Sürekli felaket sosyal adaletsizlik: Covid-19, 20, 21...

Abone ol

Sharo I Garip           sgarip@uni-koeln.de

Anubis: Mısır da ölüleri kalplerin-ruhların terazisinde sorgulayan Tanrı

“Başkalarının zavallılığına bakıp kendi haline şükredenlerden nefret ediyorum.” Dostoyevski

Bu çağ, insan hâkimiyetindeki gezegenimizin ızdırap çektiği bir Antropozän(1) çağıdır. Yarını hiç düşünülmeden şampanyaların köpüğü ve havai fişeklerin zıpkın gibi göğü deldiği kutlamalar içinde sürdürülen bir lüks yaşamdır. İnsanlığın kadim bahçesi olan gezegenimizde kutlanan bu partinin faturasını ise bu müptezellere değil fakirlere, doğaya ve gelecek kuşaklara ödetiyoruz. Hem de fütursuzca…

Bu kadim bahçedeki, kaygısız müptezelcilerce sürdürülen, bu parti kötü bir sürprizle, bir virüsün müdahalesiyle bölündü. Son buldu değil de bölündü diyorum çünkü insan türünün bu ilk karşılaştığı ilk kötü salgın sürprizi değildir ki. Oysa ki tarihte yaşanılan salgınların haddi hesabı yoktur: Milletlerin toptan katline sebep olan kolonyalizm virüsü, işçi sınıfını felç eden emek virüsü, kadınların maruz kaldığı erkek şiddeti ve en son ISID virüsü gibi toplumlarda felç etkisi gösteren “virüs” çeşitlerinden de bahsetmek gerekir. Hayatları çalınan, yaşam haklarının ellerinden alındığı dünyanın büyük bir kesimi için bu son pandemi büyük bir sürpriz asla değil. Çadlı bayan Hindou Qumarau Ibrahim`in, kavurucu sıcakların yaşandığı bir 2015 de Susanne Götze(2)'ye verdiği “sessizce ölüyoruz” başlıklı röportajda “Sizler gelişmiş ülkelerde güneş çıkınca güneş gözlüklerinizle mevsimin tadını çıkarırken, bizler susuzluktan yaşadığımız bu köyde bugün 50’nci ölümüzü gömdük” diyor. Şimdi lüksün şaşalı sokaklarına da sessizlik katrandan bir derya gibi çöktü. Sessizliğin mahşerinde, şimdi biz sevdiklerimizi son bir kez dahi görmeden, onlarla vedalaşmadan merasimsiz defnediyoruz. Peki, tüm bunlar neden yaşandı, yaşanıyor diye sorduk mu kendimize? Sanırım bunu da bu sessizlik çekilince göreceğiz!

Herkesin bir sömürgesinin olduğu sefil bir uygarlıkta susuzluk, açlık salgınından milyonlarca çocuk ölüyordu ama onlar bizim çocuklarımız değildi nihayetinde. Soğukkanlı bir rasyonellikle katlettiğimiz, katline öyle ya da böyle tanık olduğumuz bu çocukların kanları ellerimize bulaştı. Pogge’nin(3) de dediği gibi; dünyanın yoksulluğuna, sefaletine, açlık susuzluğuna zengin devletler, uluslararası kurumların eliyle kendi güvenceleri ve gelecekleri için sistematik süreklilik kazandırmaktadırlar. Hal böyle olunca da bu dünya, 800(4) milyondan fazla insanın kronik açlıkla pençeleştiği bir yerdir. Bu sayıya, yetersiz protein ve vitamin alan insanlar da eklendiğinde bu sayı 2 milyara çıkmaktadır. Yağma sona yaklaşırken kaynaklar tükeniyor, böylece de felaketler çağı da haliyle ufukta görünür.

Herkesin, sonsuza değin süreceğine inandığı şatafatlı kutlama partisi adım adım ilerlenen bir felaketler çağında feci bir şekilde dağıldı. Kapitalizmin daha yeni gelişme dönemine tanıklık eden Karl Marx dâhiyane bir analizde bulunmuştur. Marx, kapitalist sistemin adaletsizliğinin sadece insanın yıkımına değil doğanın da yıkımına sebebiyet vereceğini çok erken haber vermişti. Sermaye birikiminin maliyeti yüksekti. Belli sınıfların, grupların ve de ulusların köleleştirilmesinin yanında sermayenin doğaya ve diğer canlılara verdiği tahrip devasa bir yıkımdı. Sermaye birikimin sırrını Marx halen büyük ölçüde geçerliliğini koruyan artı-değer teorisiyle buldu. Marx, kendi yıkımını hazırlayan Sermaye birikimi uygarlığının sosyolojik etkilerini ise ‘yabancılaşma’ ile açıkladı. George Simmel de ‘yabancılaşma’yı -Kültürün trajedisi olarak tanımladı. İnsan bir yandan kendi karanlığını yırtarken diğer yandan da kendine ve doğaya yabancılaşıyor ve de düşmanlaşıyordu. Elbette bu trajik durum kapitalizm öncesi dönemlerde volkanlar, depremler, tsunamiler, veba, İspanyol gribi felaketleri şeklinde de baş göstermişti. Fakat bizler tarihten ders çıkarmak yerine bine bin katarak felaketi üzerimize çekmekten kendimizi alıkoymadık. Doğal felaketlerin yanına insan eliyle sebep olunan (Çernobil, Hiroşima, Halepçe gibi) radyoaktif felaketleri de ekleyerek bindiğimiz dalları bir bir kırıyoruz.

Bu çağ modernizmin, insanın kendisini biricik tanrı ilan ettiği egoist dinozorlar ve diktatörler çağı. Dinozorların soyunu tüketen felaketlerin çok daha fazlasını egoist tüketim dinozoru insan, kendi edim ve yaşam tarzıyla hazırlamış durumda. Tüketimin biricik erdem sayıldığı bir bireyselcilik salgını devrinde yaşıyoruz. Dostoyevski’nin deyimiyle; bu devir hazıra konmacılığın, ülkülerin yitirildiği, yarın terk edecekleri bir handaymış gibi yaşayan, kapabileceği kadar kapıp geride kalanların da canı cehenneme denildiği bir devir.

Endüstri kendini tarım karşısında hükümdar ilan ettiği günden beridir sadece yeraltı ve yerüstü kaynaklar fütursuzca tüketilmedi. Tabiatın temel elementlerinden hava, su, toprak zehirlenerek tüketilmiş, ozon tabakası tahrip edilerek güneş saati hayatı canlı tutmak yerine yok etmek adına kurulmaya başlandı. Yanısıra endüstri, milyonlarca yıllık evrimsel bir gelişim öyküsüne sahip zirai ürünleri, laboratuvarlarda gen manipülasyonlarıyla üretilen ürünlerle ikame edip tarımı da endüstrileştirmekle de övündü. Çoğu zaman insan ihtiyaçlarıyla alakası olmayan bu üretim tarzı küresel ısınmaya ve kaçınılmaz bir kuraklığa yol açtı. Kuraklık özellikle de Afrika ve Asya’nın birçok ülkesinde ciddi problem olarak duruyor. Dünyada 1, 8 milyar insan susuzluk problemi yaşarken 1,1 milyar insan ise temiz içme suyu imkânına sahip değil. Yaklaşık 2,4 milyar insan ise sağlıklı su imkânlarına sahip değil. Su kirliliği nedeniyle oluşan hastalıklardan ölenlerin sayısı dünya çapında yılda 5 milyondur. Buna karşılık bugünün gelişmiş ülkelerinde yaşayan insanlar, kendilerinden 100-200 yıl öncekilerle karşılaştırıldıklarında 8 kat daha fazla su tüketiyorlar. Kullandığımız suyun gerçekte sadece yüzde 55’i gerekli tüketime giderken, yüzde 45’i ise israf ediliyor. Bu pervasız israfkârane ve Lüx tüketim üzerine kurulu yaşam tarzımızın devam etmesi halinde 2025 yılında 8,5 milyar insan için temiz tatlı su oranının kişi başına 1/3 oranında düşeceği öngörülüyor. Hâlihazırda 2000-2018 yılları arasında 8 bin 400 omurgalı, 5 bin omurgasız hayvan türü ile 13.300 bitki türünün yok olmakla karşı karşıya olduğu tespit edilmiştir. 1950 yılında tutulan balık miktarı 20 milyon ton iken, 1970’te bu miktarın 70 milyona çıktığı, bunun büyük bir bölümünün ise hayvan yemi için balık unu yapıldığı belirtilmiştir. Ne kadar büyük bir buluş değil mi!! Okyanusların büyük besin kaynağı olan Krillerin son 30 yıldaki mevcudiyeti yüzde 80(5) oranında düşmüştür. Bu vahim tablo aslında yaşamdaki besin zincirinin içinde bulunduğu tehlikeyi yeterince göstermektedir.

İnsanların belli bir kesiminin nimetlerinden yararlandığı bu üretim tarzı büyüme teorilerinin iddia ettiği gibi sürekli çoğalan bir artı-değer mi üretiyor? Halbuki doğa ve insan tüketimini de hesaba kattığımızda ürettiğimizden daha fazlasını tükettiğimiz iddia edilebilir. Yani büyümüyor küçülüyoruz. Buna rağmen lüks içindeki ayrıcalıklı sınıflar, varlıklarının daimiyeti için rekabeti toplumsal denge ve adaletin hâkim kuralı kıldılar. Oysa insan yaşamı, hak ve özgürlükleri ne rekabetin ne de siyasetin bir pazarlık konusudur. İnsan, ne üretim faktörü ne de meta olarak görülemez!

Aristoteles, Marx, Pareto Rawls`a kadar sosyal sistemlerdeki adalet tartışması, öneminden hiçbir şey yitirmediği gibi bu felaket günlerinde de çok daha değer kazandı. Bütün bu toplumsal adalet modellerinin büyük bir bölümü çok boyutlu bir karaktere sahiptir. Bir boyutu biçimsel-yöntemsel (procedural) ya da içeriksel- paylaşımsal Adalet (distributive Justice) iken bir başka boyut ise yaşan sınıflar gruplar arası adalet, aynı zamanda kuşaklar arası adalet boyutudur. Tüm bunları kapalı devre ulus formatı içinde tartışmak sorunun çözümüne yetmiyor. Yanı sıra uluslararası Adalet sorunu da bu bağlamda oldukça günceldir. Tüm bu boyutlar içindeki adalet tartışması kamusal alan ve kamusal mallar üzerinde yoğunlaşmaktadır. Kendi evimizde kullandığımız özel mallar ikincil dereceden bu tartışmanın konusudur.

Tam Kamusal mallar için en bariz örneklerden biri savunma hizmeti olarak gösterilir ki biz bunu, daha barışçıl bir isimle ‘felaketlere karşı koruma hizmeti’ diye adlandıralım. Özellikle adalet sorununda tartışma eksenini yarı kamusal mal olarak tanımlanan sağlık ve eğitim hizmetleri teşkil etmektedir. Esasen ikisinin de teknik tanımlarının dışında, yarı değil fazlasıyla tam kamusal mallar olarak kabul edilmesi gerekir. Çünkü her ikisi de toplumu bir bütün olarak ilgilendiren ve de kimsenin bu hizmetlerden dışlanamayacağı temel haklardır. Yani bu haklar rekabetin konusu edilemezler. Ayrıca bu haklar rekabetin düzenleyici mekanizması olan kazanç esasıyla değil ihtiyaç esasıyla ve mutlak eşitlik imkânı esasına göre düzenlenmelidir. Bunu neden savunduğumu Covid-19 virüsü üzerinden örneklendirebiliriz. Daha önce yarı kamusal mal olarak tarif edilen sağlık hizmeti tanımı gereği özelleştirilmişti. Fakat korona vakasında yaşadığımız gibi özel sağlık hizmeti tüm kamunun sağlığını korumadığı gibi bunun için ödemede bulunanları da bu tür salgınlardan koruyamamaktadır. Tek kişinin bile virüsü kapması bir salgına yol açabilir ve bütün toplumun sağlığını tehdit edebilir. Ha keza korona virüsü bize eğitim düzeyinin bilinçli eylemden, hijyen kurallarını uygulamaya kadar ya da kendi tedavisinde belirleyici olduğunu gösterdi.

Sadece yaşadığımız felaketin zorunluluğundan değil, evrensel adaletin ve moral değerlerin yükseltilmesinin de bir gereği olarak herkes için adalet sağlanılmalı ve toplumsal eşitsizliğin ortadan kaldırılması gerekir. Peki, bu yeterlimi hayır gene de bizi ve başkalarını koruyamayacaktır. Sağlık ve eğitim bu anlamda globaldir. EBOLA, AIDS ve SARS, COVID -19 ve tüm diğer hastalıklar gösterdi ki Avrupa, Afrika ya da Asya’da baş gösteren bir hastalık tüm dünyayı kasıp kavurmaya etmeye yetmiştir. Ticaretin ve yoğun insan trafiğinin yanında önüne geçilmeyen açlık, yoksulluk, susuzluk göçleri tetikleyerek hastalıkların dünyada daha hızlı yayılmasını mümkün kılmaktadır. Dolayısıyla sağlık ve eğitim gibi global düzeydeki kamusal malların yaygınlaştırılması bir aşı etkisiyle tüm insanlığa fayda sağlar.

Bir pandeminin uygarlığımızın sokaklarına indiği, hepimizin evcil bir karaktere ve yaşam tarzına büründüğü, izole bir yaşam sürdüğümüz Corona günlerindeyiz. Pek değerli olan yaşamlarımız ve sevdiklerimiz için olağanüstü bir seferberlik halindeyiz. Dışarıdaki mülteciler, evsizler, işsizler bir yana bizler saraylarımıza çekilerek kapılarımızı sımsıkı kapattık. Hani şu yemek masalarımızda selfieler çektiğimiz Coronasız günlerde Yemen’de, Sudan’da, Etipyo’da ve Afrika’nın bir çok ülkesinde çocuklar açlıktan ölürken pek de gamsızdık. Kıyıya vuran mülteci çocuk cesetleri bizde vicdan muhasebesi yaratmadı asla. Şiddet pornografisi içinde biz şah şahalı hayatlarımıza devam etmenin sarhoşluğu içerisindeydik. Şimdi modern insanın bu çok steril tutumu, bireyci kaygıları onu bu felaketlerden korumaya yeter mi dersiniz? Nefes nefese yaşadığımız bu metropollerde pek kolay değil, aksine yabancılaşmayı daha da derinleştireceği ise kesin gibi. Yeni dönemin yabancılaşma formatı “Kalmak”, “kıpırdamamak”, “bulaşmamak”, “temas etmemek” “görmezden gelmek” gibi yeni sınıfsal imtiyazlara dönüşecek olan bir modern cüzam (Çağın laneti) günlük yaşamın merkezine yerleşti. Moral değerlerimizi ve vicdanlarımızı hijyenik kılarak sosyal adaletsizliği en aza indirgemezsek felaketlerin hepimizin mahvına yol açacağı kesin. Bir felaket olarak sosyal adaletsizlik öncellikle su üzerinden ciddi savaşlara sebebiyet veriyor ve bunun daha da şiddetleneceğini beklenmektedir. Kuraklık binlerce insanı yerinden edip mülteci olmaya mecbur kılıyor. Az beslenme, susuzluk, kötü barınma koşuları ve eğitim eksikliğinden dünya çapında salgın hastalıklarda artmaya devam edecektir.

.

Peki, bu gidişatın yüklü faturasını fakirlere, doğaya ve gelecek kuşaklara ödeterek işin içinden çıkabilir miyiz? Gidişattan sadece çılgın kar hırsının peşinden koşan endüstrinin üreticileri değil aynı zamanda dizginsiz zevkin müptelası olan tüketiciler olarak bizler de sorumluyuz. Örneğin uçuş sayımızı yılda 2 defa ile sınırlayabilecek miyiz, her gün duş etme alışkanlığından vazgeçip haftada 2 ya da 3 defa ile sınırlayabilecek miyiz? İnternette dolaşım süremizi sınırlayabilecek miyiz, sadece renginden ya da moda olmasından dolayı ihtiyacımız olmadığı halde sürekli elbise almaktan, her altı ayda bir yeni bir Smartphone değiştirmekten vazgeçebilecek miyiz? Plastik poşeti kullanma rahatlığından vazgeçip pazar filelerini kullanma alışkanlığına geri dönecek miyiz? Kaçımız seçkin konumdan tevazu yaşamın katına inmeye hazır? Korona testi yapılsa hangimizde çıkar bilinmez velakin Anubis'in kantarında kaçımızın vicdanı tüyden daha hafif çıkar bilinmez.

Bu kriz dönemlerinde kriz teorileri de havada uçuşuyor. Sosyalistler bize sosyalist devrimi beklememizi önerirken, mütedeyyinler ilahi güce sığınmayı telkin eder. Kapitalizm ve teknolojisi her derde deva bulur telkinleri yapmadan evvel (ki bütün bu modeller iddialarını koruyabilirler) asgari ölçülerde hepimizin hemfikir olduğu insanlığın temel bazı esaslı sorunlarını gecikmeden çözmeliyiz. Açlık ve susuzluk kaynaklı ölümler insanlığın bir utancıdır. Öncellikle bu gezegende yaşayan her insanın yeterli besin ve su hakkı vardır. Bunu sağlamak ise hepimizin yükümlülüğüdür. Çünkü bu gezegende yaşayan herkes toprak, su, hava ve güneşten eşitçe yararlanma hakkına sahiptir. Bunun için Rawls’in önerdiği Duty of Assitance(6) (yardım yükümlülüğü) yani en kısa zamanda su, barınma, ısınma, sağlık için alt yapı inşasına dair maddi ve teknolojik yardım yapılmalıdır. Bu sonsuza kadar elbet tek taraflı yardımla değil adil ticaret ilişkileriyle azgelişmiş ülkelerdeki yaşam standartları iyileştirilebilir, doğa tahribatı, savaşlar göçler, salgınlar durdurulabilir.

İlke olarak insanlar ne pazarın tiranlığına ne de despotların zorbalığına terkedilerek felaketlerin içinden çıkılabilir. Aşırı kişisel egoizmin de bir mikro despotizm olduğunu unutmamız gerekiyor. Rekabet ilkesinin yanında sosyal adalet (dayanışma) ilkesi sadece bazı felaketleri önlemek için değil felaketlerle başa çıkmak için kaçınılmazdır. Bütün dünyada insan temel hak ve özgürlüklerinin yaygınlaştırılması için çok ciddi çaba ve dayanışma göstermemiz gerekiyor. Devletlerin savaş endüstrisine harcadığı paralarla üretilen yüksek teknolojik hiçbir füze bizi virüsten koruyamıyor, bu tahripkar sanayiye ayrılan finansman kaynaklarını çok büyük bir bölümü sağlık ve eğitime ayrılmalıdır. Devletler (Avrupa’da ciddi olarak tartışılan bir konu) vatandaşlarına koşulsuz vatandaşlık maaşı garantisi sağlamalıdır. Acziyetimizi anladık mı şimdi savaşları başka yerde sürdürmenin ne olduğunu, tutsaklığın sefaletin, açlığın ne olduğunu! Bir kıtlık halinde endüstrinin birikmiş milyonlarınının 1 ton buğday bile etmeyecegini! Sonuç olarak sosyal adaletsizlik felaketle arasında doğrusal bir ilişki mevcuttur. Felaketleri önlemek ya da başa çıkmak istiyorsak sosyal adaletsizlikle başa çıkmamız gerekiyor. Şimdi aklın yolunu elden bırakmadan sakin olalım, paniğe kapılmadan ve dayanışma içinde bu pandemiyi az zararla atlatalım.

Kaynakça

Johannes Wallacher (2015), Was ist globale Gerechtiglkeit. RU Heute/Globale Gerechtigkeit02/2015

John Rawls (2000) „The Law of Peoples” and international political Theory. Ethics and international Affairs 14. S. 125-32.

Michael Müller (2015), Gerechtigkeit. Movum Heft 7, August.

Susanne Götze (2015), Wir sterben leise. Klimawandel im Tschad, Movum heft 7, August.

Thomas Pogge (2011), Weltarmut und Menschenrecht. Kosmopolitische Verantwortung und Reformen. Berlin.

https://de.statista.com/statistik/studie/id/41248/dokument/klimawandel-statista-dossier/

*Antropozän: insan eliyle şekillenmiş yeryüzü

* Köln Üniversitesi Ortadoğu Araştırmaları Enstütüsü

1 Michael Müller (2015), Gerechtigkeit. Movum Heft 7, August. (Antropozän: insan eliyle şekillenmiş yeryüzü)

2 Susanne Götze (2015), Wir sterben leise. Klimawandel im Tschad, Movum heft 7, August.

3 Thomas Pogge (2011), Weltarmut und Menschenrecht. Kosmopolitische Verantwortung und Reformen. Berlin.

4 Johannes Wallacher (2015), Was ist globale Gerechtigkeit. RU Heute/Globale Gerechtigkeit02/2015

5 https://de.statista.com/statistik/studie/id/41248/dokument/klimawandel-statista-dossier/

6 John Rawls (2000) „The Law of Peoples” and international political Theory. Ethics and international Affairs 14. S. 125-32.