Süreç okumaları
Bir olgu ya da süreci çözümlemeye çalışırken her şeyden önce ilk anda gözümüze çarpan ya da kafamızdaki ön kabullere en yakın görünen yönlerden hareketle tek yanlı mutlaklaştırmalardan kaçınmak gerekiyor. Bu hataya düştüğümüz anda gerçeklikle ilişkimizi kendi elimizle koparmış oluyoruz.
H. Selim Açan
Korona salgınının özellikle kentli orta sınıflar içinde yarattığı panik havası bütünüyle dağılmış değil (İşçilerin isteseler de “paniğe kapılma” haklarının olmadığını pratikte gördük zaten). Bu anlaşılır bir panikti. Çünkü hızla yayılma özelliğine sahip sinsi bir virüs söz konusuydu. Üstelik tanınmıyordu. Korona ailesinden olduğu biliniyordu ama onun mutasyona uğramış yeni bir türüydü. Ne aşısı vardı ne ilacı ne de bilinen bir tedavi yöntemi. Üstelik neoliberal açgözlülüğün metalaştırıp göçerttiği sağlık sisteminin aniden üzerine binecek yükü taşıyabilme imkan ve kapasitesinin olmadığı ortadaydı.
Şimdi bu korku yavaş yavaş dağılıyor gibi. Virüse karşı ‘sürü bağışıklığı’ değil ama korona korkusuna karşı bir bağışıklık oluşmaya başladı sanki. O ilk paniğin yerini şimdi başka korkular almaya başladı. Yavaş yavaş döndüğümüz normal salgın öncesinde yaşayıp alıştığımızdan farklı ‘yeni normal’ olacak. Hemen herkes bunun farkında. Giderek öne çıkan merak konusu bu ’yeni normalin’ matriksleri. Tarihin yeni bir sayfasının yazılacağı açık -en azından yaygın kabul görüyor- ama bu sayfayı hangi güçler hangi yönde nasıl yazacaklar?
Bu noktada eskilerin deyimiyle “rivayet muhtelif”. “Kapitalizmin işi bitti” diyeni de var “burjuvazi üzerimizde öyle sıkı bir denetim-gözetim, öyle otoriter bir yönetim kuracak ki eskiyi mumla arayacağız” korkusu duyanı da. “İşçilerin yerini robotlar alacak, işçi sınıfı diye bir şey kalmayacak” diyeni de var, “Pandemi koşulları canlı emeğin önemini, insan olmadan mal ve hizmet üretiminin olamayacağını gösterdi” diyeni de. “İşyerlerinin demokratikleştirilmesi, çalışma sürecinin insanileştirilmesi” beklentisiyle imza toplayanlar da var, “İzole üretim üssü” adı altında panoptikon toplama kampları kurmanın peşinde koşanlar da…
“Velhasıl kendiliğindenciliğin de kaderciliğin de, umudun da korkunun da bini bir para. Gramsci’nin tanımıyla tam bir “fetret devri”. “Eskinin ölmesi (ama) yeninin de (henüz) doğamaması” hali. Bu ortamda sorun geliyor nelerin baz alınarak nasıl okunduğunda düğümleniyor.
Bir olgu ya da süreci çözümlemeye çalışırken her şeyden önce ilk anda gözümüze çarpan ya da kafamızdaki ön kabullere en yakın görünen yönlerden hareketle tek yanlı mutlaklaştırmalardan kaçınmak gerekiyor. Bu hataya düştüğümüz anda gerçeklikle ilişkimizi kendi elimizle koparmış oluyoruz. Çünkü ‘gerçek’ dediğimiz şey çok yönlü, çok boyutlu, çok katmanlı bir olgu. Bunların tamamını ilk bakışta görüp yakalayabilmemiz mümkün değil. Üstelik gerçek sabit değil sürekli bir değişim yani hareket halindedir. Dolayısıyla ‘gerçeğe’ en fazla yaklaşabiliriz ama bizim ona yaklaştığımız ölçüde o bizden uzaklaşmayı sürdürür. Bu girdapta kaybolmamanın tek çaresi diyalektik yöntemdir.
Basit formüllere indirgenemeyecek bu yöntem hakkında Lenin bize bir fikir verir: “Bir nesneyi gerçekten tanımak için onun bütün yanlarını, bütün ilişkilerini ve bağlantılarını kavramak ve araştırmak gerekir. Buna hiçbir zaman tam olarak ulaşamayız fakat bir şeyin her yanını kucaklama kaygusu, bizi hatalardan ve katılıklardan koruyacaktır”.
Lenin'in bir olguya veya süreçlere yaklaşırken izlememiz gereken yöntemin özünü olağanüstü bir yalınlıkta -ve olağanüstü çarpıcılıkta- ortaya koyan bu sözleri, mevcut bir gerçekliği ele alıp irdelerken asla unutmamamız gereken iki temel noktayı hatırlatır: 1) Ne kadar önemli olursa olsun onu sadece bazı yönleri ve parçayla sınırlı ele almayan çok yönlü bir bakışın zorunluluğu ile 2) Çoğu kez nedenler içinde de değil sonuçlar kategorisinde yer alan 'görünenlerin' fotoğrafını çekmekle yetinmeyip olgu ve süreçlerin asıl iç bağlantılarına nüfuz etmeyi, 'dip akıntılarını yakalama'yı amaçlayan derinlemesine bir bakışın zorunluluğunu.
“Bir şeyin her yanını bütün bağlantıları ve ilişkileri içinde kucaklama kaygusu”, Marksist gerçekçiliği, öznelci idealizmin yanı sıra diyalektik materyalizmle kolayca karıştırılabilen pozitivist gerçekçilik ve ekonomik determinizmden de ayıran iki özsel özelliktir.
Sürecin okunması sırasında karşımıza çıkan -ve çoğu taban tabana zıt- farklılıkların nereden kaynaklandığı şimdi biraz daha netleşmiştir herhalde. Bütün o farklılıklar en başta kendisini sadece belirli bir yön ve parçayla sınırlamaktan kaynaklanmaktadır.
Marx’ın düşünme tarzı üzerine ufuk açıcı bir çalışma olan Diyalektiğin Dansı’nda Bertell Ollman, “Günümüzde gerçekliği kavrama etkinliğinin olağan zorluklarına bir de şeyleri durağan ve birbirinden bağımsızmış gibi algılamamıza yol açan şeylere odaklanıp olguların dinamik yapısını ve sistemik özelliklerini gözardı eden yaklaşımların yarattığı sorunlar ekleniyor” diye yakınır. (B. Ollman, Diyalektiğin Dansı, sf.29)
Farklılıkların ikinci kaynağı ise hiçbir şeyin sabit kalmayacağı ve değişimin ise düz bir çizgi şeklinde doğrusal bir hat izlemeyeceğinin gözardı edilmesidir. Hangi bakış açısından hareketle hangi veri, hangi öge, hangi parça baz alınıyorsa bugünkü durumun onun düz bir çizgi üzerinde katlanarak büyümesi şeklinde bir ‘gelecek öngörüsü’nde bulunulmaktadır. Bu hem parçayla sınırlı hem de doğrusal gelişme anlayışı daha çok burjuvazi ve burjuva devletlerin izlemesi muhtemel politikalar konusunda kendini göstermekte, her biri birbirinden ürkütücü distopik öngörülere kaynaklık etmektedir. Gerçi karşı cephede de aklına eseni tezleştirmesiyle tanınan Zizek gibi pop star filozofların “Bu kez komünizm gelecek” öngörüleri de aynı türün zıt kutbunu oluşturur.
Mevcut durumu ve gelişme olasılıklarını tahlil ederken bu türün her iki versiyonu da baz aldıklarının karşıtı güç ve dinamiklerin varlığını ve onların hareketini “unutup” bir kenara bırakmaktadır. Başka bir anlatımla Marx’ın “Günümüzde her şey kendi karşıtına gebedir” sözüyle dikkat çektiği “karşıtların birliği ve mücadelesini” göz ardı etmektedir.
Doğadan farklı olarak süreçlerin seyrini (‘tarihin oluşumu’ da diyebiliriz buna) her şeyden önce karşıt sınıflar, güç ve dinamikler arasında mücadelenin belirlediği, bunlardan herbirinin her hamlesinin basit etki-tepki ilişkisi biçiminde değil diyalektik karşılıklı etkileşim biçiminde karşıtlarının gücü ve hareketiyle ilişki içinde şekillendiği toplumsal-siyasal süreçlere dair okumalar sırasında bu temel gerçekleri gözden kaçırdığımız sürece algı ve öngörülerimizin çarpıklaşıp farklılaşması da kaçınılmazlaşır.