını tekil bir şekilde, kendi olanakları ve kendi kurdukları ilişkiler ağı içerisinde tanıtma yolunu seçiyorlar. Solukları el verdiğince... Bir yandan da kendi ülkesinde pazar payı küçülen üreticiler çevre bölgelere de satış yapmak için çabalıyor. Avrupa’ya ilk şarap ihracatını yapan Türk şirketinin sorumlusu Selda Tokat gibi, ellerine en gözde tasarım şarap şişelerini alarak bir havaalanından diğerine dur durak bilmeyen bir tanıtım yolculuğuna çıkarak, Narince’nin, Kalecik Karası’nın İngiltere’den Almanya’ya, Belçika’ya, Hollanda’ya dek tanıtımını yaparak ve tüketicilerden “bol şans dilekleri” rica ederek...
“Ama hepsi bir atımlık kurşun” diyor Selda Tokat.
Türkiye şarapçılığının, “asmanın gen merkezi” olarak adlandırılan elverişli iklim kuşağındaki gelişimi ve bu 36-42 derece paralellerinin sağladığı şansın ihracatta bir itici güç olması için zihniyet dönüşümünün vakti geldi de geçiyor bile. Çalışkan ve özverili üreticiler, Anadolu’nun kadim toprakları ve zenginliğinin yansıdığı üzüm çeşitliliğimizin tanıtımında ve pazarlanmasında artık güçlü bir desteği oldukça hak ediyor.
Her ne kadar mevcut bağ alanının çok küçük bir bölümünde üretilen üzüm şaraba dönüştürülse de, Uluslararası Gıda Örgütü’nün 2010 verilerine göre Türkiye bağları, alan olarak, Fransa, İtalya ve İspanya’dan sonra dördüncü sırada geliyor. Ancak AB ülkelerinde üretilen üzümün yaklaşık yüzde 80’lik bir kısmı şaraba dönüştürülüyor ve bunu da ekonomilerinde önemli bir katma değer olarak kullanıyorlar.
Daha da öteye gidersek, geçtiğimiz günlerde İrfan Donat’ın Bloomberg HT’de yayımlanan röportajında da gördüğümüz gibi, geçtiğimiz yüzyılda bağları olmayan, bugün ise Türkiye ile kıyaslandığında üçte bir oranında bağ alanına sahip olan Yeni Zelanda bile bugün Türkiye’nin 165 katı kadar şarap ihracatı yapıyor.
Bununla birlikte, tüm bu kısıtlamalara rağmen, Türkiye’de sayıları son yirmi yılda 40’dan 200’e çıkan şarap üreticisi arasında halen büyük bir tutku var, sevgi var, yılların deneyimi var, şahane üzümlere hayat veren teruarlar var, sizi yılların beklemesine rağmen üreticide sabır var, yoğun bir üretim var. Uluslararası yarışmalarda altın madalyalar kazanan markalarımız da var. Ama yerli üreticinin üzerindeki ağır yükten bezip kaçması sonucu yabancı markalara kalacak bir pazar ortamı da var.
Oysa bir yandan da şarap üretimindeki ve ticaretindeki her detaya “kadın inceliğini” katmak için didinen kadın üreticiler var.
Ömer Hayyam’ın “Üzüm bağından kopup harap oldum. Ezilip burkulup kanımla şarap oldum” dediği rubaileri de var.
Bir yandan örneğin 1930’lu yıllarda bağcılık ve şarapçılık uzmanı Marcel Biron’un, Atatürk’ün talimatıyla Fransa’dan Türkiye’ye getirildiği ve yaklaşık yirmi sene Türkiye’de yaşayıp, Elazığ’ın şarapçılık potansiyelini ele aldığı Les Vins Rouges D’Elazığ (Elazığ’ın Kırmızı Şarapları) eserini kaleme almasının zamanın çok ötesinde bir girişimin ürünü olduğu da aşikâr.
Anadolu Medeniyetleri Müzesi’nde Hititler döneminden kalma (M.Ö. 3000’ler) dünyanın en eski ayaklı şarap kadehi ve som altından yapılmış şarap sürahisi de, Hititler’in tanrılarına bu topraklarda şarap sunduklarına dair kültürel bir miras olarak yanı başımızda var. Osmanlı döneminde yüzlerce sene şarapçılık yapıldığına dair tarihi kayıtlar da cabası...
Dolayısıyla, konuya “Müslüman mahallesinde salyangoz satma” muamelesi de yapmamak gerekiyor; arka planında güçlü bir tarihi ve kültürel köken de var.
Bu zincirin halkalarında olmayan şeyleri olur kılmak, şarapçılığı salt bir vergilendirme unsuru veya “alkolizmle mücadele konusu” olarak görüp tüm sektörü ve yüksek potansiyelini popülist bir bakış açısıyla cezalandırmak yerine, katma değerli bir üretim kaynağı ve Anadolu topraklarının bir kültürel mirası olarak sahiplenmek, ihracatı da güçlendirecek şekilde kalıcı bir destek vermek gerekiyor.
Devletin temel görevi gençleri alkolizmden korumak üzere gerekli önlemleri almak.
Bunun ötesinde ise, ilgili tüm bakanlıkların üreticilere ve onların sorunlarına kulak vererek koordineli bir şekilde atılıma geçmesi, özel sektörün üretim sürecinde ve yurtdışı pazarlara açılmalarında kolaylaştırıcı rol oynaması, şarabın da özünde bir tarım ürünü olduğunu kabullenmesi bekleniyor.
Ancak bu şekilde turizm ve ihracat anlayışımız, deniz-kum-güneş odaklı turizm paketleri ve otomotiv-beyaz eşya odaklı ihracat kalemlerinin ötesine geçip uluslararası pazarlarda kadim şarapçılık geleneğimizi güçlü bir markaya dönüştürebilir.
Ancak bu şekilde üniversitelerde ve meslek yüksek okullarında şarap üretim teknolojisi ve bağcılığın geliştirilmesine ve yüksek verim ve kaliteye ulaşılmasına yönelik kalıcı adımlar atılır; özel sektörle ortak projeler yürütülebilir.
Ancak bu şekilde Güney Fransa’da ve İtalya’da Toskana bölgesinde olduğu gibi bağ rotaları üzerinden bağcılık-eko turizm bağlantısı kurulup sürdürülebilir kalkınma projeleri yaygınlaştırılabilir. Yerel üzümler ile yerel ve uluslararası turizmin entegrasyonu, kalkınmanın itici gücü olabilir.
Otuz civarında seçkin şaraplık üzüm çeşidine ev sahipliği yapan, Elazığ gibi dünyanın en eski yabani üzüm çekirdeklerinin getirdiği bereket ve kadim kültürle “Bereketli Hilal”in parçalarını barındıran ve ekonomik katma değeri açısından bir nevi “petrol” olarak kabul edilen şarabın anavatanlarından biri olarak kabul edilen Anadolu’da şarapçılığın geçtiği bu zor dönemeçten onu sağduyu, güç birliği ve öngörü kurtaracak.
“Bir bulut olsam, yüklenip yağsam, dökülsem damla damla toprağıma. Bir deli nehir bir asi rüzgâr, olup kavuşsam üzüm bağlarına” diyen Sezen Aksu’nun naif sesiyle, rüzgârda sallanan ve Anadolu'yu ince ama güçlü gövdeleriyle çepeçevre saran nazlı üzüm bağlarına selam olsun...