Sultanın zindanında, Frederich Seidel’in gözüyle Osmanlı dünyası
Seidel, Kutsal Roma elçilik heyetinin bir üyesi olarak 1591 yılında İstanbul’a geliyor. Almanlar iyi karşılanmış ve protokol gereği Osmanlılar onlara misket şarabı sunmuşlar. Ardından Türkler Almanları yemeğe davet ediyorlar. Sofrada yaşanalar feodalite ile Osmanlı toplumsal yapısının ya da batı-doğu, artık her ne diyorsak iki dünyanın karşılaşmasından doğan tam bir komedi.
Geçen haftadan devam. Bir süre boyunca toplumsal tarihimize seyyahların gözüyle ayna tutmaya çalışacağımızı söylemiştik. Bu haftaki adamımız tıpkı Krafft gibi ‘talihsiz’ bir Alman olan Friedrich Seidel (öl. 1637). Gerçi 16-18. yüzyıllarda Osmanlı topraklarına gelen tüm Almanlar potansiyel olarak talihsizlerdi. Zira bilindiği üzere Kutsal Roma İmparatorluğu ile Osmanlı’nın arasında gerilim ve savaşlar bitmek bilmiyordu. Oysa Fransızlar ve İngilizler bu dönemde çok daha rahattılar. Hatta Fransızların diğer ‘frenklerin’ elde edemediği ayrıcalık ve avantajları da vardı. Bu nedenle incelenecek seyyahın nereli olduğu da önemli. Osmanlı’nın klasik ve ‘post-klasik’ çağları açısından ayrıntılı seyahatname arıyorsak öncelikle yazarın Fransız olması büyük bir avantaj. Almanlar düşman muamelesi görürken onlar devletin ‘kadim dostları olarak’ çok daha rahat gezip tozmuş ve koruma görmüşlerdi. Bu durum dengelerin değişip Almanların en ayrıcalıklı ‘frenkler’ haline gelecekleri 1870’ler sonrasında değişiyor elbet.
Neyse adamımız Seidel, Kutsal Roma elçilik heyetinin bir üyesi olarak 1591 yılında İstanbul’a geliyor. Seidel seyahatnamesine ‘Yolculuğumuz falan gün Viyana’da gemiye binmemizle başladı’ diyerek giriş yapıyor. Şimdi bunu okuyanların kafası karışabilir, ama Tuna deryası böyleydi. Farklı platformlarda Avrupa’da bizde olmayan büyük denizvari (derya gibi) nehirler olduğundan ve bunların üzerinde çok rahat gemi seferleri olduğundan söz etmiştik. Viyana’dan gemiyle Karadeniz’e gidip geliniyordu. Avrupa kıtası düz olduğundan nehirler yayvanlaşıyor, yavaş akıyorlar ve her iki yönlü (gidiş-geliş) kullanılabiliyordu. Mesela bizde de Fırat-Dicle taşımacılık da kullanılıyordu ama tek yönlü (kuzeyden güneye) olarak. Assur çağlarından beri Anadolu ürünleri gemiyle Basra Körfezine kadar gemiyle (tekne ve sallarla diyelim) indirilebiliyordu. Ama akıntı ve yükseklik sebebiyle bu yolun tersine çıkılamıyordu. Bu nedenle geminin kendisi de sökülüp ahşapları pazarda satılıyor ve gemiyle aşağı Mezopotamya’ya inen tacirler katır kervanlarıyla Anadolu’ya geri dönmek zorunda kalıyorlardı. Su taşımacılığının jeolojik koşullar nedeniyle coğrafyamızda gelişememesinin Osmanlı’da kapitalist oluşumların önüne koyduğu engeller, üzerinde durulması gereken bir konu.
Almanlar iyi karşılanmış ve protokol gereği Osmanlılar onlara misket şarabı sunmuşlar. Devlet protokollerinde yabancı temsilcilere dahi portakal suyu veren günümüz hükümet ricaline duyurulur. Ardından Türkler Almanları yemeğe davet ediyorlar. Sofrada yaşanalar feodalite ile Osmanlı toplumsal yapısının ya da batı-doğu, artık her ne diyorsak iki dünyanın karşılaşmasından doğan tam bir komedi. Seidel ‘Soylu olup olmadığımıza bakmadan hepimizi yemeğe davet ettiler’ diyor ve ekliyor ‘belirli bir oturma düzeni olmadığından (yuvarlak yer sofrasını kastediyor) nereye oturacağımızı bilemedik’. Avrupa’da bir soylu ile uşağı aynı sofrada ya da yan yana yemek yiyemezdi. Herkes için bir oturma sırası/düzeni vardı. Bu durumun kaba bir hicvi için Jean Reno’nun başrolde oynadığı Les Visiteurs (1993) adlı komedi filmine bakabilirsiniz. Filmde –ve her devam filminde- standart bir sahne olarak asilzade Godefroy (Reno) masada yemek yerken, yerlerde yuvarlanan uşağı Jacquouille (Christian Clavier) bir sokak kedisi gibi onun attığı artıklarla beslenir ve kendine atılan her kemik parçasına sevinerek şükreder.
Seidel ve yanındakiler aristokratik sıralamayı felce uğratan Osmanlı oturma düzeni yüzünden yaşadıkları bu ilk şaşkınlığın ardından bir de yer sofrasına oturamama krizi yaşarlar. Bağdaş kuramadıklarından kimi çömelir kimi yan uzanır kimi karın üstü yatar. Bu halleri Türkleri güldürür. Bu arada bu satırları okurken aklıma son zamanlarda hükümet ricalinin halktan, yoksuldan ve gelenekten yana oldukları imajı vermek için masa kullanmadan yerde halı üzerinde yemek yemeleri modası geldi. Hatırlanacağı üzere askerlerin dahi halı üzerinde yemek yedikleri sahneler görülmüştü. Halbuki Türkler masada yemek yemedikleri gibi halı/kilim üzerinde de yemek yemezlerdi ki! Ahşap yuvarlak yer sofrası veya sehpa üzerine konan sini kullanılırdı. Çocukluğumda köylerde de yer sofrası kurulduğunda hemen bu siniler çıkarılırdı. Özellikle de misafir geldiğinde... Yoksul aileler dahi konuklarını en iyi şekilde ağırlamak için ecdattan kalma, bakır veya sarı sinilerini çıkarırlardı. 1907 yılında Selçuklu soyundan bir Çorumlu bir toprak ağası olan Ziya Bey’e misafir olan Alman arkeolog Ludwig Curtius (1874-1954) anlatıyor: “İpekli perdelerle donatılmış geniş salonda, çok kıymetli halıların üstüne yan gelip oturduk; ev sahibi Bey'den başka, yerlilerden tek konuk, imamdı. Yeni yetme delikanlılar, konuklar ellerini yıkasınlar diye ibrik, leğen getirdiler; sonra da hoş kokulu esanslar döktüler. İlkin limonatayla küçük kurabiyeler ikram edildi. Arkasından uşaklar iki metre boyunda bakır bir tepsiyi yemek odasına taşıdılar. Tepsinin üstü çeşit çeşit çerezlerle donanmıştı.” Yemeklerle ilgilenmeyen gerçek bir şarkiyatçı olduğunu anladığımız Curtius’un dikkatini ise başka bir şey çekmişti: “Tepsinin üstünde 15. yüzyıl Kufi yazısıyla ayetler yazılıydı."[1]
O yüzden devlet ricalini masa dururken yerde yedirten aile fotoğrafı, Osmanlı zamanları için tevazu olarak görülmek bir yana ayıplanacak bir tutumdu. Bunu da okuyucunun sıkılacağı ölçüde uzattığım ‘gelenekten kopuş’ hareketleri hanesine yazabilirim. Seidel’in sofrasına dönecek olursak yemekler yendikten sonra hem Türklerin hem de Almanların Türk Hakanının (III. Murad) ve Roma İmparatorunun (II. Rudolph) sağlığına kadeh kaldırdıklarını görüyoruz. Herkes bol bol içmiş. Türkler öylesine içmişler ki birçoğu ölü gibi sağa sola yığılıp kalmış. Hizmetkarları sızanları kaldırıp yan odalara taşımışlar. Allah’tan şimdi böyle içkili diplomatik şölenlerimiz törenlerimiz yok. Yoksa hariciyenin hali nice olurdu
Diğer seyyahların çoğu gözlemine Seidel de katılıyor. Türkleri başkasının malına mülküne asla göz koymayan dürüst insanlar olarak tanımlıyor. Sadeliklerini ve ahlaklarını övüyor. Koskoca büyük vezir Sinan Paşa’nın akşam yemeği, içine ekmek kattığı bir tas yoğurtmuş mesela. Rumlara bakış açısı ise menfi. Almanya’dan getirilen çalar saatlere duyulan ilgi burada karşımıza çıkıyor. Geçen hafta değindiğimiz ‘sirk’ bahsine Seidel de şahit olmuş. Gösterilerde “tamamen kartondan yapılmış bir savaş topu, iskemleye oturmuş birinin burnuna yerleştirilmiş bir değneğin tepesinde kaval çalan bir çocuğu taşıması, ayı postuna sarılmış zincirli bir adam ve bunun gibi bir sürü soytarılık numarası” izlemiş.
Talihsiz Seidel bu eğlencelerle oyalanırken Osmanlı Devleti ile Kutsal Roma savaşı başlamış (1593). Bir anda Kutsal Roma elçilik heyeti düşman ülke tebaası olduklarından zindana atılmışlar. Zindanda Seidel İtalyan esirlerle birlikte kalmış ve biraz da İtalyanca öğrenmiş. İtalyanlar hakkında yazdıkları evlere şenlik. Sabah akşam kumar oynayan İtalyanlar sözde çok dindar insanlar gibi davranıyorlarmış. Ama kumarda kaybeden bir İtalyan’ın yaptığı ilk iş Meryem Ana’ya sövmek Tanrı’yı Yahudi olmakla suçlamakmış. İşler yolunda gitmediğinde hemen İsa Peygamber için “O Yahudi yine bizimle alay ediyor” diyorlarmış. Seidel ‘Bunlar nasıl Hıristiyanlar’ diye yakınıyor. Ama bence anlattığı en enteresan hikâye kürek mahkûmu olduğu gemide kendisine kol kanat geren Mağribi bir Müslümanla olan arkadaşlığı... Seidel, gemideki Hıristiyan esirler ona karşı acımasız davranırken kürek cezası çeken “kara derili Müslümanın” her fırsatta onu korumasına minnet borcunu ifade ediyor. Bir gün Seidel tek tesellisinin iyi bir Hıristiyan olarak öldüğünde onu bekleyen sonsuz hayat olduğunu söylemiş. Mağribi ise ona şöyle cevap vermiş “Bunu kim bilebilir ki dostum, bence bir ölü asla bir daha yerinden kalkamaz”. Seidel bu cevaba oldukça şaşırmış ve bunu Muhammedilerin genel cehaletine vermiş. Ama bu yoruma şaşıran sadece o değil... Kitabı 1711 yılında derleyip yayınlayan M. S. Haussdorff da aynı şekilde şaşkınlığını gizlemiyor ve Muhammedilerin ölümden sonra yaşama inandıklarını, o nedenle bu siyahi kürek mahkumunun sözüne anlam veremediklerini belirtme gereği duyuyor. Neyse anladığımız kadarıyla 1593’lerde bir forsa gemisinde de agnostikler varmış demek...
Seidel’in anıları bir Pazar yazısına sığmayacak kadar renkli. Mesela hapse düştükleri zaman Türk paşalarından biri onları ziyaret geliyor. Zindancı, kendilerini acındırmalarının ve yalvarıp yakarıp masum olduklarını söylemenin tam sırası diyor. Ağlamaları inandırıcı olsun diye soğan doğramışlar... Bu fırsatı bulmuşken Seidel’in 16. yüzyıl sokak ağzına dair alıntılarına mutlaka değinmeliyiz. Zira bunlar bizim bu köşede iddia ettiğimiz üzere Osmanlı halk tabakalarının günlük hayatta basit/sade Türkçe kullandığının birinci dereceden kanıtları. Seidel bir dilencinin şu sözleri tekrar ede durup kafasını şişirmesinden yakınmış. Sözleri yarım yamalak anlayarak şöyle yazmış: “O Sultanum hasaret den gios, Allah ittschum birahttsca benfakir chiodsam. Bethschkari vvader hem oglan tfack, heskmeck jocktur Allah itschum”. Yani “Ah Sultan hazretleri, Allah için bir akçe (verin), ben fakir yaşlı adam(ım). Beş karım (var) hem de ufak oğlum (var). Hiç ekmek (leri) yoktur. Allah için." Başka bir yerde de 1593’te başlayan savaş ve İstanbul’da yaşanan kıtlık yüzünden suçlanan dönemin Veziri Sinan Paşa hakkında şöyle söylendiğini yazıyor: “Sinan Bassa buni seffer sutschun”. Yani “Sinan Paşa bu seferin suçlusudur." Hapse atıldıklarında onlara acıyan biri “Kurk massingas, savalli Giaverlani Allah eder” demiş. Yani “Korkmayınız zavallı gavurlar Allah (yardım) eder”. Mahpusları ziyaret eden İbrahim Paşa onlar için “Nasi Giyaverleri buni” diyor. Yani “Nasıl gavurlar bunlar?” (iyi insanlar mı anlamında). Kendisine çok yardımcı olan bir paşaya sarılıp öptüğünde paşa şunu demiş “Getti Aslanum istemem arteck” yani "yetti Aslanım istemem artık”. Görüldüğü üzere zaman ilerledikçe Seidel’in Türkçe fonetiğe hakimiyeti de artmış ve aktardığı cümleler daha hatasız hale gelmiş. Seidel’i esaretten kurtarmak isteyen Türkçe bilen bir İngiliz de şunları söylüyor “Sultanum bu giaus oglander, haman pek hasteder” yani “Sultanım bu yavuz oğlandır ama pek hastadır”. Seidel’in alıntıları bana göre altın değerinde zira 16. yüzyıl sonu halk/sokak Türkçesinin ne ölçüde yalın ve anlaşılır olduğunun kanıtlarından biri. Bu da bizim ‘köşe yazılarındaki’ temel iddialarımızdan biriydi.
Not: Mülakatlar Üzerine
Principatus kendi getirdiği mülakatları şimdi kaldırma sözü veriyor. Ne güzel, bu da bir tür ‘sizlere haksızlık ettik bizi affedin, hakkınızı helal edin’ çağrısı herhalde... Arkeoloji dünyasında müzelere alımlarda B sınıfı memuriyetler için 2016’ya kadar mülakat yoktu. Puanını alan puan sıralamasına göre müzelere atanmaktaydı. Gerçi pek kadro açılmazdı ama 2016’da bir mucize eseri 100 arkeolog alınacağı duyurulmuştu. 2016’da 10.000 sanat tarihçisi ve arkeologun girdiği sınavda Türkiye 38.si olmuş ve bu ilana başvurmuştum. O dönemlerde müzede çalışmak en büyük hayalimdi ve sıralama dolayısıyla artık atanmam yolunda bir engel de yoktu. Ama bir anda alımların artık mülakatla yapılacağı açıklandı ve alanla ilgili cevaplandıramadığım tek bir soru bile olmadığı halde (zaten pek bir şey de sormamışlardı) kazanmak için gerekli sosyal dayanışma düzeneğinde yer almadığım için doğal olarak elendim. Aynı mülakatta Türkiye birincisi, ikincisi ve üçüncüsü de elenmişti. Sonra birinci olanın yurt dışına gittiği söylendi bilemiyorum. Böylece en büyük hayalim olan müze defterini kapadım ve bir daha da Kültür Bakanlığının yaptığı hiçbir sınava girmedim.
Şimdi kaybolan yıllar, haksızlıklar ve bunca tahribattan sonra da intihab-ı umumiye beş kala ‘yanlış yaptık düzelteceğiz müjdesi’ veriliyor...Ne diyelim, Arapların deyişiyle bad-el harabü’l Bağdad...
[1] C.W. Ceram, Tanrıların Vatanı Anadolu, çev. E. N. Erendor, Remzi,İstanbul,2008, s.45.